Ali DEMİREL

Yazar - Ziraat Mühendisi

Haçlı Orduları Kudüs’te

Geçen sayımızda ‘önümüzdeki sayıda Kudüs’te buluşalım’ demiştik’ ya,  hoşa gidecek bir buluşma değil ama tarihi gerçeklerle de yüzleşmek zorundayız.

Haçlı orduları 7 Temmuz 1099 da Kudüs önlerine geldiler ama hemen saldırmadılar. Çevreyi kolaçan ettiler adeta oralara kadar gelişlerinin, şaşkınlık-heyecan ve de hazzını yaşıyorlardı. Hemen ertesi günü şehri kuşatma altına aldılar. Kudüs kenti dışarıdan yapılacak saldırılara karşı iyi tahkim edilmişti dolayısıyla Haçlı orduları surlardan içeri giremiyorlardı. Bu arada onların yardımına, gemilerle doğu Akdeniz sahillerine, gelmiş olan ve o an için Yafa’da bulunan Cenevizliler yetişti. Cenevizliler pek çok malzeme ve erzakı Haçlı ordularına vermekle kalmayıp gemilerini dahi parçalayarak kerestelerini verdiler. O kerestelerden iki tane (o zamana göre devasa ) kuşatma kulesi yapıldı. Kulelerin yapılması ve diğer hazırlıklar 14 Temmuz günü tamamlandı. Sabaha karşı yani 15 Temmuz’un şafak vakti Haçlı orduları saldırıya geçti. Kulenin birinden Haçlı askerleri şehre girmeye başladılar. Bunu haber alan, kenti savunan güçlerin komutanı sanki böyle bir şeyi bekliyormuş gibi hemen teslim oldu…

Haçlı orduları Kudüs’ü ele geçirdiler. Sizce kentte ne yaptılar? Tarihi kayıtlara bakalım:

“15 Temmuz 1099 günü öğleden sonra, akşam üstü ve ertesi sabah Haçlı ordusu mensupları Kudüs'te bulunan bütün Müslümanları ve Yahudileri öldürmeye başlayıp dünya tarihinde eşine az rastlanır bir vahşet gerçekleştirdiler. Haçlı ordusu Kudüs'te iki gün içinde şehirdeki 70 binden fazla olmak üzere tüm Müslümanları ve Yahudileri kılıçtan geçirdiler.”  (özgür ansiklopedi)

“... bizim askerlerimiz Süleyman Tapınağına kadar onları katlederek, öldürerek takip ettiler; burada katliamla o kadar çok kişi öldürülmüştü ki ölenlerin akan kanı katliama devam eden askerlerimizin ayak bileklerine kadar yükselmişti.”  ("Gesta Francorum –adlı tarih-eser)

“Bu tapınakta 10.000 kişi öldürüldü. Gerçekten orada olsaydınız ayaklarımızın ayak bileklerine kadar öldürülenlerin kanı ile kaplı olduğunu görürdünüz. Daha başka ne denilebilir? Buradaki hiç kimse hayatta bırakılmadı; ne kadınların ne çocukların hayatını bağışladılar.” (tarihci; Chatres’li Fulcher)

Aslında Haçlı tarihçiler de birer Haçlı askeridir, yazarken duygu ve düşüncelerine gem vururlar ama bazıları buna bile gerek duymaz ve olanları öğünerek yazar. Bunlardan birisi de Aguiles’li RAYMUND, Historia francorum gui ceperunt Jheruselam , adlı eserinde böbürlenerek şöyle yazıyor:

“Görülmeye değer harika sahneler gerçekleşti. Adamlarımızın bazıları - ki bunlar en merhametlileriydi - düşmanların kafalarını kesiyorlardı. Diğerleri onları oklarla vurup düşürdüler, bazıları ise onları canlı canlı ateşe atarak daha uzun sürede öldürüp işkence yaptılar. Şehrin sokakları, kesilmiş kafalar, eller ve ayaklarla doluydu. Öyle ki yolda bunlara takılıp düşmeden yürümek zor hale gelmişti. Ama bütün bunlar, Süleyman Tapınağı'nda yapılanların yanında hafif kalıyordu. Orada ne mi oldu? Eğer size gerçekleri söylersem, buna inanmakta zorlanabilirsiniz. En azından şunu söyleyeyim ki, Süleyman Tapınağı'nda akan kanların yüksekliği, adamlarımızın bileklerinin boyunu aşıyordu.”  

