Oğuz ÇETİNOĞLU

Ekonomist, Araştırmacı-Yazar

ocetinoglu1@gmail.com

01 Temmuz: Kabotaj (Denizcilik) Bayramı

Kabotaj; bir devletin, kendi limanları arasında yük ve yolcu taşımacılığı ile ilgili haklarıdır. 1536 yılında imzalanan ve Kapitülâsyon denilen anlaşma ile Osmanlı Devleti, yabancı gemilerin Türk limanları arasında taşımacılık yapabileceklerini kabul etmişti. Türkiye Cumhuriyeti; 24 Temmuz 1923 târihinde imzalanan Lozan Barış Sözleşmesi’nin 28. maddesine dayanarak, 1 Temmuz 1926 târihinde, 815 sayılı Kabotaj Kanunu’nu yürürlüğe koydu. Kanuna göre bu târihten itibaren kendi limanlarımız arasında taşımacılık, yalnızca Türk gemileri ile yapılacaktı. Kanunun yürürlüğe girdiği târih, ülkemizde KABOTAJ (DENİZCİLİK) BAYRAMI olarak kutlanmaktadır. 

Denizin ülke ekonomisine sağladığı yararlar, yalnızca yılın belli günlerinde konuşuluyor. Bu sebeple denize ve denizin sağlayabileceği ekonomi değerlerine, stratejik önemine yeterli ölçüde eğilemiyoruz. Denilebilir ki: Denize dargınız.

Târihimiz araştırıldığında, karşımıza şu gerçek çıkar: Osmanlı Devleti’nin zayıflamaya başladığı târihler; denizlerimiz üzerindeki egemenlik haklarımızın kayba uğradığı dönemlere denk geliyor. Örtüşmeler, rastlantı olarak değerlendirilmemeli. 7 Ekim 1571 İnebahtı yenilgisi, 1770 Çeşme Faciası, 20 Ekim 1827 Navarin Olayı ve sonraki denizcilik kayıpları, Osmanlı Devleti’nin çöküşünde önemli kilometre taşlarıdır. Belirtilen târihlerden önce Osmanlı Devleti güçlüydü, cihan devletiydi. Çünkü, denizi iyi kullanabilen bir devletti. Bilenler bilirler: Türk soyundan gelen Avarlar, ilki: 617 ve  diğeri:  626 yılında olmak üzere İstanbul’u iki defa kuşattılar. Deniz gücüne sahip olmadıkları için ikisinde de başarılı olamadılar. Fâtih Sultan Mehmed Han Hazretleri, üstün zekâsı ile, kalyonları karadan Haliç’e indirerek denizi kullanmasaydı, (belki de) Peygamberimiz (sav) Efendimiz’in müjdelediği komutan olma şerefinden mahrum kalabilirdi.

*   *   *

Kabotaj Kanunu’nun yürürlüğe girmesinden sonra denizle ilişkilerimiz geliştirilemedi. Devlet olarak da kişi olarak da…

Yapılan istatistiklerin ortaya koyduğu acı gerçekler şöyle:

* İnsanlarımızın ancak  % 5’i yüzme biliyor.

* Dünyadaki 300 milyar dolarlık deniz taşımacılığı pastasından Türkiye’nin aldığı pay, yalnızca % 1’dir: 3 milyar dolar. Van Gölü de hesaba katılırsa, dört yanımız denizle çevrili olduğu halde durumumuz böyle. Oysa komşumuz Yunanistan, pastadan 100 milyar dolarlık pay alıyor.

* İskenderun’dan gönderdiğimiz yükleri bile kendi gemilerimizle taşıtmıyoruz. Mersin’den de…

* Türkiye limanlarında her yıl 150 milyon ton yük işlem görüyor. Bunun ancak % 30’unu Türk gemileri taşıyor. Yükün geri kalan % 70’i yabancı bayraklı gemiler tarafından taşınıyor.  Bu arada, yeri gelmişken şu hususu da belirtmekte yarar var: Türk gemilerinin birçoğu, mevzuatımızdaki aksaklıklar sebebiyle, sahipleri Türk olmasına rağmen,  yabancı bayrak taşıyor. Bu çarpıklık, büyük ölçüde vergi kaybına yol açıyor.

