C. Yakup ŞİMŞEK

Eğitimci, redaktör

C.Yakup_Simsek@hotmail.com

Dil Darbesi Devrim midir?

Türkçenin ülkemizde 80 yıldır resmen nerdeyse herkese öğretilip kullandırılan şekli milletin irâdesiyle ortaya çıkmadı.

1930’ların Türkçesi, bugünün Türkçesine tercüme edilmeden anlaşılmıyorsa bu işte bir bityeniği var demektir.

Türkçeden Türkçeye tercüme!..

(“Türkçeden Türkçeye” ibâresini kaldırıp başka bir dilin adını koyabilecek biri var mı?)

***

“Kemalist Türkiye’de Dil Devrimi” isimli yüksek lisans tezini kaleme alan Birol Şevki Tavlı, Türkçede TDK’dan sonra yaşanan bu “gayrıtabii” değişmeyi “bir beşerî müdâhale” olarak görür:

“Her dil zamanla değişmez mi? Öyle ya, bütün diller gibi Türkçe de yüz yıl önceki gibi konuşulmayacaktır bugün. Yeni buluşlar, yeni gereksinmeler ve yeni kavramlar ortaya çıktıkça diller de evrilmekte, yenilenmektedir. Bu önerme yadsınamaz elbette; fakat Türkçenin geçirdiği dönüşüm, dillerin olağan evrimi olarak görülebilecek değişikliklerden çok daha büyük, çok daha kapsamlı bir beşerî müdahalenin sonucudur...”

(Bu satırları yazan kişiyi “Türk Dilinde Kemalizm=TDK” hareketine muhâlif sanmayın. Tavlı yukarıdaki dört cümlesinde o TDK’nın tam on kelimesini kullanmış. Kemalizme karşı olduğunu söyleyenlerin çoğunda bu tezat görülür. Kemalizmin lehinde veyâ aleyhinde olmak bir tercihtir, anlaşılır. Fakat bir insan muhâlif olduğu şeye uygun davranıyorsa -yâhut kendi fikir ve inanışına aykırı davranıyorsa-  bu tezâdı anlamak mümkün değil. Yaman tezatlar ülkesinde yaşıyoruz, vesselâm...) 

***

“Milletin taleb etmediği” bir Türkçe başımıza nasıl geldi, o zaman?

General Sîsî (Abdülfettah Saîd Hüseyin Halîl es-Sîsî) Mısır’ın başına nasıl geldiyse öyle...

Yâni darbeyle... 
***

Türkiye’de bu projeyi “Dil Devrimi” diye sundular.

Lâkin bu isim hep “eğreti” durdu.

Dil Devrimi” sözü, işin özüne aykırıydı.

Ne kadar aykırı?

Adam bıçaklama” fiiline “ameliyat” demek kadar...  

Teptim, keçe oldu; sivrilttim, külâh oldu...

***

1935 öncesine bir bakalım da şu “devrim” nerden alınmış ve nereye konulmuş, görüp anlayalım.

Türkçede “devrim” kelimesi aslında “çevrilme, katlanma, bükülme, inhinâ” demektir (bk. Şemseddîn Sâmî, Kaamûs-ı Türkî). 

TDK’nın tesbîtine göre bâzı beldelerde -meselâ Bolvadin’de- bu kelime “sofra” mânâsında da kullanılırmış.

Evet, 1935’ten önce “devrim”in bunlardan farklı bir mânâsı -TDK kayıtlarına göre- yok.    

Fakat TDK bu kelimeyi eline aldı, evirdi çevirdi, içini (mânâsını) çıkarıp çöpe attı.

İçini boşalttığı kelimeyi başka şeylerle doldurdu.

Tahnitçilik gibi bir şey...

***

Şimdi “devrim” kelimesini hakîkî mânâsıyla kullanmak isteseniz kimse bir şey anlamaz.

Meselâ “Kâğıttaki devrim müthişti.” diye bir cümle kurun bakalım, sözünüz nasıl anlaşılacak...

Nitekim  “devrim” kelimesinin “çevrilme, katlanma, bükülme” mânâsı bugün TDK lügatinde “eskimiş” kaydıyla yer almakta. 

