Ali DEMİREL

Yazar - Ziraat Mühendisi

İnsan ve Akçanın Gücü

İnsanın yeryüzünde ilk ne zaman görüldüğü pek bilinmiyor. Tarih şuurunun başlangıcına kadar nasıl bir serüven veya serüvenler yaşandığı da bilinmiyor. Ancak bilimce tarih yazımı başladıktan sonradır ki insanlığın geçmişi hakkında biraz bilgimiz var. Daha öncesi ise; efsaneler ve masal şeklinde anlatılanlardan ibaret. Her ne kadar insanlığın uzak geçmişini bilmesek de insanların kişi ve toplum çıkarları için çeşitli ergleri kullandıkları, bilinen tarihlerden beri yapılan uygulamalardan anlaşılmaktadır. İnsanlar çıkar sağlama ve üstün olma veya kendi inanç ve düşüncelerini başkalarına kabul ettirmek için çeşitli güçlerden faydalanmıştır. Başta kaba kuvvet dediğimiz beden kuvveti ile diğer insanlara, hayvanlara, bitkilere hatta bütün doğaya hükmetmek istemiştir. İnsanlığın bu güne kadar kullandığı güçler arasında en etkili olanı şüphesiz AKCA gücü yani ekonomik güç olmuştur. Arkeolojik kazılar, bazı tapınak yazıları ve dini kitaplar yoluyla bilebildiğimiz insanlık tarihi 5-6 bin yıl öncesinden daha öteye götürülememekte. Son 500 yıldan daha eski olan bilgilere göre; insanlığın güç kullanımı ile ilgili davranışları hep yerel olmuştur. Bırakın yeryüzündeki diğer insanları etkilemeyi, bir bölgede meydana gelen olaylardan, dünyanın başka yerlerindeki insanların haberi bile olmamıştır.

Dolayısıyla o çağlardaki ekonomik güç kullanımı hiçbir zaman bütün insanlığı kapsamamıştır. Bundan ötürü bu yazıda sadece son 500 yıl içinde neler olup bittiğini irdelemek daha faydalı olacağı kanaatindeyim.

Orta çağda Avrupalıların ateşli silahlara sahip olmaları ile insanlık yeni bir serüvene başlamış oldu. Önce krallar ve kraliçeler bonkörce yardımlar yaparak denizaşırı ticaret yollarının ve yeni ülkelerin keşfedilmesini teşvik ettiler. Serdengeçti maceraperestler, kısa sayılacak bir sürede büyük denizlere açıldılar. Yeni ticaret yollarının yanı sıra yeni kıtalar, yeni ülkeler ve adalar keşfettiler. İlk defa ayak bastıkları topraklarda kendilerine has medeniyetleri olan insanlarla karşılaştılar. Ne yazık ki gittikleri yerlerdeki insanların ve onların uygarlıklarının istilacılar için hiçbir önemi yoktu. Amerika kıtasında, Afrika’da Avustralya’da ve pek çok adada kendilerini gösterdiler. Yerli halk onları misafirperverce karşıladı, çok iyi niyetli olarak yaklaştılar. Ama gelenlerin fikri hiç de barışçıl ve de insancıl değildi…