“Kutsal şehrin nüfusu kılıçtan geçirildi ve Frenkler bir hafta süren bir Müslüman katilamına giriştiler. Mescid-i Aksa Camiinde yetmiş binden fazla kişiyi öldürdüler.”  (Arap tarihci Ibn-i al Athir (1160-1233) Al-Kamil fi'l Tarih (Mukkemmel Tarih)" adlı 13 ciltlik abide eserinden)

“Camii Ömer’de İslam kanı, atlı bir süvarinin dizlerine kadar çıkacak bir dereyi bulmuştu” (Tarihçi Seignobos  bu katliama tanık olmuş ve böyle yazmış)

“…Ordu bir İncil fanatizmiyle kesip biçti… … Yahudiler de dahil herkes katledildi. Erkekler, kadınlar, çocuklar kılıçtan geçirildi ve bir çoğuna önce işkence edildi…”  (Mike PAİNE’in CRUSADES adlı eserinden)

Kudüs’te de Hatay’da olduğu gibi hunharca katliamlarına devam eden Haçlılar; yetişkinleri, kadın ve çocukları kestikten sonra, şehirdeki kiliseye giderek kanlı elleriyle Hz. İsa’ya dua ediyorlardı!.. Ne dersiniz? Allahın peygamberi Hz. İsa’nın insanlara vaaz ettiği Hıristiyanlık bu olabilir mi?

Kudüs ve çevresini tamamen denetimleri altına alan Haçlılar, yine Hatay’da olduğu gibi burada da uyduruk bir Hıristiyan devleti kurdular. Kurdukları bu devlete ‘Kudüs Krallığı’ adını verdiler ve kral olarak da Godefroi de Bouillon’u seçtiler…

Kudüs Krallığı, Urfa Kontluğu, Hatay Prensliği ve Trablus (şam) Kontluğu adları ile dört tane uyduruk devlet kuran Kaçlılar; bölgeyi denetimleri altına aldılar. Bu arada Arap yöneticileri ve şeyhleriyle sıkı bir işbirliği içine girdiler. Bölge neredeyse tamamen Hıristiyanların rahatça at oynattıkları bir duruma gelmişti. Hıristiyan olmayan ve Haçlılara hizmet etmeyenler sürekli baskı altındaydılar. Ağır vergiler, keyfi baskılar, cinayetler halkı yıldırmış durumdaydı. Arap yöneticiler de Haçlıların maşası durumuna gelince, gerçek Müslümanlar için yaşam çekilmez hal almıştı. Urfa’dan Doğu Akdeniz sahillerine kadar bütün bölge Haçlıların denetimi ve etkisi altındaydı. Gerçi söz konusu bölgenin tamamı Haçlıların elinde değildi ama pek çok yerel Arap yöneticinin Haçlılarla işbirliği içinde oldukları dikkate alınınca, gerçek Müslümanlar açısından durum çok kötüydü.

Pekiyi Haçlılara karşı, o bölgede en azından biraz direnç gösterecek kimseler yok muydu? Olmaz olur mu elbette vardı. Her ne kadar Selçuklu İmparatorluğu çok zayıflamış ve Anadolu’yu elinde tutma telaşı içindeyse de Selçukluya bağlı bazı illerdeki Türk unsurlar hemen harekete geçmişlerdir. Bunlardan en önemli olanı Halep Valisi’nin oğlu olan AKSUNGUR’dur. Bu alperen Türk yiğidi, bilinen uzun adıyla İmameddin Zengi İbni Aksungur, bütün varlığını ve de canını ortaya koyarak Haçlılarla savaşmaya koyulmuştur. Etrafına topladığı biraz Türk ve inançlı gerçek Müslümanlardan oluşan askerleriyle o bölgede fırtına gibi esmektedir. Bakın onun hakkında bir Hıristiyan yazar olan Mike PAİNE, Türkçeye ‘Haçlı seferleri’ adıyla çevrilen ‘crusades’ adlı eserinde ne yazıyor:

 “… Zengi diye bahsedilen İmameddin Zengi İbni AKSUNGUR Halep valisinin oğluydu…   … Urfa’yı fetheden Zengi idi. O kendisini İslam’ı Frenklerden kurtaracak adam olarak görüyordu ve onlarla doğrudan döğüşmediği zamanlarda Hıristiyanlarla ittifak etmeyi tercih eden Müslümanların üzerine gidiyordu…”

