Oğuz ÇETİNOĞLU

Ekonomist, Araştırmacı-Yazar

ocetinoglu1@gmail.com

‘İbâdet ederek Allah’la ol ki o mutlak gerçeklik senin özünde tecelli etsin.’

 

Allah ‘cc) ne buyurduysa, Peygamberimiz (sav) ne tebliğ ettiyse, mutlaka bir hikmeti vardır. Geniş anlamıyla hikmet, her şeyin yerli yerinde olması demektir.’ Röportajın ikinci bölümünde Prof. Dr. Mehmet Erdoğan, açıklamalarına devam ediyor: İbâdet ederek Allah’la ol ki o mutlak gerçeklik senin özünde tecelli etsin.’

Oğuz Çetinoğlu: İslamî konular konuşulurken sıkça kullanılan ve mânâları tam olarak bilinemeyen bâzı kelime ve kavramlar var. Mesela ‘Hikmet.’ Hikmet denilince ne anlamak gerekiyor?

Prof. Dr. Mehmet Erdoğan: Geniş anlamda hikmet her şeyin yerli yerince olması demektir. Mesela söz yerinde söylendiğinde hikmetli oluyor. İnsan, yerinde bir davranış sergiliyorsa o insan hikmetli oluyor. ‘Allah âlimdir.’ dedikten sonra ‘hâkîmdir.’ diyoruz. Yâni Allah her şeyi bilir. Ve hikmet sâhibidir de…

Adamın biri, ceviz ağacının altına yatmış, istirahat ediyormuş. Ceviz ağacının büyüklüğüne ve küçücük meyvesine, sonra da kabak bitkisinin cılızlığına ve meyvesinin iriliğine bakmış, ‘Bu işte bir terslik var…’ Demiş. Tam bu esnada bir ceviz dalından kopup başına düşmüş. Gerçeği anlamış: ‘Rabbim, senin hikmetinden sual olunmaz. Ağaçtan başıma kabak büyüklüğünde bir ceviz düşseydi, hâlim felâket olurdu.’  demiş.

Bâzı işler bize lüzumsuz gibi görünebilir. Fakat sonra görüyoruz ki, altında müthiş hikmetler var. Kuş gribi çıktı, kuşlar itlaf edildi. Kuşların yediği, bitirdiği Kırım Kongo keneleri çoğaldı. Kene ısırmasından ölümler oldu.

Dünyanın dengesinin temini için her yaratığın bir fonksiyonu vardır. Biz, hüküm vermekte bâzen aceleci davranıyoruz. Bir de bilimin verilerine çokça güveniyoruz. Halbuki bilim sürekli kendini yanlışlayan, dolayısıyla da ancak bu şekilde yenileyen bir alan. Buna rağmen onun hâli hazırdaki verilerini ulaşılabilecek en son neticelermiş gibi kabul edip bazı yanlış hükümlere varabiliyoruz.

Mesela tıp alanında vaktiyle bademciklerin son derece lüzumsuz olduğu zannediliyordu. Dolayısıyla hafif bir kızartı varsa hemen alma eğilimleri vardı. Şimdi bağışıklık sistemiyle alakası keşfedilmiş. Önemli, faydası anlatıla anlatıla bitirilemiyor. Bunun gibi evrende her ne var ise mutlaka bir hikmeti vardır.

Dinî düzenlemeler alanında da aynı şeyi görüyoruz. Diyoruz ki, Allah din olarak bir şeyi vazettiyse, bir şeyi buyurduysa, bir şeyi yasakladıysa, bir şeyin yapılmasını istediyse… mutlaka bunun bir hikmeti vardır, olmalıdır. Ama bugün belki keşfedemeyebiliriz. Yâni şu andaki ilmî düzeyimiz belki bunu anlamaya müsâit olmayabilir. Fakat mutlaka onun bir hikmeti vardır diye genel bir ön kabulümüz bulunur.

Hâkîm, hikmet sâhibi demek. Allah, hakîm olduğundan, Her şeyi yerli yerince yapandır. Yaratan’dır, buyurandır.

