Oğuz ÇETİNOĞLU

Ekonomist, Araştırmacı-Yazar

ocetinoglu1@gmail.com

Meryem’in Atları

Çizgisi muhteşem bir mimar-ressam, anlatım gücü yüksek bir yazar olan Gürbüz Azak, ‘Meryem’in Atları’ isimli; 13,5 X 19,5 santim ölçülerinde 140 sayfalık romanında, Kazan Türklerinden bir grubun, Osmanlı Yurdu’na göç edişlerinin destansı hikâyesini anlatıyor.  

Meryem’in Atları’nda kahramanlık var, dayanılmaz zorluklara iman gücü ile ve sabırla direnmek ve aşmak azmi var. Yüce koruyucunun gücünü her an her yerde yanı başında hissetmek var.

Meryem’in Atları,  sıradan bir roman değil. Bir destan. Bizim insanlarımızın destanı…

Yalnızca yaşamak için değil, insanca, haysiyetiyle, şeref ve nâmusuyla, inandığı şekilde, yaşayabilmek için kırılmayı, yok olmayı göze alanların destanı…

Öyle bir destan ki, daha ilk satırlarında okuyucuyu, sayfalara gömüyor. Zaman da okuyucu da satırlar arasında kayboluyor:

‘Yetim ve öksüz yeğenim Meryem bir ikindi vakti eve o yağmurda düşe kalka gelip de ‘Amucaa!’ diye öyle bir haykırdı ki, feryadına ne aklı dayandı ne bedeni. Avluda düşüp bayıldı yavrucak. İçeri taşıdık, hanımla sedire uzatıp yüzüne kolonyalar sepeledik, sarstık, ‘Meryem, Meryem!’ diye yalvarırcasına inledik. Neden sonra kan çanağı gözlerini ıpıslak araladı. Bir bana, bir yengesine avcıdan henüz kurtulmuş kuşlarca baktı, ürke titreye bir daha ‘Amuca’ diye feryatlanabildi ve gene kendinden geçti.

Meryem henüz ondördünde, cesur ve delikanlı bir kızdı. Vara yoğa üzülmez, böyle kolay ağlamaz, mahallede sevilen fedakâr bir çocuktu. Düşündüm ki; fazla büyük, tahammül ötesi bir şeyler olmuştu veya bizlere çok kötü şeyler olacağını öğrenmişti.

Vakit yatsıya ağıyorken anca kendine gelebildi. Sedirde yorgunca doğrulup oturdu. Yengesine, bana yeniden ve uzunca bakınıp, bir duyan olmasın gibilerden seslendi:

- Hepimizi öldürecekler...

- Kimler?

- Şehirdeki Türklerin tamamını kılıçtan geçirecekler, kurşuna dizecekler.

- Kimler?

- Üç gün sonra, tam üç gün sonra buralarda Türk kalmayacak, Müslüman kalmayacak Amuca.

Meryem artık ağlamıyordu. Eski Meryem nihayet geri gelmişti. Olup bitenleri bir bir anlattı. Dehşet içinde kalan hanımcığım ayakta duramayıp çöktü, duaya vardı. Zangır zangır ürpertiler eşliğinde ‘Sana sığındık Yârabbi, bizlere merhamet eyle. Acı şu kullarına!’ Deyip duruyordu. Yalanım yok, ben de yanına çöküp, el açıp, en gür nefesimle ‘Âmin’ demeyi becerebildim, Meryem vaziyeti şöyle anlatmıştı…’

 

*   *   *  

Meryem’in ‘Amuca’sı Omarâ, birkaç satırlık yazı ile komşularını göç etmeye dâvet eder:

‘Karındaşlar…

Mektepteki yavrular ile öğretmen Mûsa Efendi dünki ikindi vakti kılıçtan geçirildi. Bu pazar da biz Türklere karşı bir katliam var, sâbittir. Artık durma ve sorma zamanı değil. Hazırlanın. Uzun, çetin bir yolculuğa çıkıyoruz. Her çâre tükenmiştir. Yolculuk bu cuma seherinde, tan sökende.

Allah Biz Bilan!’

Sabahların uzak, ölümün yakın bir vaktinde, kervan yola koyulur. Haydi Bismillah.

Ölüm arkada mı kalmıştır?

Ne gezer…

Gelimli-gidimli dünyanın neresinde ne zaman ölümsüzlük olmuştur ki?

Kafile başı Omarâ, yola koyulurken ki duygularını da şöyle yazar:

‘Bu kahır yüklü seferde kaçımız Osman diyârına erişir, ne kadarımız sağ kalır kestirmek zordu. Gel gelelim asıl güçlük, yüzyıllardır eyleştiğimiz topraktan, sımsıcak taş evlerimizi, soluk aldığımız havayı bırakıp gitmekti. ‘Dayan Omarâ!’ Dedim kendi kendime. Çıkacağımız bu uzun seyirtiş hiç de kolay olmayacak. O rezil katiller, devletin silahlı bombalı askeri, merhametsiz ordu kaçakları, yol kesici onca eşkıya ve zorlu karakış bizleri rahat komaz. Aylardan Kasım iken bilinmez yolları aşmak, fazla ufalanmadan Çeçenistan’ı, Dağıstan’ı, Kafkasları sonra da Osman elini araya-sora bulmak kaderimizdi.

