Oğuz ÇETİNOĞLU

Ekonomist, Araştırmacı-Yazar

ocetinoglu1@gmail.com

Kimin Ne Niyette Olduğu Bilinemediğinden Dikkatli Olmak, Din Adına Ortaya Konmuş Görüş ve Uygulamalara İhtiyatla Yaklaşmak Gerekir.’

İslam Hukuku Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır sorularımıza verdiği cevaplarla okuyucularımızı doğru bilinen yanlışlar hakkında bilgilendiriyor.

GİRİŞ

Dinimizin bir kitabı, bir de peygamberi vardır. Kitabı korumayı Allah üstlenmiş. ‘O Zikri (Kurân’ı) biz indirdik. Ne olursa olsun onu koruyacak olan da biziz.’ (Hicr 15/9) buyurmuştur. Peygamber Kur'ân'a uymak ve onu tebliğ etmekle görevlidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

Onlara bir âyet getirmediğin zaman ‘bir yerden derleseydin ya?’ derler. De ki: ‘Rabbim tarafından bana ne vahyedilirse ben ona uyarım.’ (A'raf 7/203)

Peygamber, Kur'ân'a uymak mecburiyetinde olduğu için O’nun Sünnetini, Kur'ân ışığında değerlendirmek gerekir. Bu yol, uydurma veya yanlış rivayetlerden korunmayı sağlar.

Akaid, fıkıh, kelâm ve sair konularda oluşmuş mezhepler vardır. Bu mezheplere ait kitaplarda Kur'ân'a ters görüşler bulunur. Bu görüşler genellikle eskilere dayandırılır. Bunun böyle olacağını Kur'ân haber vermiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

‘O gün Elçi diyecek ki, ‘Ya Rabbi, benim kavmim bu Kur'ân'ı kendilerinden uzak tuttular.’ (Furkan 25/30)

İbn Abbâs'ın bildirdiğine göre bir gün Peygamberimiz şöyle bir konuşma yaptı: ‘Sizler yalınayak, çıplak ve sünnetsiz olarak toplanacaksınız.’ Tıpkı âyette;

‘İlkin yaratmaya nasıl başladıysak öylece yeniden yaratacağız. Bu bizim verdiğimiz sözdür; onu yerine getireceğiz.’ (Enbiya 21/104) dendiği gibi. Kıyamet günü ilk giyindirilecek olan İbrahim'dir. Ashabımdan bir grup sol tarafa alınacak, ben; ‘Ashabım! Ashabım!’ diyeceğim. Allah Teâlâ diyecek ki; ‘Bunlar, senin ayrılmandan sonra sürekli geriye gittiler.’ Ben de salih kul İsa'nın dediği gibi diyeceğim: ‘... İçlerinde bulunduğum sürece onları görüyordum. Beni vefat ettirince gören yalnız sen oldun. Sen her şeyi görüp gözetirsin. Eğer azab edersen, onlar senin kullarındır. Bağışlarsan şüphesiz sen güçlüsün, doğruyu yaparsın.’ (Mâide 5/117-118) (Buhari, Enbiya, 8)

Dini menfaatlerine alet edenler, hiçbir zaman eksik olmaz. Bunlar ilim sahibi ve etkili kimselerse büyük zararları olur. Kimin ne niyette olduğu bilinemediğinden dikkatli olmak, din adına ortaya konmuş görüş ve uygulamalara ihtiyatla yaklaşmak gerekir.

Kendini ve çevresini dikkatle gözlemleyenler, Allah'ın Kitabındakine benzer bilgilere ulaşırlar. Çünkü gözlemlenen o şeyler de birer âyettir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

Biz onlara âyetlerimizi, hem çevrelerinde hem de kendi içlerinde göstereceğiz, sonunda onun gerçek olduğu onlar açısından iyice anlaşılacaktır.’ (Fussilet 41/53)

Bu bilgiler fıtrata, yani yaratılış, değişim ve gelişim kanunlarına tam uyduğu için kişiyi rahatlatır ve tatmine ulaştırır. İşte Allah'ın dini budur. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

‘Sen yüzünü dosdoğru bu dine, Allah'ın fıtratına çevir. O, insanları ona göre yaratmıştır. Allah'ın yarattığının yerini tutacak bir şey yoktur. İşte sağlam din bu dindir. Ama insanların çoğu bunu bilmezler.’ (Rum 30/30)

Şeytan insandan ve cinden olur.  Cinden olanını kovmak için Allah'a sığınmak yeterli olur. Ama insan şeytanı ile mücadele zordur. En zoru da dini söylemle karşımıza çıkanlardır. İlahi dinleri bozanların tamamı, bu işi, dindar gözükerek yapmışlardır.

