Prof. Dr. Hasan ONAT

Akademisyen

Yeni Bir İslam Medeniyeti İçin Maturidi ve Maturidiliğin Önemi

 “İnsan şunu da bilir ki kendisine düşünmemeyi telkin eden his şeytani vesveseden başka bir şey değildir; çünkü böyle bir davranış ancak şeytanın işi olabilir, amacı da kişiyi aklının ürününü toplamaktan alıkoymak, fırsatları değerlendirmesine ve arzusuna ulaşmasına vesile olan bu ilahi emaneti kullanmak konusunda onu korkutmaktır.” Maturidi, Kitabu’t-Tevhid, 172

Giriş

İnsanlığın tarihsel akışı, her zaman doğrusal bir çizgi izlememiştir; iniş- çıkışlar, yükselişler, çöküşler olmasına rağmen, muhtemelen insan belleğinin yaşanan tecrübeleri ve çıkarılan dersleri de kaydetmesi sebebiyle, gittikçe gelişen bir birikim ve anlaşılabilir bir gelişme bir şekilde varlığını sürdürmüştür. Tarihsel akışta oluşan bilgi ve tecrübe birikiminde temel belirleyicinin güvenilir bilgi, bilim, özgürlük ve yaratıcılık olduğunu söylemek mümkündür. Bu bağlamda insanoğlunun tabiatta hazır bulduklarına yaptığı her türlü katkı en genel anlamda kültür olmaktadır. Her ne kadar kültür ve medeniyeti, aynı anlamda kullananlar var ise de, İngilizce ve Fransızca lügatlardaki haliyle “civilisation”, Türkçe’deki medeniyet ya da uygarlık, zihinlerde makes bulmuş olan; insanlığın geçmişteki ve günümüzdeki bazı durumlarını anlamak ve açıklamak için vazgeçilemeyecek veya görmezlikten gelinemeyecek kadar önemli bir kavramdır. “Medeniyet”, insanın tarih boyunca yapıp ettiklerini, beşeri yaratmanın arka planındaki zihniyeti, insanı insan yapan değerleri, san’atı, teknolojiyi ve beraberinde gelen “güç” artışını kapsayabilen bir kavramdır. “Civilisation” veya “medeniyet / uygarlık” kavramı, kültürde ve bellekte yer etmiş ve bilebildiğimiz kadarıyla tanımı bakımından olmasa da, gerekliliği ve geçmişi anlama konusundaki işlevi üzerinde bir tür uzlaşı sağlanmış gibidir. Lügatlardan bu kavram çıktığı zaman, insanla ilgili pek çok şeyi anlamak da, anlatabilmek de pek mümkün olmayacaktır.

“Kültür”, “medeniyet” gibi kavramları anlamaya çalışırken, onların, tıpkı bir ağacın kökleri ve dalları gibi geçmişe ve geleceğe doğru çift yönlü, dinamik bir yapı olarak inşa edildiğini ve anlaşıldığını belirtmekte fayda vardır. Aslında hangi alanda olursa olsun, “anlama” geçmişe dönük bir faaliyettir. Her şeyi, “an”ın ekranından gittikten sonra anlamaya başlarız. “Geçmiş”te kalanları anlayabildiğimiz kadar gelecek tasarımı yapma imkanımız vardır. Gelecek, geçmişten sızma imkanı bulabilen birikimle inşa edilmektedir. Bu bakımdan, medeniyetle ilgili her anlayış biçimi, insanoğlunun geçmişte yapıp ettiklerinin, medeniyet perspektifinden yapılan bir tür okuma biçiminden başka bir şey değildir. Kendi bulunduğumuz yerden, kendi ürettiğimiz kavramlarla, geçmişten bize uzanan bilgi, belge ve bulgulardan hareket ederek, insanlık tarihinde derin izler bırakan oluşumların arkaplanını anlamaya çalışmak; kültür ve değerlerin arkasındaki kök ilkeleri tespit etmek, o medeniyeti, medeniyete vücut veren zihniyeti bir anlamda yeniden inşa etmek demektir. Bu bakımdan, medeniyetle ilgili söylemler, daima geçmişe dayalı olmak durumundadır. Yapılan iş, esas itibariyle bugünden, bulunduğumuz yerden, sahip olduğumuz birikimle geçmişi anlamaya çalışmaktan ibarettir. İşin ilginç yanı, medeniyetle ilgili anlama çabası, ağırlıklı olarak bilim, tarih, edebiyat, san’at gibi alanlardaki birikimi oluşturan, inşa edilmiş söylemler üzerinden gerçekleştirilmek durumundadır. Mevcut tespitler, insanlık tarihi boyunca pek çok medeniyetin inşa edilmiş olduğunu göstermektedir.