Vardıkları her yeri yağmalamaya başladılar. Yerli halk hatta devlet ve imparatorluklar, ülkelerine gelen konukların hiç de konuk gibi olmadığını anladılar. Ve kendi bildikleri yöntemlerle karşı koymaya başladılar. Ne yazık ki Avrupa’dan gelenlerin topları ve tüfekleri vardı!.. Uzunca süren mücadeleler sonunda ülkeler, kıtalar, adalar ele geçirildi. Yerli halkın büyük bir çoğunluğu katledildi, kalanlar ise köle edildi. Ele geçirilen yerlerdeki bütün ekonomik değerler yağma edildi. Özellikle altın yağmacılar için çok önemliydi… Avrupalı krallar ve kraliçeler ve de devletleri kısa sürede zenginleştiler… Bu arada yeni bir güç dengesi oluşmaya başladı. Yağma, köle ticareti ve köle çalıştırma yoluyla Avrupa’da kişice zenginler oluşmaya başladı. Bu zenginler sınıfı kısa sürede aşırı ekonomik güç kazandı. O kadar ki kral ve kraliçelere de hükmeder hale geldiler. Avrupa’yı yönetmekte olan kesim ve askerler, komutanları artık zenginler sınıfının çıkarları doğrultusunda görev yapmaya başladılar. Böyle bir ortamda zenginler sınıfına herhangi bir konuda ‘dur’ diyebilecek bir güç kalmadı. Akçanın gücü her kapıyı açıyor her baş kaldıranın başını eziyordu. Zenginlerin ekonomik gücü arttıkça insani vasıfları yok oluyordu. Bütün üretim araçları ellerindeydi, para da onlardaydı, yani KAPİTALİST bir azınlık doğmuştu. Kapitalistler daha fazla kazanmak, maliyeti daha aşağı çekmek için, hiçbir insancıl değer gözetmeden her şeyi yapıyorlardı. O kadar ki; önceleri sadece kölelere yaptıkları davranışı kendi ülkesinin insanlarına da yapıyorlardı. Avrupa’da maden ocağında yani yer altında 12-13 yaşlarındaki kız çocukları bile karın tokluğuna çalıştırılmaktaydı.  İşte bu yüzden o zengin sınıfın kurduğu bu insanlık dışı uygulamaya VAHŞİ KAPİTALİZM adı verildi. İnsanları, üretimde kullanılan bir araç veya makine gibi görüyorlardı. Avrupa’da pek çok aydın kişi bu duruma karşı çıkmak istedi ama başarılı olmaları mümkün değildi çünkü en büyük güç olan akça gücü küçük bir azınlığın eline geçmiş, her kurum ve kuruluş ele geçirilmiş durumdaydı.

Bazı aydınlar, yazarlar ve düşünürler bu duruma çare aramaya başladılar. Çeşitli makale, kitap ve dergilerde yeni yeni fikir ve sistem önerileri tartışmalara açıldı… Sonunda; adına SOSYALİZM dedikleri bir sistem teorisi ön plana çıktı. Bu sisteme göre: Mademki ekonomik erk kişilerin eline geçince insanlık adına çok kötü şeyler olmakta, öyleyse üretim için kullanılan bütün erg devlette olmalı, kişilerin hiçbir kapitali (sermayesi) olmamalı. Sosyalizm uygulama sırasında daha da geliştirilerek KOMİNİZİM şeklini almalıydı. Bütün bireylerin eşit olacağı, hak ve görevlerin dengeli olacağı tasarlanan söz konusu sistemin Avrupa’da uygulanabilmesi mümkün değildi. Vahşi ve çılgın kapitalizm, sosyalist bir hareketi daha doğmadan boğardı… Bu durumda uygulamanın Avrupa dışında başlatılması öngörüldü. Sosyalist düzeni yavaş yavaş oluşturmak çok riskliydi bundan ötürü devrim niteliğinde, bir anda olup bitmeliydi. Avrupa dışında uygulamanın yapılacağı yer olarak Çarlık Rusya’sı uygun bulundu.