Ben içimden yas tutuyor da hanımıma ‘Ağlama geçer, inleme düzelir’ Diye fısıldıyordum, gözlerimi kaçırıp…’

Her tümseğin ardında, her günün gecesinde; acımasızlıklar, gaddarlıklar vardır. Ölüm vardır. Fakat bütün korkular, ‘Allah bizimledir!’ Diyenler için anlamsızdır.

Yol uzun, tehlikeler çoktur. Hava şartları insanı, onun karşısına çıktığına pişman edecek kadar zâlimdir. Fakat Allah’ın kendileriyle olduğuna iman etmiş kahramanlarımız asla zebun değildir, Nâmık Kemal’in dediği gibi azimlidir: 

Felek her türlü esbab-ı cefâsın toplasın gelsin                                                                                        Dönersem kahbeyim millet yolunda bir azimetten.’

Aktolga’ isimli atının üzerinde dimdik oturup, kafilenin yedek atlarının kâh önünde kâh arkasında ve elinde ‘Allah Biz Bilan’ yazılı bayrak olduğu halde, kumandan edasıyla sağa-sola koşuşturup duran Meryem ve ‘Amuca’sı Omarâ ile berâberindeki insanların, hayatta kalmak için sanki Azrail ile kavilleri vardır.

Yolda ölümcül tehlikeler var ise de; ‘İnsanın en hayırlısı, insana hizmet edendir!’ hadis-i şerifini kendisine rehber edinmiş mert insanlar da vardır. Onlar, Kafkasların gözü pek ve tok insanlarıdır. Yaşadıkları toprakları ve o toprakların iklimini, o iklimlerin oluşturduğu insan karakterini şöyle anlatırlar:

‘Bizim Kafkaslarda milletler değil, boylar bulunur. Buralar yeryüzünün en karmaşık, en dolaşık bölgeleridir. Sayısız ırkımız, dilimiz, dinimiz var. Asırlardır huzur yüzü görmüş değiliz. Arabı, Acemi, Romalısı, Altınordusu, Yunanı, Rus’u, Kırımlısı, Timurlusu buralarda buluşup vuruştu. Geçmişimiz kan-revan hikâyelerden oluşur. Dahası, bu geçmiş bizi bırakmaz. Sâdece Rusların Kafkaslardaki kaybı dokuz milyon askerdir. Bizler de bir o kadar nefer yitirdik. Kavga etmemiş neslimiz yok. Bizde herkes ondört yaşından yüz yaşına kadar askerce yaşamak mecburiyetindedir. İki Kafkasyalı süvari karşılaşınca selam yerine; ‘Hazır mısın? Diye sorar. Yâni Kavgaya, savaşa ve ölüme… Öteki de ‘Hazırım’ diye cevaplar. Böylece selamlaşmış olurlar. Kafkasya’da bizler, hep atlı ve silahlıyızdır. Her erkek altmışdört atımlık barutunu, kurşununu yanında taşır: Tabanca, tüfek, kılıç, kama ile birlikte dolaşır. Atının gemini, eyerini, tâmir etmek, kama ile kılıcını bileyip yağlamak için ne lazımsa yanında taşır. Bizler çok tahammüllü, fazla cesur insanlarızdır. Savaşı, hücum ve baskın diye biliriz. Yenilgiyle, kayıplarla asla sarsılmayız.’

*   *   *  

Gürbüz Azak, Meryem’in Atları ile bir roman değil, bir destan yazmıştır. İyi de yapmıştır.

Daha yazacağı, yazması gereken çok destanlar var.

Müslüman Türk’ün hayatı göç destanlarıyla yaralı, göğsü göç destanlarıyla madalyalıdır.

Ergenekon’dan Asya’nın dört bir yanına…

Altaylardan Ötüken ve Seyhun-Ceyhun boylarına…

Bir kol Orta Doğu üzerinden, diğer kol Hazer ve Karadeniz’in kuzeyinden Anadolu’ya ve sonra Avrupa’ya göç ettiler.

Bitti mi?

Hayır!

Kırım Türklerinin, Karaçayların, Çerkezlerin, Ahıskalı Türklerin sürgünleri de göçtür.

Bizim, destanı yazılacak çok göçlerimiz var.

Balkanlardan, Batı Trakya’dan, Doğu Türkistan’dan, Kafkaslardan, Orta Doğu’dan Anadolu’ya göç edenlerin destan-romanları henüz yazılmamıştır.

Bunları ancak Gürbüz Azak gibi, soydaşının-dindaşının çilesini, kendisine çile ve derdini dert edinen, kayıpları için gözyaşı döken, uzaklarda olsa bile onlarla yaşayan, evinde sıcak odasında otururken, Sarıkamış’ta yağan karla üşüyen, duygu insanı-sevgi insanı, kalem erbabı olan yazabilir.

Gürbüz Azak’tan, diğer göçlerin destanlarını yazması da beklenir.

Kitabı, kültür hayatımıza kazandıran Boğaziçi Yayınları’na gönül dolusu teşekkürler.