Geçmişteki hiçbir medeniyet, -bugün etki çemberine mahkum olduğumuz Batı Medeniyeti de dahil- birilerinin tasarladığı bir medeniyet değildir. İşin gerçeği, medeniyet tasarlanmaz; beşeri yaratıcılık evrensel boyut kazanıp, insanlığın doğal akışında kalıcı derin izler bırakmaya başlayınca, medeniyetin varlığı hissedilmeye başlar. Medeniyetin varlığını hissettirmesi, o medeniyetin temsil ettiği zihniyetin “özne” olması anlamına gelir. İnsanlığın akışında o zihniyetin bariz izlerini görmek mümkündür. Müntesipleri “özne” olma vasfını yitirdiğinde medeniyetler ölür. Ancak insanoğlunun “medeniyet” düzeyini yakalayan hiçbir başarısı, insanlığa katkı niteliği taşıyan hiçbir kazanımı bütünüyle yok olmaz. Her türlü gelişme, daha öncekilerin emeklerinin ürünü olan temeller üzerinde yükselir. Her yeni medeniyet, kendisinden öncekilerin birikiminden faydalanmak durumundadır. Bu bağlamda Batı medeniyetinin köklerinin, Müslümanların özellikle bilim alanındaki birikimlerine ve tecrübelerine uzandığını söylemek, abartılı olmayacaktır. Bu söylediklerimize kanıt olarak, sadece Endülüs üzerinden Avrupa’ya sızan bilgi ve tecrübeyi hatırlamak yeterlidir, diye düşünüyoruz. Ne var ki, Batı medeniyeti, beslenme kaynaklarını büyük ölçüde karartmayı başarmıştır. Ancak, hakikatlerin, uzun süre gizlenmesi / görmezlikten gelinmesi mümkün olsa da, bütünüyle yok edilemeyecekleri için, zamanı gelince kendiliğinden ortaya çıkma gibi bir özelliği olduğu da unutulmamalıdır.

Medeniyetin ömrünü, yaratıcı yetilere tanıdığı özgürlük alanı, toplumdaki yaratıcılığın takdir düzeyi, top yekun üretim seviyesi, adaletin içselleştirilmesi ve hukukun işlerliği belirler. Ancak medeniyet bağlamında insanlık daha önce hiç tecrübe etmediği kritik bir eşiğe gelmiştir: Batı Medeniyeti, daha önceki hiçbir medeniyetin başaramadığı ölçüde dünyanın bütününde belirleyici olmuş; özellikle bilim ve teknoloji alanındaki üstünlüğü ve elde ettiği muazzam gücü etkin kullanarak hem “öteki”leştirdiği her şeyi yok etmekte, hem de “alternatif medeniyet”in hayal edilmesini bile imkansız hale getirmektedir. Tarihin ya da insanlığın sonundan söz etmek istemiyoruz; fakat üzerinde yaşadığımız geminin delinmesine de göz yummamak gerektiğini düşünüyoruz. Açıkçası Batı Uygarlığı’nın tahribatı dünyayı yaşanılabilir bir yer olmaktan uzaklaştırmaya, “insan”a, “insan” olduğunu unutturmaya, “insan”ı insan yapan değerleri eritmeye başlamıştır. İşte bu sebepten “yeni bir uygarlık” tasarımının hayati önem taşıdığı kanaatindeyiz.

Uygarlıklar üzerine kafa yoran, insanlığın geleceği hakkında düşünen bazı düşünürlerin birtakım tespit ve uyarıları, “yeni bir uygarlık” konusunda, fazla gecikmeden harekete geçilmesi gerektiğini düşündürmektedir. Toynbee’nin şu tespitleri dikkat çekicidir:

”Uygarlık diye adlandırdığımız gelişme teknolojide, bilimde ve gücün kişisel olmayan biçimde kullanılışındaki gelişmedir; dürüstlükte yani ahlakta bir gelişme değildir. Her teknolojik gelişme beraberinde bir güç artışı getirir ve güç de iyiye veya kötüye kullanılabilir. Günümüz toplumunun en ürkütücü yanı teknolojinin sağladığı gücün son zamanlarda şimdiye kadar görülmemiş bir ölçüde ve oranda artmasına karşın, çok büyümüş olan bu gücü kullananların ortalama ahlak -veya ahlaksızlık- düzeylerinin ya sabit kalmış ya da daha aşağılara düşmüş olmasıdır.” (Toynbee) (Toynbee-Ikada, 1992, 352)