Rusya’da Çarlık yönetimini yıkıp yerine sosyalist bir yönetim kurulması yönünde hızla çalışmalara başlandı. Bu konudaki çalışmalar; vahşi kapitalizmi ve çarlık yönetimini kötüleme, sosyalizmi övme propagandaları ile başladı. Yönetimde sistem değişikliği için kesinlikle devrim gereklidir düşüncesi hakimdi. Öyle de oldu: Çarlık hanedanı Romanof ailesi adeta yok edildi. Kişi veya devlette olan bütün üretim araçları yani toplam sermaye devletleştirildi. Devrim hızla yayıldı. Şu veya bu nedenle devrime karşı çıkanlar hatta karşı çıkma ihtimali olanlar elimine edildi… Yeni yeni fabrikalar kuruldu, kolhoz denilen tarım çiftlikleri kuruldu. Herkese iş verildi, işsiz kimse kalmadı. Eşit emek eşit pay şeklinde başlatılan üretim faaliyeti süratle gelişti… Devrimin başında dört kişi vardı, bunlar: Troçki, Lenin, Sultan Galiyev ve Stalin. Başlangıçta, teoriyi pratiğe çevirmede çok uyumlu çalışan bu dörtlüden üçü, Lenin’in ölümünden sonra fikir ayrılığına düştüler. Ve aralarındaki ipler kopma noktasına geldi. Neden? İşte sebep: Stalin tam bir şoven Rus ırkçısı gibi davranıyordu. Stalin’e göre; sosyalizm ve kominizim dünyadaki bütün halklara yayılmalıydı amaaaa! Merkez Rusya olmalı, Rus ırkı diğerlerinin efendisi konumunda olmalıydı. Siz bakmayın onların ırkçılığa karşıymış gibi beyanlarına, aşağıda uygulamalarını okuyacaksınız. Troçki, devrimin Rus ırkçılığını esas almasına çok sinirlendi. Ona göre devrim bütün insanların devrimiydi ve hiçbir milletin bir başka milletten üstün olduğu tezi kabul edilemezdi. Sultan Galiyev ise daha sert bir tepki göstererek şöyle dedi: “Siz burada Rus ırkçılığına dayalı sosyalist bir yönetim kurarsanız ben de Orta Asya’ya gider Türk ırkçılığına dayalı bir sosyalist yönetim kurarım.”  Ne yazık ki,  Stalin’in daha alt kademedeki Rusları ve de Polit Büro’yu yanına çekmek için gizlice yaptığı çalışmalar sonuç verdi. Tam bu sıralarda KGB nin de temelleri atılmıştı. İşte bu yeni gizli teşkilat Sultan Galiyev’i ve Troçki’yi sıkı takibe aldı. Her ikisi de bütün görevlerinden el çektirildiler. Sosyalist blok içinde çeşitli yerlere sürgün edildiler. Ortalık biraz durulunca ve de Stalin tam bir diktatör olarak bütün ergleri ele geçirince, ‘insan kasabı’ olarak bilinen, Stalin’in gizli teşkilat şefi Beria tarafından, Sultan Galiyev 1940 yılında Öldürüldü. Troçki’yi de öldürmek istiyorlardı ama Rusya’da değil; çünkü Troçki sosyalist devrimin hazırlanmasında ve başarılmasında çok önemli görevler yapmış, pek çok Rus genci onun öğretisinden geçmiş ve de devrimde beraber olmuşlardı. Ayrıca Rus Kızıordu’sunu kuran da oydu. Bundan ötürü, herhangi bir başkaldırıya meydan vermemek için Troçki’yi Rusya’da öldürmediler.  1929 yılında önce Türkiye’ye sürgün ettiler. KGB nin takibinde olduğunu anlayan Troçki 1933 yılında Fransa’ya oradan da Oslo’ya gitti. Ama KGB peşini bırakmıyordu. Bu kez ta Meksika’ya gitti ve oraya yerleşti, fikirlerini orada yaymaya başladı. Ama KGB onu orada da buldu ve 1940 yılında odun baltasıyla öldürüldü…

Artık Rusya’da Stalin’e karşı üst düzey bir muhalefet kalmamıştı, alt düzeydekiler ise muhalif olmayı akıllarından bile geçiremezlerdi.  Stalin, Lenin öldükten sonra ve de diktasını tam olarak kurduktan sonra ırkçılığı iyice arttı. Ekonomik güç tamamen devletin dolayısıyla Stalin’in elindeydi. Çevresinde topladığı insanlar da onunla aynı düşüncedeydiler. Ve Rusya’da sistem ölüm kusmaya başladı. Çeşitli bahanelerle (özellikle de karşı devrimci diyerek) milyonlarca insan, hayvan vagonlarıyla ülkenin çeşitli yerlerine özellikle de Sibirya’ya sürüldü.  Bu sürgünler öylesine acımasızdı ki; bir gece Kızılordu askerleri geliyor, o köy veya kasabada kaç kişi varsa, bırakın eşyasını almayı üzerlerini bile değiştirmeden, dipçiklenerek istasyona götürülüyor. Çeşitli üretim maddeleri ve hayvan taşımakta kullanılan vagonlara adeta üst üste dolduruluyorlar. Bu vagonlarda günlerce, bazen haftalarca yol aldıktan sonra sürgün yerine bırakılıyorlar. Bu arada sürgün edilenlerin yarıdan fazlası yolda ölmekteydi. Ana başka yere, baba başka bir yere, çocuk daha başka bir yere gönderildiği bir gerçekti. Sürgüne gönderilen pek çok köylünün devrim ve karşı devrimin ne demek olduğundan haberi bile yoktu. Sadece; ilerisi için tehlike zannettiği Rus olmayan insanları şu veya bu şekilde yok etmek ve yerlerine Rus halkından insanlar yerleştirmek için yani sadece ırkçı emeller için bunca insanlık dışı uygulamalar yapılmaktaydı. Bu işin sürgün kısmı, bir de doğrudan katledilen insanlar var; bunların sayıları milyonlarla ifade edilmektedir! Sosyalist Rusya’nın mezalimi sadece sürgün ve katliamla sınırlı değildi. Çeşitli Ruslaştırma çalışmalarının yanı sıra bazı milletleri parçalara bölerek ayrı (sözde) iç cumhuriyet haline getirdiler. Her cumhuriyete bir miktar Rus nüfus yerleştirdiler. Oralara yerleşen Ruslar; hem Ruslaştırma faaliyeti hem de casusluk faaliyeti yürütüyorlardı. Ekonomik ve kültür bazında da Rus olamayan topluluklara tam bir kültür soykırımı ve ayrıştırma çalışmaları yapılmıştır. Bütün olanları teker teker sayıp dökmek bu yazının kapsamını aşar ama bir örnek vereyim: Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri içinde bulunan Türkler beş ayrı cumhuriyete bölünmüş. (Kazakistan, Türkmenistan, Azerbaycan, Kırgızistan, Özbekistan) Her cumhuriyete belli bir Rus nüfusun yanı sıra Rus olmayan ama Müslüman da olmayan guruplar yerleştirilmiş. Şimdi sıkı durun: Bütün sosyalist blokta birlik ve beraberlik isteyen Stalin Rusya’sı; beş Türk cumhuriyetinin her biri için ayrı bir alfabe (abece) düzenletmiş ve eğitim, öğretim, haberleşme o alfabelere göre yapılmış. Bu beş cumhuriyetteki insanların kullandıkları kelimeler aynı, konuşunca hemen anlıyorlar ama yazı şekline getirilince hiç biri diğerini anlayamıyor!  Yüz yüze konuşmak mı! Bunun için diğer cumhuriyete gitmeliydiniz. Gidebilir misiniz? Gitmeyi bırak, sadece gitmek istemek bile karşı devrimci olarak öldürülmene yeterdi…