Evet! İşte bu… Aksungur, inançlı Müslümanları çevresinde toplayarak sürekli büyüttüğü askeri varlığıyla Haçlılar ve onların maşası haline gelen sözde Müslüman olan hainler için büyük bir tehlike haline gelmişti. Büyük bir saldırı için hazırlıklara başlamış, Şam’ın üzerine yürüyecekti. Şam’ı ele geçirdiğinde gerçek Müslümanlar arasında ünü daha da artacak yeni katılımlarla daha da büyüyeceğine kesin gözüyle bakılıyordu. Ama… Ne yazık ki Haçlılara hizmet eden bir Arap prensine yaptığı baskın sırasında bir hadım tarafından öldürüldü denilmekte., daha doğrusu Haçlı tarihçiler tarafından böyle kayda geçirilmiş.  Ama ben buna inanmıyorum! Öyle sıradan birilerinin hatta haçlılarla savaş halindeyken bile kolay kolay öldürülebilecek biri değildi o. Öyleyse ne oldu da öldü? Sözde Müslüman olan hainler ile Haçlıların bir kalleşliği akla gelmekte… Bence Aksungur Atamızın ölümü araştırılmalı; ne bulunabilir, o da ayrı!

Aksungur Ata öldürüldükten sonra Haçlılar çok sevinmişlerdi ama sevinçleri kursaklarında kalacaktı çünkü Aksungur’un oğlu Nureddin babasının kaldığı yerden görevi devraldı. Yukarıda zikrettiğim kitapta bu konu şöyle dile getirilmiş:

“Frenkler toplu bir rahatlama nefesi almış olmalılar. Rahatlıkları kısa ömürlüydü. Zengi’nin oğlu Nureddin babasıyla aynı türden ve aynı niyette – kılıçtan geçiremediği Frenkleri koşa koşa Avrupa’ya göndermek – olduğunu kanıtladı….”

Evet bu kez Nureddin Zengi Haçlılara ve onların yardakçılarına karşı amansız bir mücadele başlattı. Hemen asker toplamaya ve hazırlıklara başlayan Nureddin Zengi kısa zamanda Haçlılarla başa çıkabilecek bir ordu oluşturdu. Bu arada Haçlılar da boş durmuyor çevrede ele geçiremedikleri yerleri basıyor, alıyor yağmalıyorlardı, mesela; böyle bir saldırıyla sahil kalesi durumunda olan Ascalon’u ele geçirdiler. Nureddin Haçlıların gücünün farkındaydı ama yine de onları gözüne kestiriyordu. Tam da savaş hazırlıklarına başlamışken o bölgeyi 1156 yılı depremleri vurdu. Meydana gelen tahribat çok fazlaydı. Nurettin her şeyi bir tarafa bırakıp halkın yardımına ve tahribatın tamiratına girişti…

Bu arada Haçlıların işbirliği yaptıkları bir başka hain gurubundan bahsetmezsem hiç olmaz:  Sözde Müslüman bir tarikat olarak görünen, nasıl bir sapıklık içinde oldukları iyi bilinen bir terör örgütü, o çağda çok faal haldeydi. Devlet adamlarına ve yöneticilere suikast düzenlemekte çok ünlüydüler. Batini, Haşhaşi… gibi adları olan bu sapık ve İslam düşmanı tarikat Haçlılarla işbirliği içindeydi. Karşılıklı olarak birbirlerinden faydalanıyorlardı. Tarikatın Haçlılara yardımı oldukça kapsamlıydı, hele Haçlıların içinde dehşet saçıcı bir topluluk olan Tapınak Şövalyeleri ile çok içlidışlı hale gelen Haşhaşiler; onlara devlet adamlarına ve ordu komutanlarına nasıl suikast yapılacağını dahi öğretiyorlardı. Böylesi yepyeni suikast teknikleriyle tanışan haçlıların (günümüzde dahi Avrupalılarca kullanılan) dillerine ‘Hassasiyan’ sözcüğü suikastçı olarak geçmiştir. Ayni kitaptan bu konudaki alıntı şöyle:

“… Amalrik 11 73’te Haşhaşiler’den Nureddin’e karşı ittifak öneren elçiler kabul etmişti. Liderleri Raşideddin Sinan – ünlü Dağların Yaşlı Adamı – kurnaz ve tehlikeli bir muhalifti. Müttefik olarak en azından rahatsız edici rolünü oynayabilecek bir teröristi temsil etmekteydi…”