Batı uygarlığının en gözde kavramlarından birisi “ilerleme” olmuştur. “İlerleme”ye karşı çıkmak mümkün müdür? İnsanın “oluş halinde” bir varlık oluşu, hayatın akışı içerisinde “gelişme”, “ilerleme”, “büyüme” gibi kavramlara hem yer açmakta, hem de onlara özel ve gizemli bir içerik kazandırmaktadır. Ancak meselenin bir Solzhenitsyn’in dikkat çektiği boyutu vardır:

“Gözden kaçırdığımız ve ancak son zamanlarda farkına vardığımız bir ayrıntı,, sınırsız ‘ilerleme’nin, bizim gezegenimizdeki sınırlı kaynaklarla olamayacağıdır. Doğanın fethedilmekten çok desteklenmeye ihtiyaca vardır. Biz ise, bize tahsis edilen çevreyi başarıyla yiyip bitirmekten başka bir şey yapmıyoruz…

“Çağdaş ulaşım, dünyayı Batı’da yaşayanların önüne açıvermiştir. Bu tam olmasa bile, neredeyse kendi benliğinin sınırlarından bir sıçrayışta çıkabilmenin eşiğine gelmiştir; televizyonun gözüyle aynı anda gezegenin her yerinde olabilmektedir. Ama görünüşe göre bu teknosantrik ‘ilerleme’nin spazmlı temposu, okyanuslar dolusu gereksiz enformasyon ve ucuz temaşa, insanoğlunun ruhunu hiç büyütmemekte, tersine onu daha sığ hale getirmektedir; manevi hayatımız daralmakta, küçülmektedir. Bunun yanı sıra kültürümüz yoksullaşmakta, matlaşmaktadır; bu inişi içi boş yeniliklerle boğmaya çalışsak da sonuç değişmemektedir. Canlıların konforu ortalama bir insan için iyileşmeye devam ederken, ruhsal gelişme de durağanlaşmaktadır. Aşırı tıkınmak, yanı sıra yüreklere bir hüzün sokmakta, bunca zevkin hiç tatmin getirmediği anlaşılmaktadır, hatta çok geçmeden bunun bizi boğacağı sezilmektedir.

“Hayır, tüm umutların bilime, teknolojiye, ekonomik büyümeye bağlanması mümkün değildir. Teknolojik uygarlığın zaferi aynı zamanda içimizde bir manevi güvencesizlik tohumu da ekmiştir. Onun armağanları bizi hem zenginleştirmekte hem de kendine köle etmektedir. Her şey çıkarlarla ilgilidir –çıkarlarımızı ihmal edemeyiz- her şey maddesel varlıklar uğrunadır; ama içimizden bir ses de bize, saf, yüce, kırılgan bir şeyi kaybettiğimizi fısıldamaktadır. Amacı göremez olmuş durumdayız. Kabul edelim; yalnız kendimizin duyabileceği küçük bir fısıltıyla bile olsa itiraf edelim: Hayatı böyle çılgın bir hızla yaşarken, ne uğruna yaşıyoruz biz?” (A. Solzhenitsyn, “Yirmibirinci yüzyıl şafağında önceki gecenin düşünceleri”, Yüzyılın Sonu, ed. N. Gardels, 20-1, İst. 1999)

Gerçekten de bu benzeri soruları, hepimiz kendimize sormalıyız. 20. Yüzyılda yok yere ölen milyonlarca insanın niçin öldürüldüğünü, her damla masum kanının, bir göl olup bütün insanlığı boğabileceğini niçin düşünmediğimizi, insanlığın niçin ölümü bu kadar kanıksadığını kendimize sormalıyız!...

