Oğuz ÇETİNOĞLU

Ekonomist, Araştırmacı-Yazar

ocetinoglu1@gmail.com

Mecburi Göçler - Sürgünler

 

İnsanların çeşitli sebeplerle öteden beri yaşadığı yerden başka bir yerde yerleşmeye mecbur bırakılması, ‘mecbûrî göç’ olarak isimlendirilir. Bu mecburiyet, devlet veya devleti temsil eden bir güç tarafından alınan kararla meydana gelmişse, verilen cezâya ‘sürgün’ denilir.    

Târih boyunca güçlü olan insanlar ve topluluklar, kendilerinden daha az güçlü olanların ellerindeki imkânlara sâhip olmak istemişlerdir. Bu maksatla öldürmek dışında en ehven-i şer metot olarak zayıf olanı göç etmeye mecbur bırakmak yöntemi kullanılmıştır. Mecbûrî göç veya sürgün, bir bölgenin yerli unsurlarla iskân edilmesi maksadıyla da kullanılabilir. Gönderilenler de gelenler de ‘sürgün’ edilmiş oluyorlar.

İlk çağlarda güçlenmesinden endişe edilen topluluklar, yönetime hâkim otorite tarafından, zor kullanılarak bulundukları bölgeden uzaklaştırılırdı. İnsanlık târihinde ilk mecbûrî göçler-sürgünler böyle başladı.

Sürgün cezâsının, Bâbil Kralı Hammurabi (M.Ö. 1811-M.Ö. 1750) kanunlarında yer aldığı, Sümerler, Hititler, Yunanlılar, Romalılar ve Bizanslılar tarafından tatbik edildiğine dâir bilgilere, târih kitaplarında rastlıyoruz. İslam hukukunda da sürgün ile alakalı hükümler vardır.

İnsanlık târihinde bilinen ilk büyük mecbûrî göç, Hunlardan kaçan Germenlerin(1) Avrupa’nın batısına gitmesiyle başladı.

İslam dünyasında ilk göç, İslâmiyet’i kabul edenlerin müşriklerin baskıları sebebiyle önce Habeşistan’a sonra da dâvet üzerine Medine şehrine gitmeleri suretiyle gerçekleşti. Bu göç, ‘Hicret’ olarak anılır. 

Selçuklular döneminde sürgün değil, yerleştirme sistemi vardı. İktâ(2) yoluyla uygulanıyordu. Çünkü Selçuklular Anadolu’ya yerleştikten sonra Asya’nın içlerinden, Mâverâü’n-Nehr’den akın akın Türkmenler geliyordu. Bunlar yönetim için problem olabilirlerdi. ‘Uç Beyi’ olarak merkeze uzak bölgelerde daha çok da batıda iskân ediliyorlardı. Hem oradan gelecek tehlikeleri önlüyorlar hem de fetihlerle devlete toprak kazandırıyorlardı. Osmanlı Devleti de aynı sistemi uyguladı. Fethedilen topraklarda yaşayan insanlara İslam’ı tebliğ etmek için, devlete bağlılıklarını sağlamak için; ahlaklı, dürüst ve yardımsever insanları oralara yerleştirdi. Bu tatbikat çok başarılı neticeler verdi. Yıldırım Beyazıt Emir Timur’a mağlup olduktan sonra yaşanan fetret döneminde, Osmanlı’nın o tarihe kadar fethettiği topraklarda yaşayan yabancı unsurların hiçbiri Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklanmadı. Bu çok mühim bir neticedir. Denilebilir ki Selçuklu’da ve Osmanlı’da sürgünler daha çok ceza maksatlı değil, devleti kuvvetlendirmek için bir nevi mükâfat sistemi olarak kullanılmıştır. Devlet aleyhinde bulunanlarla vazife sırasında devlete zarar verenler hapis cezâsına çarptırılmaz, belli sürelerle merkezden uzak şehirlere sürgün edilirdi. Rüşvet, sahtekârlık, zîna, fuhuş, iftira, yalancı şâhitlik, hırsızlık, emre itaatsizlik gibi suçları işleyenler sürgüne gönderilmek suretiyle cezalandırılırdı.

Cumhuriyetin ilk yıllarında da sürgün cezaları tatbik ediliyordu. 1926 tarihli Türk Cezâ Kanunu’ndaki sürgün cezası, 1965’te kaldırılmış, 1982 Anayasası’nda, olağanüstü hallerde idareye tanınan sürgüne gönderme yetkisi hâlen yürürlüktedir.