Nureddin Zengi, deprem yaralarını sardıktan sonra tekrar hazırlıklara başladı, Haçlıların üstüne gitmek için adeta sabırsızlanıyordu. Bu arada çaşıtlarından aldığı haberlere göre Fatimiler yani Mısır tarafı hiç güvenli değildi. Savaş sırasında haçlıların yanında yer almayacaklarını kimse garanti edemezdi. Onların Haçlılarla sürekli görüştükleri biliniyordu. Bu durumda önce Mısır yöresinin halledilmesi gerekliydi. Nurettn Zengi, Ordunun başında tek adam ve tek yönetici olarak kalmak istemiyordu belki de babasının başına gelenden dolayı, yanında kendi yerine geçebilecek adam yetiştirme yoluna gitmişti. İki kişi yetiştirmişti Şirkuh ve Selahaddin. Ordunun büyük bir bölümünü bu ikisinin eline vererek Mısır işini halletmeleri için görevlendirdi. Şirkuh devlet adamı olarak ve de komutan olarak daha iyiyiydi.  Nureddin orduyu savaş için çok iyi hazırlamıştı; savaşa hazır, yetenekli bir orduyla yola çıkan Şirkuh ve Selahaddin kısa sürede Mısırı ele geçirdiler. Aradan çok zaman geçmeden daha henüz Mısır zaferi kutlanırken Şirkuh öldü! Ve Mısır’da tek yetkili Selahaddin oldu. Bu ölümün nedeni hiç belli değil, her tarihçi kendine göre bir şeyler yazmış ama en azından bence bu doğal bir ölüm değil. O günlerde Haçlıları Amalric ve baronları yönetmekteydi ve bunların Mısırdaki yöneticilerle aralarının iyi olduğu biliniyor, karşılıklı görüşüyorlardı, böyle bir görüşmede Selahaddin de bulundu mu bilinmez? Bakın Mike Paine bu ölüm konusunda ne diyor:

“… Bunun için kim suçlanırsa suçlansın Amalrik ve baronları bir şey üzerine anlaşmışlardı; artık gerçekten gırtlaklarına kadar bunun içindeydiler…”

Nureddin Haçlıların üzerine yürümekte kesin kararlıydı ama Selahaddin hep yan çiziyor, Haçlılarla savaşmaktan hep geri duruyordu. Gerek Şirkuh’un şüpheli ölümü gerekse Selahaddin’in Haçlılarla savaşmaktan sürekli kaçınması Nureddin’i iyice şüphelendirdi. Gün geçtikçe Selahaddin daha da güvensiz hale gelmişti. Nureddin Selahaddin’e haber göndererek derhal gelmesini emretti ama o, çeşitli mazeretler göstererek Nurettin’in yanına gelmek istemiyordu, bu durum şüpheleri iyice artırdı. Yine Paine’nin ‘Haçlı Seferler’ kitabından:

“… Mazeretleri daha büyük bir kuşkuyla karşılaştı; özür dileyişleri ve saygı yeminleri giderek daha az ikna edici hale geldi. Sonunda onu kurtaran şey Nureddin’in 1174’teki ölümüydü. Frenklerin bu olaydan duydukları sevinç…”

Bu konuda bir başka kaynağa da bakalım: M. Orhan BAYRAK, ‘Türk İmparatorlukları Tarihi’ adlı eserinde bu olayı anlatırken şöyle yazıyor:

“… Nureddin Zengi şüphelenip Selahaddin’i yanına çağırınca Mısır’da çıkan bazı ayaklanmaları bastırdığına dair bahanelerle gitmedi. Niyetini anlayınca Selahaddin’i cezalandırmak istedi. Bu hazırlığını yaparken 1174 yılında Nureddin Zengi öldü… “   

Anlaşılacağı gibi Nureddin Zengi Selahaddin’i ortadan kaldırmak istemiştir! Çaşıtlarından neyi öğrendi de böyle bir karar aldı? Defalarca çağırdığı halde Selahaddin gelmiyor! Demek ki suçunu biliyor, suçu neydi? Şirkuh nasıl öldü? Haçlılar bu işin içindeyse Selahaddin neresinde? Selahaddin Haçlılarla niçin savaşmak istemiyor?.. Nureddin elbette çok şeyler, çok kötü şeyler öğrenmiş olmalı ki kendi yetiştirdiği adamını öldürmek için üzerine gitmeye kalkıştı. Ama her nedense! daha Mısır’a gitmek için yola bile çıkmadan ölüyor! Sapasağlam adam, Haçlılarla savaşa hazırlanıyor ama bir anda ölüyor! Milli tarihçilerimiz ve tarih fakültelerimiz Nureddin Zengi Atamızın ölüm sebebini mutlaka araştırmalılar!