Batı uygarlığı bütün insanlığı ciddi bir kimlik bunalımına ve derin bir anlam krizine sürüklemiştir. Şiddet ve terör, nesneleşmiş insanların eliyle, insan onuruna en büyük darbeyi vurmaktadır. Bugün özellikle Müslümanların yaşadıkları yerleri kasıp kavuran şiddetin küresel bir boyut taşıdığı görmezlikten gelinebilir mi? Yüksek anlam bilinci gelişmeden kimlik sorunlarının, yüksek güven kültürü yaratılmadan şiddet ve terörün üstesinden gelmek mümkün değildir. “Varoluşsal boşluk”a yuvarlanan insanlık için yeni bir anlam sistemine ihtiyaç olduğu aşikardır. Yeni bir bilim anlayışına, daha insani bir teknolojiye duyulan gereksinimin hayati bir nitelik taşıdığı tartışılabilir mi? İnsanlığın gittikçe artan varoluşsal korkularının üstesinden gelebilmek için, insanın öncelikle kendi varlığının farkında olması gerekmektedir. İşte bu sebepten diyoruz ki, insanlığın yeni bir uygarlığa, yeni bir değerler sistemine ihtiyacı vardır. İnsanla ilgili, fıtrata uygun taze bir bilince yönelik arayışların, daha fazla zaman kaybetmeden geliştirilmesi, büyütülmesi ve eyleme dönüştürülmesi gerekmektedir. Aksi taktirde, insan onuru ve “insan olma bilinci”, geri dönüşü olmayacak biçimde tahrip edilmiş olacaktır. Bu ise insanoğlunun başına gelebilecek en büyük felakettir.

Öte yandan Müslümanların gelecekte özgür ve onurlu bir hayat sürebilmeleri için, mazinin ipoteğinden kurtularak geleceğe yönelmeleri, enerjilerini salih amele dönüştürerek bilginin gücüne sahip olmaları ve evrensel ölçekte değer üretmeleri gerekmektedir. Gerçek anlamda var olmak, Tanrısal yaratmanın sürekliliğini sağlayan “oluş” sürecine, beşeri yaratıcılıkla katılmak anlamına gelmektedir. Beşeri yaratıcığın zirvesinde bilim, san’at ve spor vardır. Evrensel “oluş” sürecine olumlu katkı sağlayamayanlar, yakarak, yıkarak, yok ederek ve öldürerek varlıklarını kanıtlamaya çalışırlar. Bu doğrultuda düşündüğümüzde, Müslümanların kelimenin tam anlamıyla varlık-yokluk sınırında dolaştıklarını söylemek şaşırtıcı olmayacaktır. Son iki asırdır yaşananlar, Batı uygarlığının fiziksel ve psikolojik açıdan “öteki”leştirdiklerini ezmesi, bir anlamda o medeniyetin asli unsuru sayılmayanların ezilmesine ve nesneleştirilmesine yol açmıştır. Müslüman kültürün mevcut haliyle şiddet üretmesinin, Müslümanların ölmeye ve öldürmeye bu kadar teşne olmasının ana sebebinin “nesne” konumuna indirgenmiş olmak, aklı ve yaratıcı yetileri etkin kullanamamak olduğunu söylemek mümkündür. Ezilmişlik duygusunun en kötü yanı, insandan “insan” olma bilincini uzaklaştırmasıdır. Tıpkı İslam’ın başlangıcında, ilk inen ayetlerle kölelerin, yetimlerin, gariplerin “insan olma bilinci”ni yeniden kazanması gibi, Müslümanların da topyekün yeni bir bilinçlenme sürecine ihtiyaçları vardır. Yaşanan olumsuzluklarda “mağlup medeniyet travması” belirleyici olduğu için, çıkış yolu da yeni bir uygarlık hamlesi ile mümkün olabilir. Bir başka ifadeyle, her ne kadar ilk bakışta ırmağı tersine akıtmak gibi görünse de, özgür ve onurlu yaşayabilmek için yeni bir medeniyet tasavvurunun dışında, Müslümanların fazla bir seçenekleri yoktur.

Müslümanların, enerjilerini etkin kullanabilmeleri için, toparlayıcı, birleştirici, bütünleştirici nitelik taşıyan, somut ancak süreklilik arz eden, toplumun bakışını daima daha yükseklere yöneltecek, anlam düzeyi yüksek bir amaca ihtiyaçları vardır. Bütün insanlığın “varoluşsal anlam boşluğu”nun ürettiği, oldukça derin bir krize düştüğü bir dönemde, hem evrensel boyutta anlam ihtiyacına cevap verebilecek, hem de insan olma bilincini tazeleyecek “yüksek amaç” ancak yeni bir medeniyet iddiası olacaktır. Maalesef, İslam’ın insan hayatına anlam kazandıran boyutu unutulmuş görünmektedir. İslam’ın Kur’an’ın kurucu ilkeleri ışığında yeniden anlaşılması, hatta imkanlar dahilinde yeniden inşaı, doğal olarak beraberinde yeni bir medeniyet hamlesini getirecektir. Bu, bir ihtiyaç olmaktan öte, bir zorunluluk olarak anlaşılmalıdır. Bu bağlamda Maturidi’nin, özellikle bilgi, özgürlük ve din anlayışı ile ilgili düşüncelerinin yeni medeniyet tartışmaları için uygun bir başlangıç noktası olacağını düşünmekteyiz.