Dünyadaki büyük sürgün hâdiseleriyle alakalı durum şöyledir:

Musevîler; firavunların baskıları neticesinde Mısır’dan, 1492 yılında Kraliçe İsabella’nın kararı ile İspanya’dan kovuldular. Târihte yaşanan büyük göçlerdendir. Bilindiği gibi İspanya’dan kovulan Musevîleri hiçbir ülke kabul etmeyince, Osmanlı Cihan Devleti, gemiler göndererek 300.000 Mûsevî’yi topraklarında iskân etti. Böylece göç, Türklerin âlicenaplığı dolayısıyla ‘mutlu son’a bağlandı

Rusya’da İkinci Katerina’nın 1762 yılında Çariçe oluşunun hemen ardından başlayan Müslüman Türk göçü, 18 Mayıs 1944 târihine kadar kesintisiz devam etti. 

1800’lü yılların başındaki isyanlarla başlayıp Birinci ve İkinci Balkan Savaşları ile Birinci Dünya Savaşı sonrasında Balkanlardan 1.000.000’a yakın göçmen geldi. Bir o kadar din kardeşimiz, soydaşımız, etnik temizlik adı altında katledildi. Balkanlardan göçler, 2000’li yılların başlarına kadar devam etti.

Göç olgusunun dayanılmaz çilesine katlanan insanların hedefi yalnızca ‘yaşamak’ değildi. İnsanca, haysiyetiyle, şeref ve nâmusuyla, inandığı şekilde yaşayabilmekti. Soydaşlarımız bunları öylesine istiyorlardı ki, kırılmayı, yok olmayı göze almışlardı. Ölüm yakınlarında iken uzaktaki aydınlık vatan Anadolu’ya koşuyorlardı. Ölün arkalarında mı kalmıştı?

Heyhat!

Gelimli-gidimli dünyanın neresinde, hızla geçen bâzen de bir sâniyesi asır kadar uzun zamanın hangi diliminde ve ne zaman ölümsüzlük olmuştu? Onlar yol boyunca çile çektiler fakat asla zebun olmadılar. Vatana ulaştıklarında göğüsleri göç çilesiyle yaralı, alınları ise yarattıkları destanlarla madalyalıydı.

Bitti mi? Bizim, destan yazacak çoook göçlerimiz var.

*   *   *

John Steinbeck (1902-1968) ‘Gazap Üzümleri’ isimli romanında göç hikâyesi anlatır.  Romanın kahramanları Tom ve Jim’in çileleri, Balkanlardan göç edenlerin ıstırapları yanında, fıstıklı helva gibidir. Buna rağmen, çok okunan bir roman, hâsılat rekorları kıran ‘süper prodüksiyon’ olmuştur. Orada sol meltemler esmektedir. Balkanlardan inenlerde iman kasırgası… Hüküm liboş entellerin: ‘Batıda her ne varsa cici, bizdekiler banal…’ Onun için bizimkilerin romanı, filmi yoktur.

*   *   *   

17 Mart 1988 tarihinde Irak diktatörü Saddam Hüseyin’in Halepçe katliamından kaçan 110.000 peşmerge, 2011 yılında Suriye’de başlayan iç savaş sebebiyle 5 yıl içinde 3.000.000 Suriyeli Türkiye’ye göç etti.

Çin yönetimindeki Doğu Türkistan’da Müslüman soydaşlarımız 30 yıldan beri mecbûrî göçe tâbi tutuluyor. Doğu Türkistan’da 30.000.000 olan Türk nüfusu 10.000.000 civarında bir sayıya düşmüştür.

Mecbûrî göçler ve sürgünler, bir insanlık trajedisi olarak daha uzun yıllar insanları felâketlere sürükleyecek gibi görülüyor.

Trajedinin maddî yükünü ise Türklerden başka üstlenen yok.

(1)Germenler:Cermenler’ olarak da anılır. Bugünkü Almanya, Avusturya ve Polonya'nın batı bölümünü kapsayan Cermanya'da MÖ 3. yüzyıldan 9. yüzyıla kadar yaşayan halklara verilen isimdir. 

(2)İktâ: Bir kişinin mülkiyetinde olmayıp devlete ait olan toprakların vergilerinin veya gelirlerinin asker veya sivil erkâna hizmet ve maaşlarına karşılık verilmesi sistemidir.