Allah’ın bir de mutlak kudret sâhibi olan, her şeye kadir olan tarafı vardır. Allah’ın her şeye kaadir oluşuyla hikmet sâhibi oluşu, birbiriyle çelişen vasıflar değil. Allah o sonsuz kudretini hikmet doğrultusunda hâkîm oluşunun gereği doğrultusunda kullanmaktadır. Dolayısıyla da peygamberler göndererek insanlığa yol gösterici olması… bir anlamda müdâhil (1) olması… yâni karanlıkta yol alan insanların eline bir fener tutuşturmak gibi bir şeydir… peygamber göndermek.

Oradan başlayarak o peygamber aracılığıyla gündelik hayatımıza yönelik buyrukların olması mutlaka bir hikmete dayalı olmalıdır. Ve dolayısıyla bu buyruklar içerisinde önemli bir yer tutan ibâdetlerin de aynı şekilde böyle hikmetleri olmalıdır. En genel anlamda biz bu hikmetlerin yâni benim kul, O’nun da O olduğunu yâni Yaratıcı olduğunu hep bilinçte tutma yâni hep huzuruna gelip el pençe divan durmayı gerektiriyor. Dâima benim ben, O’nun da O olduğunu hatırda tutmam gerekiyor.  Bu, insanlık için son derece önemli bir husustur.

Zâten insanlık ne zaman yolunu kaybediyor? Kendisinin ne olduğunu,kim olduğunu unuttuğu zaman. ‘İnsan kendisinin hiç kimsenin yardımına muhtaç olmadığını düşünmeye başladığı zaman azgınlıklara kalkışır.’ diyor Allah. İşte firavun böyle azdı. Ama o şuuru hep biz kendimizde tutabilirsek yâni benim ben olduğumu, O’nun da O olduğunu, benim kul, onun da Rab olduğunu her an bilinç dünyamızda canlı, taze tutarsak ibâdetler en büyük amacını gerçekleştirmiş olur. Benim şahsî kanaatim budur.

İbâdetlerin en büyük hikmeti bu bilinci sürekli canlı tutmasıdır. Bunun ötesinde tabii başka bir sürü hikmeti olabilir. Özellikle her ibâdetin kendine has kendine yönelik hikmetleri vardır. Şah Veliyyullah Dihlevî’nin (2) 2 büyük cilt hâlinde, tarafımdan tercüme edilen kitabın yazılışının amacı şudur; Allah ne buyurduysa, peygamber ne tebliğ ettiyse, mutlaka bir hikmeti vardır. Bunu belirtmeyi amaçlayan bir kitaptır. Orada da ayrıntılarıyla görülebileceği gibi hakikaten her ibâdetin her kurbetin (3) mutlaka hikmeti bulunuyor. Bâzen hemencecik ona ulaşabiliyoruz veya ulaşamıyoruz. O ayrı bir konu.

Mesela namazla ilgili olarak diyor ki; ‘Beni anmak için namaz kıl.’ Yâni namazı kılacağız ki Allah’ı anmış olacağız, Allah’la hemhal olacağız, o bilinç hâli bizi diğer davranışlarımız sırasında da diri tutacak. Dolayısıyla Allah’la beraber olma biliciyle davranacağız. Yâni kimseye yalan söylemeyeceksin o zaman, kimseyi aldatamayacaksın, haksızlık yapamayacaksın.  Bu iyi hareketler, insanın hayatını etkileyecek. Âyeti şöyle açıklıyorlar: ‘Ölüm sana gelene kadar ibâdete devam et!’ Böyle açıklayanlar yanlış yapıyorlar demiyorum. Fakat benim kanaatimce bu âyetin mânâsı şöyle olmalı; ‘Sen ibâdet ederek Allah’la ol ki o mutlak gerçeklik senin özünde tecelli etsin.’

Aydınlanma’ diyorlar ya o anlamda. Bu mânâ ayete daha uygun gibi geliyor bana. Yâni şunun gibi; fişi tak ki lamba yansın. Yâni Allah’la irtibatı sağla ki Allah’ta olan o güzellikler o bütün faziletler, erdemler, hikmet, ilim ne varsa ondan sana o bağlantıyla akmaya başlasın, tecelli etmeye başlasın. Tabii bu lamba örneğinde olduğu gibi fişi tak ki lamba yansın. Taktım lamba yandı. Ama lambanın sürekli yanık olması için fişin de devamlı takılı olması gerekli. Dolayısıyla Allah ile o bağlantıyı kur ki o gerçeklikler sende tecelli etsin. Bağlantı kesildiği anda onun söneceğini de bil. Dolayısıyla o bağlantıyı koparmamaya çalış.