Rusya’da böylesine ırkçılık yapılır da Diğer sosyalist ülkeler boş durur mu? İlk faaliyete geçen Çinliler oldu. Adı ve kısmen uygulamaları sosyalist olsa da (sosyalizmde ırkçılık yok ya!) Çin’de de Çin ırkçılığına dayalı sosyalizm kök saldı. Komşu toplulukları işgal etti, Çinlileştirme faaliyeti kapsamında Çinli olmayanların sürgün edilmeleri ve de Çinli halktan bir bölümünün diğer halkların içine yerleştirilmesi gibi çalışmalara girişti. Çin’de de AKÇA gücünü elinde bulunduran küçük bir gurup her türlü mezalimi yapmaktaydı. Hatta bu guruba bir ara ÇETE dahi denilmiştir. O çete mensuplarının değişmesi bir şey ifade etmemekteydi çünkü Ekonomik gücün başına geçenler o gücü kendi egoları ve ulusları lehinde ama insanlık dışı bir şekilde kullanıyorlardı. Kendilerine karşı çıkma cesareti gösterenlere ise, kendi uluslarından da olsa çok acımasızdılar… Sosyalist bloktaki büyük devletler ırkçılık yapar da diğer küçük devletler boş mu durur? Tabii ki durmadılar. Önce Arnavutluk lideri Enver Hoca faaliyete geçti. Arnavut ırkçılığına dayalı koyu bir sosyalizm uygulamaya başladı. Hemen ardından da Bulgarlar ırkçılığa başladılar. Hele Jivkov zamanında; Bulgar ırkçılığı her türlü değerin üstüne çıktı. Bulgaristan’da Bulgar olmayan en kalabalık gurup Türklerdi. Tuna Nehrindeki Belene adası büyük bir ölüm kampı haline getirildi. Oraya götürülen insanlar, çoğunlukla Türkler soykırıma uğruyordu. Hatta başka yerlerde öldürdükleri Türklerin cesetlerini kamyonlara yükleyerek Belene adasına götürüyorlardı çünkü belene adası hem sıkı bir kontrol altında hem de bataklık bir yerdi… Bütün bunların yanı sıra Sosyalist bloktaki insanların inanç ve itikatlarını da yüreklerinden söküp almak istediler, sebebi belirsiz!..