Niçin Maturidi ve Maturidilik?

Yeni bir medeniyet tasavvuru için Maturidi ve Maturidi düşünce ideal bir başlangıç noktasıdır. Çünkü:

1. İslam dünyasında aklı ve eleştirel düşünceyi yeniden diriltebilmek için istifade edilebilecek en mühim gelenek Hanefi- Maturidi damardır. Karşı Mihne sürecinin hala etkisini hissettiğimiz onca tahribatına rağmen, bu geleneğe damgasını vuran amel-iman ayrımı, din-siyaset ayrımı gibi ana ilkeler, külün içindeki “köz” gibi varlığını korumayı başarmıştır.

Maturidi’nin en mühim başarısı, Mihne ve Karşı Mihne sürecinde Mu’tezile ile birlikte fazlasıyla hasar gören Ebu Hanife’nin öncüsü olduğu “Ehlü’r-Rey” geleneğinin odağındaki “akılcı” duruşu Semerkant’ta yeniden inşa edebilmesidir. Karşı Mihne süreci, bir silindir gibi Mu’tezile’nin üzerinden geçerken, hem Mu’tezile ile irtibatlı olan herkesi, hem de Ehlu’l-Hadis çizgisinde olmayan her türlü düşünceyi, bir daha ayağa kalkamayacak şekilde ya öldürmüş, ya da itibarsızlaştırmıştır. Bu süreçte Hanefilikle ilgili hasar tespiti henüz yapılmış değildir. Maturidi, bir yandan sert eleştiriler yönelterek Mu’tezile ile arasına bir mesafe koymuş, diğer yandan da doğrudan Ebu Hanife’yi öne çıkartarak akılcı damardan beslenmeyi sürdürmüştür.

2. Yeni bir medeniyet hamlesine öncülük yapma imkanı olan çevrelerde, Maturidilik bilinmemesine rağmen, Maturidi’nin ismi hala yaşamaktadır. Arayış içindeki insanların hafızalarında Maturidi için yer açmanın çok zor olmayacağını düşünüyoruz. Maturidi’nin uzunca bir süre görmezlikten gelinmesi onun düşüncelerinin kirletilmesini ve tahrif edilmesini önlemiştir.

3. İslam dünyasının içine savrulduğu, sömürgecilikten ve mağlup medeniyet travmasından beslenen Selefiliğin önüne geçebilmek için gerekli olan sağlıklı akılcılık ve eleştirel düşüncenin yeniden inşa edilebilmesinde Maturidi’nin din anlayışı ve tecrübesi yol gösterici olabilir.

4. Müslümanların şiddet sarmalından çıkabilmeleri, İslam’ı bir tür siyasal ideolojiye indirgeyen, bütün çözümleri “iktidar”ı ele geçirmekte gören, din ve siyaseti özdeşleştiren tepkisel çarpık anlayıştan kurtulabilmelerine bağladır. Bu doğrultuda görüşleriyle bize ışık tutabilecek tek isim İmam Maturididir.

5. Yeni bir medeniyet tasavvuru için yeni bir epistemolojiye ihtiyaç vardır. Maturidi’nin en özgün boyutlarından birisi epistemoloji ile ilgili görüşleridir.

Maturidi, insan bilgisinin ve belleğinin temelinde beş duyu bilgisinin olduğunu çok iyi görmüştür. Müslümanların medeniyet yarışının dışında kalmasında en başta gelen sebeplerden birisi bilgi ve bilimin gücünü kaybetmiş olmalarıdır. Bu durum, insanlığın akışına paralel teknoloji üretememelerini de beraberinde getirmiştir. Kanaatimce bütün bunlara yol açan en mühim etken, zihindeki bilgi kökleri ile ilgili bilginin dış dünya ile irtibatının kaybolmuş olmasıdır. Müslümanlar realist bir duruştan, çarpık bir idealizme savrulmuşlardır.