NAMAZ:

Günümüzde Afganistan sınırları içerisinde bulunan Türkistan’ın Belh şehrinde doğup, Miladî 852 yılında Vaşcer’de vefat eden evliyânın büyüklerinden ve ilk dönem Horasan sûfilerinden Hâtim el-Esâm, namaz kılışını şöyle anlatıyor:

Namaz vakti gelince biri zâhirî, diğeri bâtınî olmak üzere abdestimi alırım. Zâhirî abdest su ile, bâtınî abdest  ise tevbe ila aldığım abdesttir. Sonra namaz kılacağım yere gideri. Orada oturur, zihnimi toparlar, sonra namaz için ayağa kalkarım. Mescid-i Harâm’ı kendime şâhit tutarım. Makam-ı İbrâhim’i iki kaşımın arasında, sıratı ayaklarımın altında, cenneti sağımda, cehennemi solumda, ölüm meleği Azrâil Aleyhissilam’ı ise arkamda kabul ederim. O an âlemlerinin Rabbi’nin huzurunda durur, tâzim ile tekbir alır, ağır ağır ve mânâsını düşünerek Kur’an okur, tevâzu ile rükû eder, huşû ile secdeye kapanırım. Sonra vakarla teşehhüd için oturur, şükür ile selam veririrm.

Namazımı bu şekilde ihlas ile kılarım. Ancak kabul olup olmadığını bilmediğim için ümit ile korku arasında yaşarım.

(Katkılarından dolayı aziz ve değerli dostum Mahmut Yoğurtçu’ya teşekkürlerimle. O.Ç.)

Çetinoğlu: Bağlantıyı koparmamanın yolları nedir?

Erdoğan: Başta ibâdetler olmak üzere o bilinç hâlinin muhâfazasıdır. Yâni ‘zikr-i daim’ diye bir tâbir vardır. Yavuz Sultan Selim Han öleceği zaman nedimine sormuş; ‘Bu hal ne haldir?’ Nedimi Hasan Can da demiş ki; ‘Allah’la beraber olma zamanıdır!’  Yavuz, itiraz etmiş: ‘Biz Allah’tan ne zaman uzak kaldık ki’  demiş. Tabii bunu diyebilmek son derece önemli bir şeydir. Yâni ibâdetlerin bizatihî kendileri biraz önce de ifâde ettiğimiz gibi, hattı zatında bir kölenin efendisine karşı gösterdiği saygı türünden davranışlara benzer. Dolayısıyla bu hareketlerin bizatihî kendisi ne kadar önemli olabilir ki? İşte ayakta duruyorum, eğiliyorum, yatıyorum. Sonuçta bu da sıradan bir hareket. Ama bu hareketler bizi Allah’la hemhal olmaktır, Allah’ın huzuruna sığınmadır.

Namaz mümin miracı’ diyoruz ya. Miraç, peygamberimizi Allah’ın huzuruna çıkaran aracın adı. Manevî asansör gibi. O Miraçla nasıl Peygamberimiz Allah’ın huzuruna erdiyse sen de yatıp kalkmalarla, eğilip doğrulmalarla gideceksin anlamında. Yoksa o hareketlerin bizatihi kendisinin bir değeri yok. Sonuçta bir araç. Bu araç bize o amaca ulaştırdığı sürece işte ibâdet oluyor, yoksa yatmışsın kalkmışsın bir anlamı yok.

Yunus güzel ifâde ediyor; ‘Bir defa gönül yıktın ise / Bu kıldığın namaz değil / Yetmiş iki millet dahi /  Elin yüzün yumaz değil’ diyor. Herkes kalkınca elini yüzünü yıkıyor.  Senin abdest alırken elini yüzünü yıkamanın, diğerlerinin yıkamasına göre farkı, üstünlüğü nerede?  Senin elini yüzünü yıkayışını abdest yapan husus ne? İşte asıl bizim üzerimizde durmamız gereken taraf bu.

Peygamberimiz hani diyor ya; ‘Yüzünü yıkarken, su yüzündeki kirleri götürürken sen de o iç dünyanda, işlemiş olduğun bütün günahlardan arınabiliyor musun?’  Elini yüzünü yıkarken iç dünyanı da temizleyebiliyorsan, O el yüz yıkama abdest oluyor. İbâdet şekline dönüşmeye başlıyor.