Sahabe döneminde, bilinen dünyanın büyük bir bölümü Müslümanların hâkimiyetine girince yönetimi ve gelirleri paylaşmada ihtilaf çıktı. Üzücü olaylar ve günümüze kadar süren derin ayrılıklar oldu. Peygamberimize yakın kişilerden Ömer, Osman ve Ali (ra), halife iken, torunu Hüseyin de daha sonra, Kerbelâ'da şehit edildi. Cemel ve Sıffin savaşlarında yetmiş bin kadar Müslüman birbirini öldürdü. Herkes haklılığına Kur'ân'dan delil getirme ihtiyacı içindeydi. Bu ortamda ilim, siyasetin emrine girdi. Bir taraf, sahabenin önemli bir bölümünü kâfirlikle suçlarken diğer taraf onları bir şekilde masum saydı. İslam'ı anlama ve yayma işi, yeni Müslüman olmuş kimselere kaldı. ‘Mevâlî’ diye adlandırılan bu kişilerin çoğu Arap değildi.

Bu ayrışmada inançla ilgili mezhepler oluştu. Arkasından diğer mezhepler geldi. Sonra yapı kemikleşti. Kur'ân ve sünnetle meşgul olanlar hür olamadılar, mezheplerin görüşlerine uydular. Öncekilerin görüşleri, Kitap ve sünnete perde oldu ve yukarıdaki âyetin hükmü gerçekleşti. Yanlış yanlışı doğurdu. Müslümanların hayatı hurafeye boğuldu. Sonunda Müslümanlar hem Kur'ân âyetlerine, hem de birer kevnî âyet olan, vücudumuzda ve dış dünyadaki âyetlere ilgisiz kaldılar. Batılıların kevnî âyetleri okumasına kadar birçok şey fark edilemedi. Ne zaman ki onlar kevnî âyetleri okumaya başladılar, o zaman İslam dünyasının durumu ortaya çıktı. Allah'ın hiçbir âyetini okumayan Müslümanlar, kevnî âyetlerini okuyan batılılar karşısında şaşkın ve perişan duruma düştüler.

Kevnî âyetleri okumak; insanı, toplumu, toprağı, havayı, suyu, hayvanları, bitkileri ve gökyüzünü araştırıp incelemek ve oralardan bilgi edinmek demektir. Batılılar bu bilgilerle çok şey başardılar ve başarmaya devam ediyorlar.

Peygamberimizin yetiştirdiği bir avuç Müslüman'ın gittiği yerlerin hâkim rengi hâlâ İslam'dır. Fas'tan Doğu Türkistan'ın en doğusuna kadar bu böyledir. Sözünü ettiğimiz karışıklıklardan sonra değişen anlayışla gidilen İspanya'da ve Osmanlı'nın dört asır kaldığı Batı Trakya'da ise durum farklı oldu. Batı Trakya'ya İslam yerine Müslüman aileler götürüldü. Dört asır sonra bu aileler geri dönmek mecburiyetinde kaldılar. Çünkü Kur'ân dışı engellerle sarılı İslam dünyasında ufuklar daralmış; İslam, insanlığa sunulan din olarak değil, hâkimiyetin bir unsuru olarak görülmeye başlanmıştı. Bu şartlar altında Müslümanlar kendilerine yol gösteremiyorlardı ki başkalarına göstersinler.

Prof. Dr. ABDÜLAZİZ BAYINDIR

 

Oğuz Çetinoğlu: Müslümanlıkta olduğu gibi Hıristiyanlıkta şirk en büyük günahtır. Buna rağmen Hıristiyanlar Hz. İsa’ya, Allahlık izâfe etmektedirler. Bu olayı nasıl açıklamak gerekir?

Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır: Havariler zamanında İsa, gerçek anlamda insan sayılırdı.  Zaten elimizdeki İncil'lerin hiçbirinde O’nun tanrılığından bahsedilmez. Bunun yolunu açan Pavlus'tur. Milattan sonra 10. yılda doğduğu kabul edilen Pavlus, İsa aleyhisselam ile çağdaş olmasına rağmen, Tarsus'ta yaşadığı için O’nu görememişti. Azılı bir Hıristiyan düşmanı iken İsa'nın ölümünden kısa bir süre sonra Hıristiyan olduğunu açıkladı. Havarilerin hayatta olmasına ve bütün engellemelere rağmen o, Şam yolunda ansızın gökten parlayan bir nurun çevresini sardığına, İsa'nın ona seslendiğine,  sonra İsa'ya inandığına ve vaftiz edildiğine insanları inandırabildi. İsa'nın Elçisi olduğunu da kabul ettirerek kendi sözlerini İncil'e sokmayı başardı. Bugünkü İncil'in önemli bir bölümü Pavlus'un mektuplarından oluşur.

Pavlus, Allah'ın dışında tanrıların varlığını kabul etti ve bunlar arasında İsa'yı, kendilerinin tek Rabbi saydı. Onun, bugünkü İncil'de yer alan ifadeleri şöyledir:

Yerde veya gökte ilah diye adlandırılanlar varsa da -nitekim birçok ilahlar ve rabler vardır- bizim için tek bir Tanrı Baba vardır. O her şeyin kaynağıdır ve biz O'nun için yaşıyoruz. Tek bir Rab var, O da İsa Mesih'tir. Her şey O'nun aracılığıyla yaratıldı, biz de O'nun aracılığıyla yaşıyoruz.’ (İncil / Pavlus’un Korintililere Birinci Mektubu 8:5-6)