Şimdi bazı okurlarımız; bütün bunlar olurken Selçuklu İmparatorluğu ve Türk ordusu nerede? Diye soracaklardır. Daha önce belirtmiştim; Haçlı saldırıları öyle bir defaya mahsus saldırı değildir, süreklidir ve çeşitli şekillerde devam etmiştir. Haçlılar asıl düşman olarak Türk Milletini görüyorlardı bundan ötürü de saldırılarının asıl hedefleri Türklerdi. Anadolu’ya sürekli seferler düzenliyorlardı ve ne zaman nereden saldıracakları da belli değildi. Bir keresinde Ankara’yı da geçerek ta Niksar yakınlarına kadar gittiklerini, Kılıçaslan’ın onları orada, oraya gömdüğünü yazmıştım. Türklere, dolayısıyla Anadolu’ya saldırmak için fırsat kollayan sadece Haçlılar değildi; Doğu Roma İmparatorluğu da aynı emel peşindeydi. Oysa Haçlılar Doğu Roma’ya karşı hiç de iyi davranmamışlardı; özellikle de İstanbul’da yağma ve talan yapmışlar, anlaşmayı bozarak Hatay’ı onlara vermemişlerdi. Haçlıların kendilerine karşı olan kötü tutum ve davranışlarına aldırmayan Doğu Roma da Türkleri Anadolu’dan çıkarmak istiyorlar, bir bakıma Malazgirt’teki Alpaslan’a yenilgilerinin öcünü almak istiyorlardı. İşte bu amaçlarla Doğu Roma İmparatorluğu yoğun bir askeri hazırlık içine girdi. Nasıl olsa Selçuklu İmparatorluğu Alpaslan ve Melikşah dönemindeki gibi çok güçlü değildi, üstelik Haçlı orduları sürekli gelişleriyle Türk ordusunu iyice zayıflatmıştı. Tam zamanıydı; Türkleri Anadolu’dan atıp Küçük Asya’yı ele geçirmek için fırsat ayalarına kadar gelmişti… Doğu Roma İmparatorluğu büyük bir ordu hazırladı. Hazırlanan ordu, Selçuklu İmparatorluğu’nun ordusuna göre çok üstündü. Bütün Anadolu’yu ele geçirmek için öncelikle Türk yönetiminin merkezi durumunda olan Konya’dan vurmak istiyorlardı. Orayı ele geçirmek demek Türk İmparatorluğunun beynini ele geçirmek gibi olacaktı… Hazırlanan ordu hemen yola çıkarıldı, ilk hedef Konya idi devamında ise bütün Anadolu ele geçirilecekti. Doğu Roma İmparatorluğu yöneticileri bu hazırlıkları yapıp ordularını yola çıkardıklarında Türk çaşıtlar sürekli haber peşindeydi ve elde ettikleri bilgileri Selçuklu İmparatorluk yetkililerine iletmekteydiler. Doğu Roma ordusu yola çıktığında Selçuklu ordusu da kendince hazırlanmıştı. Düşmanın gelişi sürekli uzaktan izleniyor, zaman zaman küçük birliklerle ani baskınlar bile düzenleniyordu. Selçuklu ordusunun komutanları, kendi ordularına göre düşmanın çok fazla olduğunu ve iyi savaşan paralı askerlerinin çoğunlukta olduğunu biliyorlardı, bundan ötürü düz bir ovada iki ordunun klasik bir savaşa tutuşmasından yana değillerdi. Korktuklarından mı? Asla! Onlar öyle Alperenler ki, milli varlıkları, vatanları ve dinleri için ölümü göze almış yiğitler. Düşmanın karşısına çıkıp hepsi de şehit oluncaya kadar savaşabilirlerdi ama bu neye yarardı? Düşman emeline ulaşırdı. Vatan ve millet için onların diri olmaları gerekliydi. Bu arada Selçuklu İmparatorluğu yetkilileri defalarca elçi göndererek barış yapmak istediklerini ortaya koydular ise de Doğu Roma’nın savaşmak ve yok etmekten başka düşüncesi olmadığı elçilere verdikleri yanıtlardan anlaşılmıştı. Türk ordusu düşman ordusunu sürekli gözetliyor, onları uygun bir yerde tuzağa düşürmek için fırsat kolluyordu. Özellikle Bursa yakınlarından itibaren Türk çaşıtlar tarafından sürekli takibe alınan düşman ordusu hakkında gerekli bilgiler düzenli olarak Türk ordusuna iletilmekteydi. Gelen bütün bilgilerin titizlikle değerlendirilmesi sonucu; düşman ordusunun hedefinin Konya olduğu ve muhtemel geçip geleceği yol güzergâhı anlaşılmıştı… Ve düşman ordusu Sandıklı yakınlarındaki Küfi Vadisi ( gavurlar oraya Myriokephalon diyorlar)’ ne doğru gelmekteydiler. Tam bir darboğaz ve o civarın tek geçit veren vadisi olan Küfi Vadisi Türk komutanlar tarafından baskın için uygun görüldü. Askeri açıdan gerekli hazırlıklar yapıldı ve düşmanın, saldırıya en uygun yere kadar gelmesi beklenmeye başlandı… Sonunda düşman ordusu, tam da istenilen yerde tuzağın içine girdi… Sonucu bilirsiniz, o koca Doğu Roma İmparatorluk ordusu orada perişan edildi, düşman ordusu yok edildi, zafer umulandan daha kolay ama beklenenden çok daha muhteşem oldu… Küfi Vadisi (Myriokephalon) savaşı çok çok önemlidir. Anadolu’da Türk varlığının sürdürülmesi bakımından ölüm – kalım mücadelesidir. O savaş bir Çanakkale savaşı, bir kurtuluş savaşı ile inanın eş değerdedir…  Aslında burada size anlatmak istediğim, sözünü ettiğim savaşın ayrıntısı değil, bu konu yine ayrıca irdelenebilir. Anlatmak istediğim şu ki; Selçuklu İmparatorluğu ordusu Anadolu’yu beklemek, korumak ve kollamak zorundaydı. Ordunun Anadolu’dan ayrılması,  çok büyük tehlikeleri göze almak demekti ki bu yapılamazdı… İşte bundan ötürü Türk ordusu Kudüs tarafına gelemiyordu… 