Vahşi kapitalizmin zulmünden insanlığı kurtarmak için ortaya konan sosyalist proje; uygulanmaya başlandıktan sonra insanlığın yüz karası haline gelmişti. İnsanlık dışı olan böyle bir sistem çökmeliydi. Ve çöktü…

Bundan sonra ne oldu? Vahşi kapitalizm oldukça yumuşamıştı; en azından kendi insanlarına (Avrupalılara) çeşitli sosyal haklar tanınmış, yeni yeni yasalarla bazı insan hakları güvence altına alınmıştı. Sosyalizm de çöktüğüne göre dünya insanlığı yavaş yavaş da olsa arzu edilen bir uygar yönetim sistemine kavuşmalıydı… Ama öyle olmadı!

İnsanların pek çoğunun farkına varamadığı, farkına varanların da pek önemsemediği bir başka oluşum AKÇANIN gücünü ele geçirmeye başlamıştı. Aslında ta 18. yüzyılda başlayan sinsi faaliyet, artık dünya çapında bir güç birliği haline gelmişti. Bunlara ‘çok uluslu büyük şirketler’ deniliyor ama bu denildiği kapsamın çok ötesinde bir oluşum söz konusu. Dünyadaki bazı aydın kişilerin, yazarların ve bazı fikir adamlarının yazdıklarına göre: ABD Merkez Bankasının özelleştirilmesiyle başlayan, Akça gücünü ele geçirme çalışmaları sonunda, dünya ekonomisi ele geçirilmiş durumda. Rothschild ve Rokefeller ailelerinin hanedanlarının da dahil olduğu küçük bir azınlık zümre, oluşturulan sistemin başında bulunmakta. Birleşmiş Milletler Teşkilatı ve Nato gibi kuruluşlar artık bu gurubun denetimi altında. Hele Dünya ticaret örgütü ve İMF gibi kurumlar zaten onların kurumları. Gizli meclisler, alt meclisler ve çeşitli yönetim kadroları şeklinde organize oldukları yazılıp-çizilen bu güç tamamen milletler üstü bir konumda. Onlar için; milliyetin, devletin, tarihin hatta insanın hiçbir önemi yoktur. İnsanlar ya müşteridir ya da üretim aracıdır… Şu veya bu şekilde dünyadaki hemen hemen bütün devletleri denetimleri altına almaktalar. Karşı çıkan ulus, toplum veya devlet önce propaganda ile kötülenmekte sonra da; iç kargaşa çıkarıp kendilerine uygun iktidar oluşturma yoluna gidilmekte. Bu olmazsa iç savaş çıkararak o devleti bölme, o da olmazsa işgal ederek istediklerini elde etme yoluna gitmektedirler. Günümüzde onların denetimi dünyayı kanser gibi sarmış durumda. Nasıl olduğunu biraz daha açalım: Dünyadaki basın yayın organlarını AKÇANIN gücüyle ellerine geçirdiler. Karşıt olan basın ve yayın kurum, kuruluş ve şirketler ya satın alınarak ya da bir şekilde (vergi borcu gibi sebeplerle) saf dışı bırakılarak ele geçirilmekte. Böylece muhalif fikri olanların seslerini topluma ve dünyaya duyurması imkansız hale getirilmekte.  Hemen her milletten çeşitli sanatçı ve yazar ön plana çıkarılarak, istekleri doğrultusunda halkı yönlendirmek için sanat yapmaları ve yazmaları sağlanmakta. Böylesi sanatçı ve yazarlar büyük para ödülleriyle ve diğer ödüllerle taltif edilmektedir.