 Pavlus ‘Rab’ kelimesini ustaca kullanmıştır. Rab sahip demektir. Araplar kölenin sahibine ‘rab’ derler. Biz de ‘efendi’ deriz. Rab kelimesi daha çok Allah için kullanılır. Allah'tan başkasına köle olmayı reddedenler, bir başkasına rab demeyi kabul etmezler. Köle ile sahibi arasındaki ilişki zoraki ilişkidir. Köle, ilk fırsatta hürriyetine kavuşmak ister. Kul ile Allah arasındaki ilişki gönüllü ilişkidir. Yanlışlar peşinde koşanlar, böyle iki anlama gelen kelimeler seçerler ki kendilerini kolay savunsunlar. Bir Hıristiyan, İsa'yı Rab kabul ederse aradaki ilişkiyi gönüllü ilişki haline getireceğinden onu ilah makamına oturtması kolay olur. Pavlus'un bu tavrı İsa'yı tanrılaştırma sürecinin ilk basamağını oluşturmuştur.

Pavlus kendini, İsa Mesih'in kulu ve elçisi sayarak şöyle dedi:

İsa Mesih'in kulu, Tanrı'nın müjdesini yaymak için seçilip elçi olmaya çağrılan ben Pavlus'tan selam! Tanrı, öz Oğlu Rabbimiz İsa Mesih'le ilgili olan bu müjdeyi peygamberleri aracılığıyla Kutsal Yazılarda önceden vaat etti. Bedence Davud'un soyundan doğan Rabbimiz İsa Mesih'in, kendi kutsal ruhu sayesinde ölümden dirilişiyle Tanrı'nın Oğlu olduğu kudretle ilan edildi. Her milletten insanların iman edip söz dinlemesini sağlamak için Mesih'in aracılığıyla ve O'nun adı uğruna Tanrı'nın lütfuna ve elçilik görevine sahip olduk. Söylediğiniz ve yaptığınız her şeyi Rab İsa'nın adıyla, O'nun aracılığıyla Baba Tanrı'ya şükrederek yapın.’

Bugünkü Hıristiyanlar, şirki iyice özümsedikleri için Pavlus öncesi Hıristiyanlığı kabule yanaşmazlar.

Çetinoğlu: Yalnız İslam dinine ait olanları değil, Musevî ve Hıristiyan inancına ait bilgilerin de en doğrusunu veren Kur’an-ı Kerim Hz. İsa hakkında ne diyor?  

Bayındır: Allah Teâlâ Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurur: ‘Allah Meryem'in oğlu Mesih'tir’ diyenler tam kâfir oldular. Oysa Mesih şöyle demiştir: ‘Ey İsrail oğulları! Rabbim ve Rabbiniz olan Allah'a kul olun. Şurası bir gerçek ki; kim Allah'a şirk koşarsa Allah ona cenneti haram eder, varacağı yer ateştir. Zalimlerin yardımcıları da olmaz.’ (Mâide 5/72)

Çetinoğlu: İslamiyet’te de şirke sapanlar var…

Bayındır: Sahabe döneminde başlayıp devam eden karmaşa içinde oluşan mezheplerin ihmali yüzünden şirke kapı aralandı. Allah'ın asla affetmeyeceği günah şirk olduğu halde akaidin konusu olarak ele alınıp incelenmedi. Allah'tan başkasına ibadet üzerinde durulmadı. Kur'ân'ın birçok âyeti, Allah'tan başkasına dua edip yardım beklemeyi müşriklerin en belirgin özelliklerinden saydığı halde akaidin konulan arasına ne dua girdi ne de istiâne.

Herkes Allah'ı var ve bir bildiği için hiçbir peygamber Allah'ın varlığını ispatla meşgul olmamış, bütün gayretini Allah'tan başka ilah olmadığı üzerinde yoğunlaştırmıştır. Akâid kitaplarında bunun tam tersi yapıldı, Allah'ın varlığını ve birliğini ispat yani ‘Ispât-ı Vâcib’ ana konular arasına girdi. Sonunda ‘lâilahe illallah, yani Allah'tan başka ilah yoktur’ inancı, ‘vücut ve vahdaniyet’ yani Allah'ı var ve bir bilme inancına dönüştü. Yeryüzünde Allah'ı var ve bir bilmeyen kimse olmadığı için kâfirleri tanıma ve İslam'ın farkını gösterme konusunda zihin karışıklığı ortaya çıktı.

Çetinoğlu: Müşriklerde durum nedir?

Bayındır: Müşrik, Allah'ı var ve bir bilir ama onu, yeryüzü krallarına benzetir ve kendinden uzak sayar. Krala, bir yakını aracılığı ile ulaşıldığı için Allah'a yakın bildiği birini aracı koyar. Hıristiyanların İsa'yı Allah'ın oğlu, Mekkeli müşriklerin putlarını Allah'ın kızları,  büyüklerinin ruhlarından yardım umanların da onları, Allah'ın dostu saymaları bundandır.