Kubbealtı’nda ise öyle bir mânâ hiç yok. 

Ötüken Türkçe Sözlük’te “sofra” mânâsı var; fakat Kaamûs-ı Türkî’deki mânâsı yok... 
Türkiye’de herhangi bir dilci veyâ Öz Türkçeci şu suâle mantıklı bir cevap veremez: 
Mâdemki TDK Arapça kelimelerin Türkçelerini öne çıkarmak için uğraştı, o hâlde “devrim” kelimesini “sofra” yerine değil de niçin “inkılâp-ihtilâl” yerine ikaame etti?

Bu kelimeyi kendi yuvasından attınız; bâri “sofra”dan kovmasaydınız... 
***

TDK, yaptığı bu “devrim” padalyasının hem “inkılâp hem de “ihtilâl” yerine ikaame edileceğini herkese resmen buyurdu, duyurdu.

(bk. T.D.KOsmanlıcadan Türkçeye Cep Kılavuzu).

Yâni “Ey vatandaş, müjdeler olsun! Senin o güzel kafanı ‘inkılâp’ ve ‘ihtilâl’ kelimelerindeki ağırlıklardan kurtarıyorum. Her ikisini de ‘devrim’ balonuna üflüyorum. Şimdi beynin, uçan balon kadar hafifleyecek...” 
Bir başka ifâdeyle tekrâr edelim: 
Bu “devrim” kelimesi TDK tarafından -dilin tabii gelişmesine aykırı olarak- özünden koparılan, mânâsı aparılan, yerinden oynatılıp dümeni kırdırılan, başka yönlere ve yerlere savrulan bir söz...

Yazık oldu o güzelim “devrim”e!..

***

Türk dilinde bu yapılana “inkılâp = değişme, bir hâlden, başka bir hâle dönme” demek doğru olmaz.

Çünkü bütün diller -hattâ belki her şey- dâimâ inkılâp hâlindedir.

Dilin “canlı” olması bu demektir, zâten.

Dili kullanan ve onda her türlü tasarruf hakkına sâhib olan sosyal topluluk (halk, kavim, millet vd.) kendi arasında “gizli bir anlaşma” yaparak o dilin birtakım unsurlarını değiştirir veyâ terk eder.

Gelgelelim, dilde inkılâp çok yavaş olur ve nesiller arasında bir kopuş görülmez. 
Buna “ihtilâl = mevcut düzeni ortadan kaldırmak için zor kullanılarak yapılan değişiklik” demek “inkılâp” demekten daha doğrudur. 
Fakat bâzı lügatler “ihtilâl”in -yukarıdaki vasıflarına ilâveten- “devlet” tarafından değil “halk” tarafından yapıldığını kaydeder.

Fransız İhtilâli buna örnektir.

Türkçenin başına gelen hâdiseyi tam olarak “inkılâp” da anlatamaz “ihtilâl” de.

Hele -bir TDK darbesiyle ne idüğü belirsiz hâle gelen- şu “devrim” hiç...

***

Buna “Dil Darbesi” demek en doğrusudur.

Darbe” kelimesinin mânâları hatırlanırsa “Dil Darbesi” isminin ne kadar isâbetli olduğu da ortaya çıkar.

TDK “darbe” kelimesine “Güncel Türkçe Sözlük”te üç mânâ vermiş: 
“1. Vuruş, çarpış.” 
“2. Bir ülkede baskı kurarak, zor kullanarak veya demokratik yollardan yararlanarak hükûmeti istifa ettirme veya rejimi değiştirecek biçimde yönetimi devirme işi.” 
 “3. Birini kötü duruma düşüren, sarsan olay
.”


Türkçenin yediği darbe bu üç târife de uygundur: 
1. Türkçeye darbe vurup onu çarptılar. 
2. Türkçeye baskı kurarak resmen hâkim oldular, zor kullanarak onu birdenbire değiştirdiler. 
3. Türkçeyi kötü hâllere düşürdüler, sarstılar... 
***
Darbeler ülkesi hâline gelen Türkiye’mizde “Dil Darbesi” de oldu... Türkçede resmî kararla ve TDK ile başlatılan ânî ve sun’î değişiklikler katiyen halkın talebi falan değildi.