Maturidi’nin keşf, keramet ve ilhamı bilgi kaynağı olarak kabul etmemesinin, yaşadığı zaman dilimi göz önüne alınırsa, ne kadar ileri bir tespit olduğu açıkça görülebilir. İçinden geçtiğimiz “bilginin itibarsızlaştırıldığı” süreçlerde doğru, güvenilir ve sağlam bilgi için Maturidi’nin yaklaşımına her zamankinden daha fazla ihtiyaç vardır.

6. Yeni bir medeniyet için yeni bir İslam anlayışı inşa edilmelidir. Maturidi’nin Tevhid’i merkeze alan din anlayışı, İslam ortak paydası bilincinin oluşturulmasını kolaylaştırabilir.

7. Müslümanların yaşadıkları krizi derinleştiren hususlardan birisi de insan hürriyetine gereken hassasiyeti göstermemeleridir. Özgürlüğün olmadığı yerde, İslam’dan söz edilemeyeceği gibi medeniyetten hiç söz edilemez. Maturidi’nin dengeli özgürlük anlayışı iyi anlaşılabilirse, olumsuzlukları meşrulaştırmaya yarayan kaderci anlayıştan da, sağlıklı düşünmeyi ve yaratıcı yetileri etkin kılmayı zorlaştıran baskıcı ortamlardan da kurtulmak mümkün olabilir.

8. Maturidi, aklın ve vahyin birlikte etkin olabileceği, birbirini tamamlayacağı bir yaklaşımı benimsemiştir. Sağlıklı bir din anlayışı için bu yaklaşım uygun bir model olabilir.

9. Maturidi, farklı görüşlerden nasıl yararlanılabileceği, farklılıkların nasıl zenginlik olabileceği konusunda da bize ışık tutabilir. Kitabu’t-Tevhid dikkatlice okunduğunda, başta Mu’tezile olmak üzere diğer mezheplere yönelik sert eleştiriler olmasına rağmen, onların birtakım olumlu görüşlerinden nasıl yararlanıldığı açıkça görülebilmektedir.

Maturidi’nin Düşünce Sistemi ve Yeni Bir İslam Uygarlığı

Müslümanların, her ne kadar bugün mazinin derinliklerinde kalmış olsa da, muazzam bir medeniyet yarattıkları her türlü tartışmanın ötesindedir. Bu tecrübenin önemli bir kısmı mevcut Batı uygarlığının alt yapısını oluşturmuştur. Ancak bu medeniyet birikimden yeterince istifade edildiğini söylemek pek mümkün değildir. Hala yararlanılabilecek pek çok şey vardır. Hala keşfedilmeyi bekleyen Maturidi gibi büyük kafalar, kendilerini anlayacak bilim adamlarını beklemektedir. Biz, sadece yeni bir medeniyet perspektifinden Maturidi’nin düşünce sistemini okumak, yeni oluşumlara destek olabilecek kurucu fikirleri tespit ederek, onların bize nasıl yol gösterebileceğini düşünmek ve tartışmak istiyoruz. Bu doğrultuda ilk akla gelebilecek husus onun bilgi, akıl ve din anlayışı olmaktadır.

İslam Düşünce Tarihi’nde bilgi kuramı ile ilgili görüşlerini sistematik bir şekilde ilk ortaya koyan Maturidi’dir. Hüseyin Atay’ın şu ifadeleri dikkat çekicidir: “Benim tespitime göre İslam bilim ve felsefe tarihinde bilgi kuramının temelini Muhammed b. Muhammed b. Mahmud Ebu Mansur el-Maturidi (333/944) atmıştır. Türk milleti, İslam dünyasına dünya çapında beş büyük ilim ve felsefe adamı vermiştir: Ebu Hanife (150/767), Buhari (256/868), Ebu Cafer et-Taberi (310/922), Farabi (399/950) ve Maturidi (333/944). Kelamda Maturidi insan iradesine önem vermiş, insanın gerçek anlamda işinde, düşüncesinde özgür olarak sorumlu olması kuramını öğretmiştir. İnsan, hür olunca sorumluluğunun gereği olan ilme, ilim nazariyesine ve onun sonucu olan medeniyetin kurulmasına büyük katkıda bulunmuştur. Bilginin oluşması ve düşüncenin gelişmesi açısından ve İslam kültürünü, medeniyetini iyi anlamamız için Maturidi gibi büyük düşünce adamlarının fikirlerinden faydalanmak doğru yoldur.” Atay, “Ebu Mansur Maturidi ve Bilgi Kuramı”, İmam Maturidi ve Maturidilik, ed. S. Kutlu, 174) Atay’ın bu tespitine Biruni’nin ve İbn Sina’nın da katılması gerektiğini düşünüyoruz. Eğer yeni bir İslam medeniyeti inşa edilebilecek ise, bunun teolojik ayağını Maturidi, Felsefi ayağını Farabi ve İbn Sina ve Bilimsel ayağını ise Biruni oluşturabilir. Bu gerçekten seçkin kafaların daha önceki İslam medeniyetine yapmış oldukları katkının yeterince araştırılmamış olması bile, İslam medeniyetinin niçin ölü medeniyetler safında yerini aldığını anlamayı kolaylaştıracak bir husustur.