Allah Teâlâ, bugünkü Hıristiyanlar hakkında şöyle buyurur: ‘Allah üçün üçüncüsüdür’ diyenler tam kâfir oldular. Oysa Tek Tanrı’dan başka tanrı yoktur. Eğer bu dediklerinden vazgeçmezlerse, onlardan kâfir olanları, elem verici bir azap elbette çarpacaktır.’ (Mâide 5/-J3)

Oysa onlara göre Allah birdir; ondan başka Tanrı yoktur.  O, gerçeğin kendisidir. Yeri ve göğü tek başına yaratmıştır. Yaratılış düzenini ayarlayan ve dünyayı yöneten odur.  O insanlara yakındır ve her şeyi bilir.  O her zaman vardır,  varlığının başı ve sonu yoktur. Her şey varlığını ona borçludur. Sahip olduğumuz her şey ondan gelmektedir.  O, kendiliğinden var olandır.  Allah'ın ‘Baba’ olarak adlandırılması, her şeyin başlangıcı ve aşkın otorite sahibi olmasından ve tüm çocuklarının üstüne titreyen sevgi dolu iyiliğinden dolayıdır. Allah ne erkektir, ne kadın; Allah, Allah'tır.

Çetinoğlu: Buna rağmen kâfir sayılıyorlar…

Bayındır: Böyle demelerine rağmen onların kâfir sayılmalarının sebebi, Allah ile aralarına, Allah'a ait özellikler verdikleri İsa'yı ve Kutsal Ruh'u koymalarıdır. Hıristiyanlar şöyle derler: ‘İsa, Baba'nın yanında Hıristiyanların avukatlığını yapıyor. Onlar lehine aracılık etmek için hep canlıdır. Allah'ın huzurunda daima hazır bulunmaktadır.  Kendisi aracılığı ile Allah'a yaklaşanları tamamen kurtarmaya gücü yeter.’

Kutsal Ruh ile ilgili olarak Pavlus'un Romalılara mektubunda şu ifadeler yer alır: ‘Kutsal Ruh, bizim zayıflığımıza yardım eder, çünkü nasıl dua etmemiz gerektiğini bilmiyoruz; ama Ruh'un kendisi sözle anlatılamayan iniltilerle bizim için şefaat eder. İnsanların yüreklerini araştıran Allah, Ruh'un düşüncesinin ne olduğunu bilir. Çünkü Ruh, Allah'ın isteğine göre kutsallar için şefaat eder.

Çetinoğlu: Mekkeli müşriklerin putları ile ilgili durum nedir?

Bayındır: Kur'ân, Mekkeli müşriklerin putları hakkında şöyle dediklerini bildirir: ‘Onlara kul olmamız, başka değil sadece bizi Allah'a iyice yaklaştırsınlar diyedir.’ (Zümer 39/3)

Onlar, ilahlarının Allah'ın yanında kendilerine şefaatçi olacaklarına da inanırlardı. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onlar, Allah'tan önce öyle şeye kul olurlar ki, onlara ne faydası olur ne de zararı. Derler ki, ‘Bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerimizdir.’ De ki: ‘Göklerde ve yerde, Allah'ın bilmediği bir şeyi mi ona haber veriyorsunuz?’ Allah, onların şirkinden uzaktır ve yücedir.’ (Yunus 10/18)

Çetinoğlu: Sapıklıkların sonucunda ortaya nasıl bir durum çıkıyor?

Bayındır: Hıristiyanların ve Mekkeli müşriklerin Allah'ı var ve bir kabul etmedikleri söylenebilir mi? Bunun doğurduğu zihin karışıklığı içinde Kur'ân tefsirleri de şirkle ilgili âyetleri anlaşılmaz hale getirmiş ve hurafelere zemin hazırlamışlardır.

Mesela Kur'ân'da hem ibadet, hem de dua kelimeleri geçer, ibadet, kulluk etmek; dua, çağrıda bulunmak ve yardım istemektir. Tefsir ve meallerin çoğu, duaya ‘ibadet’ anlamı vererek asıl anlamın kaybolmasına yol açmıştır. İbadet, yapılan duanın kabulüne yönelik olacağı için bu iki kelime arasında sıkı bağ vardır. Peygamberimiz; ‘Dua ibadetin iliğidir, özüdür’  buyurmuştur. Ama dua, ibadet diye tercüme edilince, birini olağan dışı yollarla yardıma çağırmanın ibadet olduğu anlamı kaybolmaktadır.

Çetinoğlu: Buradan da yanlış sonuçlara gidilmez mi?

Bayındır: Ahkâf Suresinin 4, 5 ve 6. âyetlerini örnek vererek, duaya ibadet anlamı vermenin, âyetleri nereye taşıdığını görelim: Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘De ki, baksanıza, Allah’ın yakınından neyi çağırıyorsunuz? Gösterin bana, onların yeryüzünde yaratmış oldukları ne vardır? Yoksa onların göklerde bir payı mı bulunuyor? Bu konuda bana, bundan önce gelmiş bir kitap veya bir bilgi kalıntısı getirin bakalım. Eğer doğru sözlü kimselerseniz. Allah'ın yakınından Kıyamet gününe kadar kendisine cevap veremeyecek kimseleri çağırandan daha sapık kimdir? Oysaki bunlar onların çağrısının farkında değillerdir. İnsanlar, ahirette bir araya getirildiği gün, bunlar onlara düşman olacak ve onların kulluğunu kabul etmeyeceklerdir.’ (Ahkaf 46/4, 5, 6)