Dünyadaki devlet sektörüne ait bütün ekonomik değerlerin özelleştirilmesi için devletlerin yöneticilerini zorlamaktadırlar. Bu isteklerini yaptırmak için önce ekonomik baskı uygulanır, o devletin bütçesi zora sokulur. Ardından da o devletin yöneticilerine ve devlete bolca borç verirler. Şayet o devleti yöneten iktidardakiler bunların istedikleri gibi davranmazlarsa, seçimle de olsa (nasıl bir seçimse!!!) iktidarı değiştirip kendilerine muti insanları yönetime getirirler. Özelleştirmeler sonunda AKÇA gücünün, o işletmeyi satın alan kişi veya kişilere geçtiğini sanmayın! Satın alanlar ya onların şirketlerinin adamlarıdır ya da onlara bağlılığını göstermek ve de fiilen bağlanmak zorundadır. Çeşitli devletlerin kendi milli zenginleri var ise (ki vardı) onları kendi emirleri altına alırlar. Karşı çıkanlar ise her nedense kısa sürede batarlar!  Böylece bir ülkedeki AKÇA gücü kimin elinde olursa olsun aslında bütün dünyayı ele geçirmekte olan o zümrenin emrindedir. Pek çok devlette sanayi kuruluşlarının sözde sahibi olanların oluşturduğu sivil toplum anlamında dernek ve benzeri birlikler vardır. Bu kuruluşlar doğrudan o üst zümreye hizmet eder, aldığı emirler doğrultusunda kendi milletine dahi ihanet etmekten çekinmezler. Böylesi kuruluşların yetkilileri hep o zümrenin talimatıyla, onların ağzıyla konuşurlar yani tam bir ‘sahibinin sesi’ dirler. Zaten başka türlü varlıklarını sürdüremezler, elimine edilirler ve yerlerine, sahiplerine itaat edecekler getirilir. Fakat onlar için aksi bir durum pek gerçekleşmez, yerli taşeron zenginler (istisnalar hariç) milli şuurla hareket etmezler çünkü paranın sıcaklığı, onların kanlarına işlemiştir.

Bir devletin yönetimini ele geçirmeleri ve de ekonomisini ele geçirmeleri yetmemektedir. O küçük zümrenin oluşturmaya başladıkları dünya sistemine ters düşen veya kendi milletinin çıkarlarını ve de bağımsızlığını dile getiren kişi, kurum ve kuruluşları düşman olarak görürler. Örneğin bir devletin ordusu, kendi milletinin çıkarlarını ve bağımsızlığını mı savunmakta; hemen düşman muamelesi yapılmaya başlanır. Akla hayale gelmeyecek dalavereler çevrilerek, düşman kabul edilen kurumu, kendileri lehinde tutum değiştirmesi için zorlarlar. Böylesi faaliyetleri her kurum için geçerlidir…

Bütün bunlara bakılarak söz konusu elit zümrenin sadece dünya ekonomisini kendi kontrolleri altına almak istedikleri sanılmasın. Mesele bu kadar basit değil, dahası var. Bütün insanlar için yeni bir din önerilmekte, bu konuda İLLİMUNATİ esaslarına dayalı EVANGELİST inanç, din olarak ön plana çıkarılmakta. Ayrıca dünyadaki bütün insanlara tek dille konuşma, kendi ana dillerini yok sayma telkinleri yapılmakta. Sadece telkinle kalınmayıp; eğitim, kültür, yazışmalar ve diplomasi gibi konularda sadece İngilizceyi öne çıkarmaktalar.  Daha da ileri giderek, İngilizcenin dünya dili olduğu gibi saçma sapan fikirleri propaganda yapmaktalar. Eğitim ve öğretimin İngilizce yapılmasını sağlamaktalar. Hatta ana okullarındaki çocuklara bile (bir toplumun temel kültürü için çok tehlikeli) İngilizce öğretilmesi yönünde çalışmalar yapıyorlar.

Peki, önemli olan paranın gücü ise, o ellerinde. Dünya ekonomisini onlar yönlendiriyorlar; o kadar ki hangi devletin hangi bölgesinde tarım amaçlı neyin ekilip neyin ekilmeyeceğine dahi onların adamları karar veriyor. AKÇANIN gücü dünya çapında onların elinde, daha ne istiyorlar?.. İşte bundan sonrası için söylenen, yazılan ve yayınlananlara daha dikkatli bakmalıyız.