* Her yıl Yunanistan’a deniz taşımacılığı için ödediğimiz para: 1 milyar 200 milyon dolar.

DENİZCİLİĞİMİZ

Deniz taşımacılığının 2000 yılında ekonomimize katkısı 7 milyar dolar civarında idi. 2001 yılında bu rakamı 10 milyar dolara çıkaramadık. Çıkarabilseydik, Yunanistan’ın gerisindeki yerimiz yine değişmeyecekti. Liman kapasitesi, deniz turizmi ve deniz ürünleri geliri konularında da Yunanistan’dan çok gerilerdeyiz.

Sahillerimizin uzunluğu: 8.333 mil. Sahillerimizde doğal limanlarımız var. Ayrıca, milyarlarca dolar tutarında kaynak kullanarak yeni limanlar yapmışız. Günün ihtiyaçlarına cevap vermiyor. Çünkü dünya ülkeleri, deniz taşımacılığını büyük konteyner gemileriyle yapıyor. Limanlarımız gerek derinlik, gerekse teknik donanım ve saha genişliği olarak konteyner taşımacılığına uygun değil. Yıllar önce başlatılan yenileme çalışmaları,  çok ağır gitti. Son yıllarda, kaynak yetersizliği sebebiyle yatırımlar tamamen durdu. Şâyet günün birinde bitirilebilirse belki de hiç işe yaramayacak. Çünkü teknolojiler devamlı olarak değişiyor ve yenileniyor. Limanlara girişteki su yolunun 14 metre derinliğinde ve 250 metre genişliğinde olması gerekir.  Bu ölçüler gün geçtikçe büyüyor. Bizdeki ölçüler 9 ve 100 metre. Deniz taşımacılığında son yıllarda 20 metre draftlı konteyner gemileri inşa edilmeye başlandı. Limanlarımızı, bu gemilerin yanaşmasına uygun hâle getirmeliyiz. Aksi takdirde, pastadan hissemize düşecek pay sıfıra iner.

Özel sektör tarafından inşa edilen limanlar, devlet limanlarına göre daha verimli. Bu sebeple limanların özelleştirilmesine hız verilmesi yararlı olur. Olur da, ülkemizde özelleştirme karşıtı güçler halâ diri. Çünkü özelleştirme işlemlerini şâibe gölgesinden – lekesinden kurtaramıyoruz. Dünyadaki gelişmiş limanlar, özel ve/veya özerk yönetimlerce çalıştırılıyor.

MEVZUAT HAZRETLERİ

Denizlerimiz ve sahil şeridimizle ilgili 18 ayrı kurum ve kuruluş var: 1- Denizcilik Müsteşarlığı, 2- Maliye, 3- Turizm, 4- Kültür, 5- Orman, 6- Çevre, 7- Sağlık, 8- Bayındırlık ve İskân,  9- Sanayi ve Ticaret, 10- Enerji ve Tabii Kaynaklar, 11- Tarım ve Köyişleri Bakanlıkları, 12- Devlet Plânlama Teşkilâtı, 13- İl Özel İdareleri, 14- Genelkurmay Başkanlığı, 15- Türkiye Denizcilik İşletmeleri, 16- Valilikler, 17- Belediyeler ve 18- Sâhil Koruma Müdürlüğü.