Çetinoğlu: Türbe ziyaretlerinde de sapkınlıklar gözleniyor

Bayındır: Duaya ibadet anlamı verilince yeni anlam kaymaları kaçınılmaz olmuştur. Hata, hatayı doğurmuş ve âyetlerin asıl anlamı kaybolmuştur.  Tefsir ve meallerdeki bu gibi hatalar, türbe ziyareti ile ilgili şu inanca yol açmıştır: ‘Allah, bu sevgili kullarına bazı yetkiler, imkânlar, özellikler bahşetmiştir, bunlar bizim şefaatçilerimizdir, bizler günahkâr olduğumuz için doğrudan Allah'tan istemeye yüzümüz yok, belki bunlar sayesinde Allah dileklerimizi kabul eder.’

Bu gibi yanlışlar sebebiyle, ölmüş bir din büyüğünü Allah'ın yakın dostu sayma, ona hayali yetkiler verip Allah'a onun aracılığı ile ulaşma hastalığı Müslümanlara da bulaşmıştır.

Çetinoğlu: Hocam, besmelenin de farkı şekillerde tercüme edildiğine rastlanılıyor…

Bayındır:Besmele’ diye bilinen ‘Bismillahirrahmanirrahim’, Türkçeye farklı şekillerde tercüme edilmiştir. Fark, Rahman ve Rahim kelimelerinden kaynaklanmaktadır. Bunlar rahmet kökünden türetilmiştir. Rahmet, iyilik ve ikramı gerektiren incelik anlamınadır. Ama bazen yalnız incelik, bazen de yalnız iyilik ve ikram anlamında kullanılır. Allah'ın özelliği olarak kullanılınca sadece iyilik ve ikram anlamı kast edilir.

Rahman ‘rahmeti her şeyi kuşatan’ demektir. Bu özellik Allah'tan başkasında olmaz. Rahim ise ‘rahmeti bol’ demektir. Rahmet bolluğu Allah'ın dışındaki varlıklarda da olabilir. Bu sebeple rahim sıfatı Kur'ân'da Peygamberimiz için de kullanılmıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: Size kendi içinizden bir elçi geldi. Sizi sıkıntıya sokan her şey onu da sıkar. O size pek düşkündür. Müminlere karşı çok şefkatli ve rahimdir.’ (Tevbe 9/128)

‘Rahman’ı Türkçeye ‘iyiliği sonsuz’ diye çevirdik. Çünkü Allah'tan başka kimsenin iyiliği sonsuz olamaz. ‘Rahim’i ise ‘ikramı bol’ diye çevirdik. Çünkü bu özellik insanlarda da olabilir. Sonunda Besmelenin Türkçe tercümesi şöyle oldu: ‘İyiliği sonsuz, ikramı bol Allah'ın adıyla

Bize göre bu tercüme en doğru tercümedir.

Çetinoğlu: Hamd ve şükür kelimeleri hakkında neler söylersiniz?

Bayındır: Hamd; birini, yaptığı iyi bir işten dolayı övmektir. Buna ‘medih’ de denir. O iyi işi, sizin için yaptı diye övmek şükür olur. Türkçede buna teşekkür denir. Kişinin, kendi katkısı olmadan sahip olduğu şeyle övülmesi, sadece medih yani övgü olur. Hamd şükürden, medih de her ikisinden kapsamlıdır.

Birinin size iyi davrandığını söylemeniz hem hamd, hem şükür hem medih olur. Size yaptığı iyilikten bahsetmeden ‘O iyidir’ demeniz, hamd ve medihtir ama şükür değildir. ‘Uzun boylu ve zekidir’ demek ise sadece medih olur. Çünkü zekâyı ve uzun boyu, kendi çalışmasıyla elde etmemiştir. Bunlar iç içe geçen halkalar gibidir. Her şükür, hamd ve medihtir. Her hamd medihtir ama şükür değildir. Her medih hamd ve şükür olmayabilir.

el-hamdu lillah’ sözünün başındaki ‘el’ takısı, ‘hamd’ kelimesine cins anlamı kazandırır ve ‘bütün hamdler Allah'a aittir’ demek olur. Hamd; birini, yaptığı iyi bir işten dolayı övmek, olduğundan ‘Yaptığı her şeyi doğru ve güzel yapmak Allah'a mahsustur’ anlamı çıkar. Bütün bu anlamları içine alması ve şiir yüklü bir yapıda olması sebebiyle biz ‘el-hamdu lillah’ sözünü, ‘Allah neylerse güzel eyler’ şeklinde tercüme etmenin uygun olacağı kanaatindeyiz.