Bu elit gurup, ‘küreselleşme’ söylemiyle bütün dünyayı tek yönetim altında toplamak istiyor. Yönetim merkezi olarak başkentlerini bile belirlemişler, Kudüs ve de Kudüs’ün hemen yanındaki Zeytin Dağı… Tek din, tek dil, her şeye razı olan ve hiç karşı çıkmayan milyarlarca insan!.. İşte istenen bu.  Denilebilir ki, bu çok mu kötü? Evet kötü zira; yeryüzünde tek bir görüş, tek yönetim sistemi uygulanır; yönetenler değiştirilemez ve de fikir özgürlüğü de olmaz ise bu diktadır. Akçanın gücünü eline geçiren dikta yönetimlerinin neler yaptıkları ise tarihin kanlı sayfalarında yazılı. Amaaa şuna inanın ki böylesi bir durum bile ehveni şerdir!.. Şöyle ki: Yine dünya çapında yazarlar, düşünürler ve aydın kişilerin (ama taşeron olmayanların) yazdıkları dikkate alındığında, insanlık için asıl karanlık tablo ortaya çıkmaktadır. Dünyayı ele geçirme girişimindeki bu elit tabaka için akçanın gücünü ele geçirmek sadece araçtır. Ekonomik değerlerin kullanılarak varılmak istenen amaç ise; dünya dediğimiz bu mavi gezegende halifelik yapan insan ırkına hizmet etmek gibi bir amaca yönelik değildir. Dünyayı yönetmeye kalkanlar temelde kendileri için de çalışmıyorlar. Öyleyse? Şimdi daha dikkat: Özellikle o elit sınıfın LÜSİFER’E hizmet ettiği, bütün çalışmalarının bu amaca yönelik olduğu belirtilmekte. Ha, Lüsifer’i bilmeyenleriniz olabilir;  bu Lâtince bir sözcük, manası; Türkçesi YERLİK, Arapçası ŞEYTAN!.. O gurubun Şeytana tapınma ayinleri dahi düzenledikleri bilinen gerçekler arasında! Bunu ben iddia etmiyorum; bu konuda yazılan (bazıları da Türkçeye çevrilen) pek çok kitap var. Hatta sadece bu konuyu işleyen sinema filmleri var, bunlardan biri Türk televizyonlarında da gösterildi… İnsan ırkı adına felaketin boyutunu sanırım anladınız. Gidişat, insan ırkının nasıl bir karanlık dehlize çekilmek istendiğini açıkça göstermektedir. Adem yaratıldığında, yüce yaratıcı ile Yerlik arasında geçen konuşmaları hatırlayın…  SİZ, KİMDEN YANASINIZ?..

Ne yapalım?

Yapılacak şey belli. Akçanın gücünü eline geçiren kişi, kişiler ve de devletler kesinlikle kötü şeyler yapmışlardır. Öyleyse ekonomik gücün, yani para ve üretim araçları gibi sermayenin, tamamen özel sektörde veya tamamen devlet sektöründe toplanmasının önüne geçilmeli. Akçanın gücü özel sektör ve devlet sektörü arasında müsavi bir şekilde bulunursa her ikisi de birbirini denetler. Kamudaki üretime yönelik kurum ve kuruluşlar; özel sektörün kendilerinin koyacakları kurallarla (aslında kuralsızlıkla) halk ve devlet üzerinde yer almalarını engeller. Özel sektör de devleti yönetenlerin yüzde yüzlük bir tekel oluşturmasına mani olur. Bu ortamda bağımsız basın kuruluşları hayati görev üstlenirler… Pekiyi, böyle bir ekonomik sistem şimdiye kadar kimsenin aklına gelmemiş mi? Elbette gelmiş. Pek çok konuda dünya insanlığının nasıl sorunlarla karşılaşacağını, dahice sezen ve ortaya koyan Mustafa Kemal ATATÜRK, bu konuda da aynen yukarıda belirttiğim biçimde bir ekonomik sistem kurma girişimini başlatmıştır. Ve adına KARMA EKONOMİ denilen bu sistemle 1930 lu yıllarda olağanüstü gelişmeler kaydedilmiştir…  Atatürk’ten sonrası mı? Ne siz sorun ne de ben yazayım…

Bazıları hemen yılgınlığa düşerek; bütün dünyayı kanser gibi saran ve ekonomik gücün hemen hemen tamamını elinde bulunduran bu güç, KARMA EKONOMİ  gibi bir sistemin uygulanmasına izin verir mi? Elbet vermek istemez. Ama bu durum bizi yılgınlığa ve teslim olmaya götürmemeli. Şu an hiçbir şey yapamıyorsanız bile çevrenizi ve yeni yetişen nesillerinizi bu konuda bilinçlendirin. Yapacağımız mücadele sadece bizim, yani insan ırkı içindir. Şuna emin olun ki inançlı bir şekilde mücadele edersek zafer kesinlikle bizimdir. Dünyada bu mücadeleye girişen çok insan var. Bu savaşa başlayanlar ve de başlamak isteyenler şu inancı akıllarından hiç çıkarmamalılar: Bütün evren, dünya ve dünya üzerinde var olan (insan dahil) hiçbir şey sahipsiz değil!

Haydi gazânız mübarek olsun!..

 ***************************************************

Ali DEMİREL: Nevzuhur Dergisi Genel Yayın Yönetmeni / ANTALYA