Maturidi’nin içinden geldiği düşünce geleneğinin köklerini birinci hicri asırda bulmaktayız. O zaman diliminde Müslümanları yoran “büyük günah” meselesi, Araplar’ın hem Kureyş’ten olmayanlara, hem de Mevali denilen gayrı Araplara yönelik tahkir edici tutum ve tavırları, Emevi iktidarının ağır baskısı, sosyolojik açıdan yeni oluşumları, düşünsel açıdan da yeni arayışları adeta kaçınılmaz hale getiriyordu. Kureyş’in merkezi otoritesine tepki, bedevi hayattan yerleşik hayata geçişin sancıları, hızlı kültür değişimi gibi bazı faktörler, “tepkisel-kabilevi din anlayışı”nın temsilcisi olan Haricileri ve Hariciliği hazırlamıştı. Sadece kendi yaşadıkları yerleri “daru’l-İslam” (İslam toprağı) olarak gören, kendileri gibi düşünmeyenleri, kolayca İslam dışına iten, amel ve imanı özdeşleştiren, büyük günah işleyenleri müşriklikle itham eden Hariciler, Müslümanların yaşam alanlarını daralttıkları gibi, şiddeti meşrulaştıran görüşleriyle İslam’ın fıtratla uyumuna da zarar veriyorlardı. Emevi iktidarı da bir yandan Harici isyanlarıyla başa çıkmak için çaba sarf ederken, diğer yandan da kendi yapıp ettiklerini meşrulaştırmak için, daha sonra “cebriye”nin çekirdeğini oluşturacak eğilimleri destekliyorlardı. İşte “büyük günah” tartışmaları, Emevilerin ve Haricilerin özgürlük karşıtı söylemleri, Mevali denilen Arap olmayan Müslümanların Müslüman olarak hayata tutunma çabaları, bazı insanları, ister istemez daha özgürlükçü ve eşitlikçi, İslam’ın evrensel ilkelerine vurgu yapan arayışlara sevk etti. Bu doğrultuda özellikle amel-iman ayrımına vurgu yapan, imanda eşitliği savunan, büyük günah işleyenin durumunu Allah’a bırakmanın doğru olduğu iddia eden kimseler Mürcie adıyla anılmaya başlandılar. İşte bu tür arayışlar, Maturidi düşüncenin beslenme kaynakları olarak karşımıza çıkmaktadır.

Hüseyin Atay’ın da dikkat çektiği gibi Maturidi’nin İslam düşüncesine en mühim katkısı bilgi kuramı, aklı esas alan yaklaşımı ve aklın ve vahyin birlikte etkin olacağı, iman ve amelin özdeşleştirilemeyeceği üzerine kurulu olan din anlayışı noktasında ortaya çıkmaktadır. Ancak bütün bunlardan daha mühim olan bir husus vardır: Maturidi, insanı ve insan gerçeğini esas alarak, insanın öz varlık yapısından hareket ederek insanı, dini, olay ve olguları anlamaya ve açıklamaya çalışmıştır. Bunun en açık kanıtı, insan bilgisinin odağına duyular bilgisini yerleştirmesi, “bu tür bilginin zıddı olan cehli benimseyene gelince, evet bilgiyi inkar eden birinden haberdar olan herkes onu inatçı olarak isimlendirir.” (Maturidi, 2002, 10) diyerek, çözümün ona kendi varlığının farkında olacak şekilde davranılmasında yattığını belirtmesidir. “Böyle inatçı birine yapılması gereken şey, anlamsız müşkülpesentliğini bırakması için organ kesme türünden şiddetli bir elemle eziyete maruz bırakmaktır. Çünkü biz, onun, zaruri ilim statüsünde bulunan duyu bilgisinin şuurunda olduğundan eminiz, ne var ki sadece inat ve güçlük çıkarma uğruna iddiasını sürdürmektedir. “ (Maturidi, 2002, 10) Burada Maturidi’nin amacının insana eziyet etmek değil, ona kendi varlığının farkında olması için katkı sağlamak olduğunu açıkça görebiliyoruz. Maturidi için başlangıç noktası insanın kendi varlığının farkında olmasıdır.