Çetinoğlu: Hocam, ‘Şefaat’ konusunda da ‘doğru’ bilinen yanlışlar var…

Bayındır: Şefaat sözlükte, yardımcı olmak ve bir şey istemek için birine eşlik etmektir.  İnsanlar arasında bu tür ilişkiler olur. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Her kim iyilik için şefaat ederse (arka çıkarsa) bundan kendine pay vardır. Her kim de kötülük için şefaat ederse (arka çıkarsa) onun da bundan sorumluluğu vardır. Allah her şeyi korur ve kollar.’ (Nisa 4/85)

Şefaat daha çok, saygın birinin Allah'ın yanında başkasına arka çıkması ve yardımcı olması anlamında kullanılır.  Allah Teâlâ böyle bir şefaati kabul etmez. O, şöyle buyurur: ‘Öyle bir günden çekinin ki, o gün kimse kimsenin cezasını çekmez. Kimseden şefaat kabul edilmez. Kimseden fidye alınmaz. Onlar yardım görmez halde olurlar.’ (Bakara 2/48)

Rablerinin huzurunda toplanacakları günden korkanları Kur’an ile uyar; onların Allah’tan başka ne bir dostları ne de şefaatçileri olur. Bekli kendilerini korurlar.’ (En'am 6/51)

‘De ki: O şefaat, bütünüyle Allah'ındır.’ (Zümer 39/44)

Çetinoğlu: Şefaat talep etme ihtiyacı nasıl doğar?

Bayındır: Allah'a tam güvenemeyenler, O’nun yanında kendilerine arka çıkacak ve yardımcı olacak güçlü birini ararlar. Böyle biri olmadığı için hayallerinde üretir ve ona kul olurlar. İşte şefaat bu hayali ihtiyaçtan doğar. Allah Teâlâ şöyle buyurur:Allah ile kendi aralarına koydukları öyle şeye kul olurlar ki, onlara ne bir zararı olur ne de fayda sağlar. ‘Bunlar Allah katında şefaatçilerimizdir’ derler. De ki: ‘Göklerde ve yerde, Allah'ın bilmediği bir şeyi mi O’na bildiriyorsunuz?’ Allah, onların şirk koştuklarından uzak ve yücedir.’ (Yunus 10/18)

Kişiyi Allah'a karşı koruyacak olanın Allah'tan güçlü ve merhametli olması ve O’nu daha iyi tanıması gerekir. Böyle biri ancak ikinci tanrı olur. Bunun farkında olan Katolikler, şirklerini pekiştirircesine İsa aleyhisselam hakkında şöyle derler: ‘Şimdi o, Baba'nın yanında Hıristiyanların avukatlığını yapıyor. Onlar lehine aracılık etmek için hep canlıdır. Allah'ın huzurunda daima hazır bulunmaktadır.  Kendisi aracılığı ile Allah'a yaklaşanları tamamen kurtarmaya gücü yeter.’

Çetinoğlu: Müslümanlarda şefaat ihtiyacı meselesine gelebilir miyiz Hocam?

Bayındır: İslamda böyle bir inanç olamaz. Ebû Hureyre'nin bildirdiğine göre ‘Kabilenin en yakınlarını uyar’  âyeti inince Allah'ın elçisi şöyle bir konuşma yaptı: ‘Ey Kureyş topluluğu! Kendinizi kurtarmaya bakın; Allah'ın yanında size bir faydam olmaz. Ey Abdumenaf oğulları! Allah'ın yanında size faydam olmaz. (Amcasına,) Ey Abdulmuttalib oğlu Abbâs! Allah'ın yanında sana faydam olmaz. (Halasına,) Ey Safiyye! Allah'ın yanında sana faydam olmaz. (Kızına,) Ey Muhammed kızı

Fatma! Benim malımdan dilediğini iste. Ama Allah'ın yanında sana faydam olmaz.’ dedi. (Buhari, Vesâyâ, 11)

Çetinoğlu: Büyük günah işleyenlere söz verilen şefaat nedir? O konuda bilgi verir misiniz?

Bayındır: Bütün ayet ve hadisler, mahşer yerinde şefaatin olmayacağı konusunda ittifak etmiştir. Ama Cehenneme gitmiş Müslümanların oradan çıkarılıp Cennetteki yakınlarının yanlarına yerleştirilmesi anlamında şefaat vardır. Bu, büyük günah işlemiş ve tevbe etmeden ölmüş olanlara söz verilen şefaattir.

Büyük günahlardan kaçınanlarla, bu günahları işledikleri halde tevbe edip ıslah olanlar doğrudan Cennet’e gideceklerdir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

Size konan yasakların büyüklerinden kaçınırsanız, günahlarınızı örter, sizi şerefli bir yere yerleştiririz.’ (Nisa 4/31)

Göklerde ve yerde olan her şey Allah’ındır. Bu, kötü davrananları yaptıklarına karşılık cezalandırsın; güzel davrananları da daha güzeli ile karşılasın diyedir. Onlar, günahların büyüklerinden ve fuhuş çeşitlerinden[1] kaçınanlardır; diğer günahlar başka. Senin Rabbinin affı kapsamlıdır.’ (Necm 53/31-32)

Yaptıklarından daha güzeli ile karşılanacaklarına dair söz verilen kimselerle ilgili olarak Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

Önceden daha güzeli ile karşılama sözü verdiklerimiz Cehennemden uzak tutulacaklardır. O büyük dehşet onları üzmeyecek, ölümsüz olarak canlarının çektiği şeyler içinde olacaklardır. Melekler bu sizin gününüz, size söz verilen gündür diyerek onları karşılayacaklardır.’ (Enbiya 21/101-103)