Nureddin Zengi’nin öldürüldüğünü duyan Selahaddin hemen egemenliğini ilan etti. Mısır dahil koskoca bir ülke ve çok iyi hazırlanmış bir orduya sahip olan selahaddin’den ne beklenir? Hiçbir şeyden haberi olmayan Müslümanlar onun Haçlılarla savaşmasını beklediler! Oysa onun Haçlılara saldırmak gibi hiç niyeti olmadığı aşikârdı, bunu uygulamalarıyla hemen ortaya koydu. Haçlılarla iki yıllık bir anlaşma yaptı, neyin karşılığı ve neleri kapsayan bir anlaşmaysa! Elindeki eğitimli orduyla Haçlılara saldıracağına Müslüman vilayetlerine saldırdı. Bilinen o ki Selahaddin para ve şöhreti çok sevmektedir, özellikle de parayı… Müslüman vilayetlerinden epeyce zenginleştiği kesin… Diyelim ki önce içerde birlik sağlamak için bunları yaptı (aslında ona karşı çıkan yoktu zaten). O iki yılın sonunda Haçlılarla bu kez 4 yıllık bir anlaşma yaptı, bu niye?!.. Emrindeki Müslüman ordusu Haçlılara saldırmak için sabırsızlanıyordu çünkü o amaçla eğitildiler ama Selahaddin’in Haçlılara saldırmak şöyle dursun onlara düşmanımız gibi tavır alması bile yoktu. Müslüman askerler bu durumdan çok rahatsızlardı. Bazı Türk komutanların emirlerindeki Türk asıllı askerlerle birlikte Selahaddin’i terk ettikleri biliniyor, sanırım Selahaddin onların ordudan ayrılışlarına memnun bile olmuştur. Haçlılar bölgede diledikleri gibi hareket ediyorlardı. Şu da bir gerçek ki, Haçlılar da parayı çok severler, onlar da çevreyi şu veya bu şekilde talan ediyorlardı.