Hacca gidiyorsun ihrama (4) bürünüyorsun ihramdan önceki elbiselerden soyutlanırken, bir şekilde üzerimize sinmiş o günah kirlerinden de tümünden soyutlanabilme çabasını ortaya koydun ve bunu da başarabildiysen işte hakikî anlamda ihrama o zaman girmiş oluyorsun. Aksi takdirde Yunus’un dediği gibi; ‘Gönül yıkmak, Kâbe’yi yıkmaktan daha kötü bir harekettir.’

Hazret-i İbrahim oğlu İsmail’le beraber oradan taşı getirdi buradan kumu getirdi, Kâbe’yi yaptı. Taştan topraktan bir bina. Kul yapısı.  Gönül ise Allah’ın özene bezene yarattığı o insandaki Allah’ın nazargâhı. Ki öyle bir yer ki gönül, Cenabı Allah cihana sığmayabilir ama gönüle sığar. Gönül o kadar geniş bir yer. Yâni o Allah’ın nazargâhı anlamında olan bir yönünü sen yıkıyorsun. Kur’an diyor ki; ‘Namaz her türlü kötülükten alıkoyar.’ Ben namaz kıldığımı iddia ediyorum ama gidiyorum gönül yıkıyorum. Demek ki bu yatıp kalkmaktan ibâret kalmış. Namazın derinliğini idrak edememiş. Elini yüzünü yıkamaktan ibâret kalmış.

Hac fârizâsını îfa ederken, gitmiş şeytanı taşlamış. O şeytanı taşlarken içimizdeki kötü duyguları, düşünceleri, fikirleri, ihtirasları bütün bunları taşlayabildik mi? Onları gönlümüzden silip atabildik mi? Bunları bizden uzaklaştırabildik mi?  Haccın nihaî amacı, hedefi budur. Kısaca ifâde etmek gerekirse ibâdetlerin bu şekil kısmı bizi bir yere götürmek üzere sâdece bir araç değeri olan hareketlerdir. Bizi oraya götürmüyorsa demek ki tamamen o şekilde kalıyor demektir. Bizim mutlaka o amaca doğru ulaşmak için çalışmamız lazım. Yâni namazın miraç oluşu… Bu ne demek? Şöyle gözünü yumduğun zaman, o iç dünyana kapandığın zaman kendini Allah’la yüz yüze, karşı karşıya hissedebiliyor musun? O’nun seni gördüğünü düşünebiliyor ve gereğini yapabiliyor musun? Çünkü O, sana her zaman ve her yerde şah damarından daha yakındır.  

Bu duygu ve düşünceyle ibâdetlerimizi yapıyorsak ne mutlu. Yapmaya çalışanlara da ne mutlu. Çünkü günün birinde hedefe ulaşacaklardır. Bu şekilde çalışmak, ruhunuz üzerinde olumlu etkiler yapar.

Nasıl ki maddî gıdalarımız fizik olarak bedenimizi besliyorsa, Allah’la berâber olmayı hissetmek de bizim manevî yönümüzü oluşturuyor, besliyor.

Kurbanla ilgili Âyeti Kerime’de ‘Kestiğiniz kurbanların kanları da  etleri de Allah’a ulaşmaz. O’na ulaşacak takvanızdır.’ diyor ya. Sen o kurbanı keserkenki hâlet-i ruhiyen gerçekten Allah nâmına, Allah adına ancak yücelecek olan o ibâdeti yapma bilincidir. Bizi insan yapacak olan bu tarafımızdır. Yoksa öbür hareketler namaz kılarken yaptığımız hareketleri diğer canlılar yüzlercesini kat kat ve fazlasıyla yapıyorlar. Yaptıkları hareketler onları hayvanlıktan bir türlü kurtarmıyor. Yâni bizi demek ki insan edecek, bizim insanî yönümüzü geliştirecek gıdalarımız bu olacak. O şekil olan, araç olan o ibâdetlerin içini doldurma çabası olacak. O anlamda takva (5) kelimesi anahtar kelimelerden biridir. O bilinç hâli yâni. Allah’la her daim bir olma, birlikte olma bilinç hâli.

Çetinoğlu: Tam anlamıyla kavranamayan bir başka kavram da ‘Fazilet’ Fazileti de açıklar mısınız? 