Büyük günahlarla mahşer yerine gelenlerin iyilikleri ile kötülükleri tartılacaktır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

Kimin sevabı ağır gelirse, mutlu eden bir hayata kavuşur. Kimin de sevabı hafif kalırsa, onun anası Haviye olur. Haviye nedir, nereden bileceksin? O, kızgın bir ateştir.’ (Karia 101/6-11)

O gün tartı yapılacağı gerçektir. Kimin sevabı ağır basarsa onlar umduklarına kavuşurlar. Kimin sevabı hafif kalırsa onlar da âyetlerimiz karşısında yanlış davranmaları sebebiyle kendilerini harcamış olurlar. (Araf 7/8-9)

Günahları ağır basan Müslümanlar cehenneme gideceklerdir. Ama Allah Teâlâ, şirk günahı ile gelmeyen bu kişilerle ilgili şöyle buyurmuştur: Allah şirki bağışlamaz, onun dışında kalanı bağışlanmayı hak eden için bağışlar.’ (Nisa 4/48)

Bağışlanmayı hak etmek için Cehenneme girip cezalarını çekmeleri gerekir. İşte şefaat edilecek olanlar bunlardır. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle dediği rivayet edilmiştir:

Şefaatim, ümmetimden büyük günah sahipleri içindir.’

Hadisi rivâyet eden Câbir dedi ki: ‘Büyük günahı olmayanın şefaate ne ihtiyacı olur!’[2]

Bunlar, kendilerine verilen sözden ötürü sürekli af beklentisi içinde olurlar. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘(Orada) Rahman’dan söz almış olanlar dışında kimse şefaate nail olamayacaktır.’ (Meryem 19/87)

Onlar cezalarını çektikten sonra cennetteki yakınlarının yanına yerleştirileceklerdir.  Allah Teâlâ buyurmuştur:  ‘Kendini koruyanlar bahçelerde ve nimetler içinde olurlar; Rablerinin verdikleri ile safa sürerler. Rableri onları Cehennem’in azabından korumuştur. Onlara;Yiyin için; afiyet olsun; bu, sizin yaptığınıza karşılıktır.’ denir. Sıra sıra dizilmiş sedirlere yaslanırlar. Yanlarına ceylan gözlü huriler veririz. Soylarından inanarak kendilerini takip edenleri de bu müminlere katarız ama onların yaptıklarının değerini eksiltmeyiz. Herkes kendi kazandığına karşılık rehindir. (Tur 52/17-21)

İşte büyük günah işlemiş olan müminlere söz verilmiş şefaat budur.  Onları cehennemden çıkarma şerefi Peygamberimize ve doğrudan cennete giren müminlere verilecektir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘O gün şefaatin faydası olmaz, Rahaman'ın izin verdiği kişinin, lehine söz söylenmesine razı olduğu kişi için yaptığı başka.’ (Taha 20/109)

Çetinoğlu: Hocam, izninizle başka bir konuya geçebilir miyiz? Oruç ve fidye hakkında bilgi lütfeder misiniz?

Bayındır: Allah Teâlâ şöyle buyurdu: ‘Sayılı günler... Sizden kim o günlerde hasta veya yolcu olursa, o günler sayısınca diğer günlerde oruç tutsun. Onu tutabilenlere bir yoksulu doyuracak fidye de gerekir. Kim bir hayrı içten gelerek yaparsa onun için daha iyi olur. Oruç tutmanız sizin için daha iyidir. Eğer bilmiş olsaydınız...’ (Bakara 2/184)

Ayette geçen (ve alellezîne yutlkûnehû) ifadesi ‘... Onu tutabilenlere...’ anlamındadır. Ancak âlimlerimizin çoğu âyete; "...Onu tutamayanlara...’ şeklinde olumsuz anlam vermişlerdir.

Çetinoğlu: Bu şaşırtıcı durumun sebep ve sonuçları hakkında bilgi lütfeder misiniz? 

Bayındır: Önce olumlu anlam ile ortaya çıkan hükümleri ve anlamı olumsuza çevirmenin sebep ve sonuçlarını görmeye çalışalım: Bakara 184. âyetteki ‘…Onu tutabilenlere…’ Şeklinde olumlu anlam verince, ‘onu’ zamiri ya bu âyette sözü edilen hasta ve yolcuların, tutamadıkları Ramazan orucunu kaza etmeleri veya 183. ayette yer alan orucu gösterir.

a- Zamirin Orucu Göstermesi

184. âyette olan ‘Onu’ zamirinin 183. âyetteki orucu gösterdiğini söyleyenlere göre yolcu ve hasta olmayıp oruç tutabilenler önceleri serbestti; isteyen tutar, isteyen de tutmaz bir fakiri doyururdu. Sonra ‘Sizden kim Ramazanı yaşarsa, o ayı oruçlu geçirsin...’ (Bakara 2/185) âyeti geldi ve bu hükmü nesh ederek ortadan kaldırdı.  Buna göre 184. âyetin açılımı şöyle olur: ‘Orucu sayılı günlerde tutun. Sizden kim hasta veya yolcu olur da oruç tutamazsa, o günler sayısınca diğer günlerde tutsun. Hasta veya yolcu olmayıp gücü yerinde olanlar oruç tutmazlarsa onun yerine bir yoksulu doyuracak fidye vermeleri gerekir...’