Bir konunun bu kadar çok sâhibi varsa, o konu sâhipsiz demektir. Kurumlar arası koordinasyon eksikliği sebebiyle işler aksıyor. Kıyılarımızın potansiyel ekonomik değerleri kullanılamıyor. Bir kısım ekonomik değerler de kontrolsüz kullanıldığından haksız kazançlara ve tabiatın bozulmasına yol açıyor. Kıyılarımız için yürürlükte bulunan kanun ve yönetmelikler çok dağınık. Günün ihtiyaçlarına cevap veremiyor. Denizcilikle ilgili mevzuatımız çok eski: Limanlarımız 1926 yılında yürürlüğe giren kanunla idâre ediliyor. Gümrük Kanunu’muzun denizcilikle ilgili bazı hükümleri, Cumhuriyet öncesine ait. Bu karmaşa yetmezmiş gibi, Gümrük Birliği’ne girişimizle birlikte her şey iyice karıştı.

DENİZ ZENGİNDİR

Bu güne kadar denizlerimizin envanterini çıkarma görevini üstlenen bir kuruluşumuz olmamış. Bu sebeple denizlerimizin dibindeki hâzineleri bilemiyoruz. Batıklar, arkeolojik değeri olan kalıntılar, su altındaki yapılar… Nerede ne var bilinemiyor.

Denizlerimizin bize sunduğu en büyük hazine: Balıklar ve diğer su ürünleri… Bu konu, gönül sazımızın en acı sesler çıkartan telleridir. Bir dokunulursa, bin ah dinlenir.

Denizlerimizde, olması gereken miktarın dörtte biri kadar bile balık yok. Bulunabilenlerde de eski lezzetler yok.

İster profesyonel olsun, ister amatör… Balık avcılığı doyumsuz bir zevk, sonsuz bir heyecandır. Sabırlı olmayı, tevekkülü öğretir. Nefsi terbiye eder, muhakeme gücünü artırır, tefekkürü açar. İnsanlara, rintlere mahsus olgunluk kazandırır.  Bunlar, eski tatlar, eski hazlar oldu artık.

Karadeniz’in, Tuna’dan gelen zehirli atıklarla kirlendiği iddia ediliyor. İtiraz edemeyiz. Peki, Marmara için kimi suçlayacağız? O Marmara ki, kıyıları tek ülkeye ait olan en büyük iç deniz. Bir benzeri dünyada yok. Marmara da yok oluyor. Marmara’nın yok oluşuna ilgililer sessiz, hayranlar çâresiz. Dünyanın en zengin balık yatağı olan Marmara; trol kullanımı, aşırı ve bilinçsiz avlanma sebebiyle balık fakiri oldu. Binleri aşan balık türünden geriye kalanlar, iki elin parmakları kadar.

Âşık Veysel:

Karnın yardım kazmayınan belinen / Yüzün yırttım tırmığınan elinen                                                                                                           
Yine de beni karşıladı gülünen / Benim sâdık yârim kara topraktır.

Diyor. Toprak cömerttir. Denizler, topraktan da cömerttir. Toprak, kendisine emek verene ürün verir. Denizler, bırakınız emek vermeyi, kendisini öldürene de ürün veriyor.  Vermeye devam edecek. Edecek de ne zamana kadar ?

Denizlerimiz, balık fakiri oldu. Fedâkâr ve çilekeş balıkçılarımız,  mâişet temini için açık denizlere açılıyorlar. Bilerek veya bilmeyerek komşu ülkelerin kara sularına giriyorlar.  Ateş açılıyor, öldürülüyorlar. Denizlerimizle birlikte onlar da ölüyorlar. Yakalananlar hapse atılıyor. Ayıptır söylemesi, balıkçılarımızın adı, “balık  hırsızı” na çıkacak.

Balığın 450 milyon yıllık bir geçmişinin olduğu söyleniyor. Onlar, ihtiyar dünyamızın belki de ilk canlıları. İnsanoğlu; oluşumu, gelişmesi ve çoğalması için hiçbir katkıda bulunmadığı deniz ürünlerini, en besleyici ve en lezzetli gıda maddesi olarak asırlardan beri tüketiyor. Denizle barışmazsak, çok değil, 20 – 25 yıl sonra balığı ancak (ithal malı olarak) akvaryumlarda görebileceğiz.