(Halk benimseyip severek kullandığı hiçbir sözü “yabancı” gözüyle görmez. Tıpkı Yunus Emre gibi...) 
Çünkü Türkçede 1932’den îtibâren “mevcut kelimeleri ortadan kaldırmak için devlet tarafından zor kullanılarak yapılan hızlı değişiklikler” vardır. 
Herhangi bir dilde 800 yılda ancak görülebilecek değişmeyi Türkçe 80 yılda yaşamak zorunda kaldıysa sebep budur. 
1930’lardan beri Türkiye’de her nesil bir öncekinden farklı kelimelerle konuşup yazıyorsa sebep başka ne olabilir? 
Cemil Meriç diyor ki: 
“İntelijansiya, Ebedî Şef’in ölümünden sonra büsbütün gemi azıya alır. Dil devrimi, politikanın emrindedir artık. Ona dil uzatmak, devlete karşı koymaktır. Aydının tek hürriyeti vardır: dili tahrip. Mektepler nesillerin hâfızasını nesebi gayr-ı sahih ‘tilcik’lerle doldurur...” 
***
Bütün resmî metinlere yerleştirilen bu DİT (Devlet İkaameli Türkçe) ile okutulan, yetiştirilen nesiller için babalarının, dedelerinin sözleri artık ölü veyâ yabancı kelimelerdi. 
Kelimelerle berâber kitaplar da diğer yazılı ve basılı eserler de ölüme mahkûm edildi... 
Cemil Meriç “Yeni harflerin kabûlüne kadar her idâdî mêzunu Türk de Fuzûlî’yi, Bâkî’yi, Naîmâ’yı rahat anlardı...” diyor.

(Yunus Emre’nin de “anlaşılmayanlar” listesine gireceğini Cemil Meriç hesaplayamadı, zâhir. )
Geofrey Lewis, (1920-2008) “Trajik Başarı: Türk Dil Reformu” kitabında 1920 ve 1930’ların Türkçesini, yâni Hâlide Edip Adıvar, Sabahattin Ali, Yakup Kadri Karaosmanoğlu ve Reşat Nûri Güntekin gibi romancıların dilini dahi kaybettiğimizi söyler...  
Çünkü 80 yıldan beri kafalara sokulan Türkçe “onların ve daha binlerce edebiyatçının kitaplarını anlamamak üzere” ayarlandı. 
Nice ilim, fikir, sanat ve edebiyat adamıyla berâber kitaplar da “Öz Türkçecilik-Öro Türkçecilik” efsânesine kurban gitti. Avrupalının 300 yaşındaki kitapları hâlâ genç; bizim 50’likler bile ihtiyarladı... 
Bugün Türkçe ve edebiyat hocaları arasında Mehmed Âkif’in, Yahya Kemal’in şiirlerini okuyup -lügate bakmadan- anlayacak olanlar yüzde bir bile değildir... 
*** 
Ha, bunları söyleyince “Peki, Yunus Emre’yi niye herkes anlıyor? Demek ki onun gibiler Öz Türkçe söylemiş! Diğerleri de Öz Türkçe kullansalardı ya!” diye karşılık verecek “ezber düşünceli” milyonlar dolu ortalıkta, maalesef!

Yunus’un Risâletü’n-Nushiyye’sini duymamışlar bile. 
Onun kullandığı Arapça-Farsça asıllı yüzlerce sözden de haberleri yok. Adamakıllı okusalar ona da “Arapça-Farsça hayrânı” mı diyecekler? 
Onu da derlerse şaşırmam, artık. 
“Türkçenin ne olduğunu bilmiyorlar.” diyecektim ki hatâmı derhâl anlayıp ifâdemi düzelttim: 
“Böyleleri, -bırakın Türkçeyi- dilin ne olduğunu bilmiyorlar, aslında...” Çünkü bunlar kafadan darbe yemişler... 
Darbe Türkçesi”yle konuşup yazmak, anlayıp anlatmak ve anlaşmak zorundalar...

Tabii, ne ölçüde mümkünse...

Debelenip duruyorlar.

Zavallılar!