Demek ki ilk zamanlar, hasta ve yolcular, tutamadıkları oruçları kaza etmek mecburiyetinde oldukları halde oruç tutabilecek olanlar serbesttiler; isterlerse oruç tutmaz, yerine bir yoksul doyuracak fidye verebilirlerdi. Bu bir çelişkidir, Allah'ın kitabında çelişki olmaz. Bu iddia, bunun dışında üç açıdan daha eleştirilebilir:

a) Ayetin metni muhayyerlik değil, vücub ifade eder. ‘ve alellezîne yutikûnehû fidyetün taâmu miskinOnu tutabilenlere bir yoksulu doyuracak fidye gerekir.’ cümlesi, mübteda ve haberden oluşan isim cümlesidir. Haber, efâl-i ammeden olup hazfedilmiştir. İsim cümlesi sübut ve devam ifade eder. Çocuğun emzirilmesi ile ilgili şu âyet de aynı yapıdadır: ‘ve ale'l-mevlûdi lehû rizquhunne ve kisvetuhunne bi'l-ma'rûf  / (Sütannenin) gıda ve giyeceğini temin; çocuk kendi için doğurulmuş babanın görevidir.’ (Bakara 2/233) Bu ve benzeri âyetlere, vücub anlamı verilirken yalnızca yukarıdaki âyete muhayyerlik anlamı verilmesinin bir gerekçesi yoktur.

b) Burada nesihten bahsedilemez. Çünkü nesh eden âyet, ya önceki ile aynı hükmü veya daha hafif bir hükmü içerir.

Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Biz bir âyeti nesh eder veya unutturursak, yerine ya daha hayırlısını, veya dengini getiririz.’ (Bakara 2/106) Oruç tutabilenlere verildiği iddia edilen ruhsatın kaldırılması, hükmün ağırlaştırılmasıdır. Böyle bir nesih olamaz.

c) Üçüncü husus şudur: Ayette hasta ve yolcuların tutamadıkları orucu kaza etmelerinden bahsediliyor. Zamirin en yakınını göstermesi esas olduğundan ‘... onu...’ zamirinin bu âyetteki ‘oruç kazası’nı değil de 183. âyetteki ‘orucu’ göstermesi için bir karine gerekir. Okuduğumuz yerlerde böyle bir karineden bahsedilmemektedir. Bize göre Ramazan bayramında verilen fitre bunun karinesi olabilir. O zaman âyetin anlamı şöyle olur: ‘Ramazan orucunu tutabilenlerin bir miskini doyuracak fidye vermeleri gerekir.’

Fidye, kişinin ibadetteki eksiğini gidermek için ödenmesi gereken bedeldir.  İkrime'nin İbn Abbâs'tan rivayetine göre ‘Peygamberimiz fitreyi, oruçlunun ağzından çıkabilecek olan boş ve çirkin sözler için bir temizlik ve çaresiz kalmış kişiler (miskinler) için yemek olsun diye farz kılmıştır. Kim onu (bayram günü) namazdan önce verirse makbul bir zekât olur. Kim de namazdan sonra verirse sadakalardan bir sadaka olur.’

Abdullah b. Ömer demiştir ki; ‘Allah'ın Elçisi sallallahu aleyhi ve sellem fitır veya Ramazan sadakasını; erkeğe, kadına, hüre ve köleye, hurmadan bir sa’ (1)  veya arpadan bir sa’ olarak farz kıldı, insanlar bunu yarım sa’ buğdayla denkleştirdi.’

Oruç; kadın, erkek, hür ve köle her Müslüman'a farzdır. Hadisler, fitrenin de aynı şekilde farz olduğunu açıklamıştır. Ayetteki ‘orucu tutabilenlere’ ifadesi, bu hadis ile örtüşmektedir.

b- Zamirin Kaza Orucunu Göstermesi

‘Onu tutabilenlere.’ âyetindeki ‘onu’ zamirinin kaza orucunu gösterdiğini söyleyenler, iki ayrı görüş ortaya koymuşlardır:

Hasta ve yolcular iki kısımdır. Bir kısmı oruca dayanamazlar; bunlar daha sonra kaza orucu tutarlar. Bir kısmı da fazla sıkıntı çekmeden oruç tutabilirler. İşte âyet; bunların ikinci kısmını, oruçla fidye arasında muhayyer bırakmıştır. Fahrettin Razi, bu görüşten başkasına itibar edilemeyeceğini söyler.

Bize göre âyetin manası vücub ifade ettiğinden ona dayanılarak muhayyerlik yorumu yapılamaz.

Ebû Hayyân'a göre İmam Mâlik bu âyeti şöyle yorumlamıştır: Ramazan ayı gelene kadar, tutma gücü olduğu halde önceki Ramazandan kalma kaza orucunu tutmayana fidye gerekir.  Bu görüşü kabul etmek iç