Henüz 4 yıllık anlaşma dolmadan, Haçlılarla Selahaddin arasında ipler koptu. Sebep de şu: Şam’dan Mısır’a gitmekte olan çok zengin bir kervanı Haçlılar pusuya düşürdüler ve yağmaladılar. Kervan çok zengin olunca ganimet haçlıları çok mutlu etti ne de olsa mal - para! Bu durumu öğrenen Selahaddin Haçlılara elçi göndererek çok miktarda para talebinde bulundu. Haçlılar ise Selahaddin’in istediği parayı vermek istemediler ne de olsa ganimet onlarındı. Tarihçi M. Orhan BAYRAK kitabında olanların bir kısmını şöyle yazıyor:

“… Filistin kralı (yani Kudüs kralı) anlaşmayı bozarak Şam’dan Mısır’a gitmekte olan bir kervanı pusuya düşürdü. Bu olayla ilgili tazminatı Eyyübilere vermeyi de kabul etmeyince Selahaddin Eyyübi savaş açtı. 1187 yılının Temmuzunda Filistin topraklarına girdi. Taberiye gölü yakınında yapılan Hittin Savaşı’nda Kudüs kralını yendi …”

Söz konusu Hittin savaşı incelendiğinde pek de öyle bizim bildiğimiz, o çağın savaşlarına benzemiyor, sanki işin içinde başka işler var gibi…

Şimdi ben bunları böyle yazıyorum ve de daha neler neler yazacağım ya; bazı insanlarımız hemen bana karşı çıkacaklardır. Neden? Şunun için: Bize, Türk Milletine bizim tarihimiz öğretilmedi. Şu anlattığım konu da da bize öğretilmek istenenler Haçlılar tarafından hazırlanmış, yazılmış veya yazdırılmış sözde tarihi bilgilerdir. İrdelendiğinde gerçekler kendini göstermekte, bizi kandırmak için yazılanlar ise sırıtmaktadır. Bizim insanlarımız pek okumazlar, araştırmazlar ama anlatılanlara ve de yalan yanlış, Haçlı zihniyetlilerin kasıtlı olarak yazdıklarına hemen inanırlar ve onları mutlak doğrularmış gibi savunurlar. Lütfen buraya kadar okuduklarınızı ve de daha sonra, gelecek sayıda da yazacaklarımı dikkatle okuyun, araştırmasanız bile en azından kendi mantığınızla bir akıl yürütmesi yapın.

Hittin savaşından birkaç ay sonra da Selahaddin bir fatih edasıyla Kudüs’e girdi.

Şuna dikkatinizi çekmek isterim: Selahaddin’in İslam adına Haçlılarla savaşmak ve de Kudüs’ü almak gibi bir amacı hiç olmamıştır. Eğer Haçlılar, baskın yapıp ele geçirdikleri kervandaki mal ve paralardan bir kısmını Selahaddin’e verselerdi veya onun istediği parayı gönderselerdi ne Hittin savaşı diye bir savaş olacaktı ne de Kudüs’e girilecekti!

Pekiyi Kudüs’e girildi de ne oldu? Kudüs’te Müslümanları öldürenlere dokunulmadı bile, sadece Müslüman askerlerin gönlünü hoş etmek adına Al Aksa Camisi yeniden ibadete açıldı o kadar. Daha önce bölgedeki bütün Müslüman vilayetlerini demir yumruk gibi vuran Selahaddin Haçlıların elindeki Sur, Trablus Şam ve Hatay’a hiç dokunmadı bile! Oralardaki Haçlı hakimiyeti aynen devam etti Neden? Bu yerleri Haçlılar İslam’dan, oralardaki bütün Müslümanları, çocuk kadın demeden hepsini kılıçtan geçirerek almışlardı. Haçlıların elinde bulunan bu yerler çok kolaylıkla, ordunun hepsini yollamadan bile İslam adına ele geçirilebilirdi. Yoksa bu işte de para mı döndü?

Haçlılarla Selahaddin’in ilişkileri yukarıda yazılanlardan ibaret değil, bunlar daha başlangıç…

(devamı gelecek sayıda)

 

 ****************************************************

Ali DEMİREL: Nevzuhur Dergisi Genel Yayın Yönetmeni / ANTALYA