Erdoğan: Fazilet deyince daha çok erdemler akla gelir. Erdemler insanların yaratılışta doğalarında ham olarak bulunan cevherleri işleyip her birine pırlanta gibi çok değerli özelliklere çevirme sürecinde kazanılan üstün vasıflardır.  Mesela ben bir insan olarak falanca ırka mensubum diyelim. O ırka mensubiyetin falanca adamın oğlu olmak, filanca anneden doğmuş olmak… Bunlar benim gayretimle kazanılmış özellikler değildir. Özünde sözünde doğru olmak, eline beline diline sâhip olmak,  mutluluğu başkalarının mutluluğunda aramak gibi…  şahsî gayretlerle elde edilen özellikler, erdem-fazilet olarak değerlendirilebilir.  Cömert olmak, yardıma muhtaç olan insanların yanında yer almak gibi sonradan kazanılan ve gayret göstererek elde edilen bu özellikler de fazilettir.

Çetinoğlu: Faziletlerin ibâdetlerle bağlantısını açıklar mısınız?    

Erdoğan:  Faziletin ibâdetlerle bağlantısı şu; siz eğer ibâdetleri, sözü edilen şartları uygun olarak yerine getirirseniz yâni hem şekil şartlarına riayet eder hem de o şeklin içini doldurursanız bu sizi faziletli kılar, sizi erdemli kılar. Üstünlüğün ölçütleri de Allah katındadır. Allah katında üstünlüğün ölçütü erdemdir. Amel-i sâlihtir.(6) Yâni yapılan yararlı işlerdir. Sâhih bir inanca sâhip olmaktır. Hayırlı bir iş ortaya koymaktır, bilgidir ve takvadır. Takva da, faziletler erdemlerin bütünü anlamına gelmektedir.

Bir insan, orucunu tutuyorsa, hacca gidiyorsa, zekât veriyorsa, namazını kılıyorsa, muhtaçlara yardım ediyorsa, çevresindeki insanlara yapabileceği iyilikleri yapıyorsa, hak sâhibinin hakkını tam olarak veriyorsa… erdemli-faziletli insandır. Erdem, insanı o hâle getiriyor ki,  o şeyi yapmak için artık düşünmüyor. Zorlanmadan yapıyor. Çok tabii bir şeymiş gibi. Birisinin yardımına ihtiyaç hisseden biri var, hemen yardımına koşuyor. Kendi imkânları elvermediyse başkalarını devreye sokuyor.   

Bu davranışlara, alışkanlıklara, dünyaya geldiğimizde sâhip değildik. Gayret göstererek, fedakârlıklar yaparak sâhip olduk. Yapa yapa, alışkanlık hâline getirdik.

Bu fazilettir. Faziletli insanların bulunduğu toplumlarda insanlar daha huzurlu, daha güvende olurlar.

LÜGATÇE:

(1) müdâhil: Herhangi bir konuya etkide bulunacak şekilde katılan.

(2) Dihlevî: 1753 yılında Hindistan’ın Delhi şehrinde dünyaya gelmiş bir Türk âlimidir. Kur’an-ı Kerim Tefsiri’ni Urduca dilinde yayınladı. Kitap, Hint Müslümanları arasında yayıldı ve benimsendi. 1815 yılında Hindistan’da vefat etti.  

(3)  kurbet: Allah’a mânevî yakınlığa sebep olan iyi davranışlar

(4) ihram: Hac veya umre yapmaya niyet eden kişinin, diğer zamanlarda helal olan bâzı fiil ve davranışları, hac veya umrenin rükûnleri tamamlanıncaya kadar kendine haram kılmasıdır. Hac ve umre sırasında örtünmek maksadıyla kullanılan  iki parça  kumaştan oluşan bir nevi giyecek malzemesi de ihram olarak anılmaktadır.

(5) takva: İman edip emir ve yasaklarına uyarak, Allah’a karşı gelmekten sakınmak, dünya veya ahirette insana zarar verecek, ilahî azaba sebep olabilecek söz, fiil ve davranışlardan ve her türlü günahtan sakınmak demektir. ‘İttika’ olarak da söylenir.

(6) amel-i sâlih: İmanın gereği olarak ihlas ve iyi niyetle yapılan, Kur’an-ı Kerim ve sünnete uygun olan her türlü söz, fiil ve davranışlardır. 

OĞUZ ÇETİNOĞLU

 

(DEVAM EDECEK