Varoluşsal Farkındalık: İnsanın Kendi Varlığının Farkında Olması

İnsanla ilgili her şey, öncelikle insanın kendi varlığının farkında olması ile ilgilidir. Aslında insanı diğer canlılardan farklı kılan, daha doğrusu insanı insan yapan insanın, kendisinin, evrendeki yerinin, düşündüğünün ve bilgi ürettiğinin farkında olmasıdır. Sadece insanın soyut düşünebildiğini, madde üzerinde tasarruf gücüne sahip olduğunu, kültür ve medeniyet yaratabildiğini bilmekteyiz. İnsan, çevresinde olup bitenleri, olay ve olguları algılamakla, anlamakla ve açıklamakla yetinmemekte, bildiklerinden hareketle yeni bilgiler ve teknoloji üretebilmektedir. Bilgi üretme, bilgiyi kayıt altına alarak birikim oluşturma ve bunu daha sonraki nesillere aktarabilme sadece insana özgüdür. İnsan, kendi varlığının farkında olduğu ölçüde, bu söylediklerimizin de daha iyi farkına varma imkanına sahiptir. “Kendini bilmek”, kendi varlığının farkında olmakla birlikte başlayan bir bilgilenme ve bilinçlenme sürecidir. İnsan, hem hayatın her anında yeni bir varlıktır, hem de kendisi ile ilgili algısını, kendilik bilincini sürekli yenileyen bir varlıktır. Maturidi’nin, düşünce sistemini “insan”ı esas alarak inşa etmiş olması, kendi çağı bakımından çok ileri bir durum olduğu gibi, bugüne ışık tutması açısından da son derecede önemlidir. İçinden geçtiğimiz zorlu süreçlerde insanın, kendi varlığının farkında olmaya ve yüksek insani değerlere her zamankinden daha fazla ihtiyacı vardır.

Varoluşsal farkındalık, öncelikle insanın kendisinin “var” olduğunun bilincinde olmasını gerektirmektedir. Bir başka ifadeyle insan, kendisinin ve içinde yaşadığı evrenin varlığının gerçek olduğunu bilmek durumundadır. Bilginin imkanı, öncelikle insanın mümkün bir varlık olduğunun kabul edilmesine bağlıdır. “Alem” ve insan, insan farkında olmasa bile mevcuttur. İnsana düşen sorumluluk, ilgi alanına giren ve girmesi gereken olay ve olguları anlamaya ve açıklamaya çalışmak; yaratılandan hareketle Yüce Yaratıcı ile ilgili sağlıklı bir Tevhid bilincine ulaşmaktır. “Tabiatta gözlenebilen her şeyde mutlaka akıllara hayret verici bir hikmet ve yaratıcısına sanatkarane bir işaret bulunmaktadır. Düşünürler bunun iç yüzünü anlamaktan ve yapısının düzenini açıklamaktan aciz kalmaktadır. Her bir düşünür sahip bulunduğu bunca hikmet ve bilgiye rağmen bunun mahiyetine akıl erdiremediğinin farkındadır. Bu ve benzeri zaruretler kainata ait fevkaladeliklerin mucit ve yaratıcısının hikmetini delillendirmektedir.” (Maturidi, 2002, 30) Kendi varlığının farkında olan insan, etrafında olup bitenin de farkına varmaya başlar ve yaratılışından kaynaklanan merakla, ilgi alanına giren her şeyi anlamaya ve açıklamaya çalışır. Maturidi’nin ifadesiyle “nesne ve olayların gerçeklerini (hakaiku’l-eşya)” bilmeye götüren yolları araştırır. İşte bu yollar “idrak, haberler ve istidlalden ibarettir” (Maturidi, 2002, 9)

Kendi varlığının farkında olan bir kimse, öncelikle sahip olduğu bilginin dış dünyadaki gerçeklerle ne kadar örtüştüğünü, ürettiği kavramların ve bilgisinin ne kadar güvenilir olduğunu sorgulamak ihtiyacı hissedecektir. Bu doğrudan insanın varlık yapısından kaynaklanmaktadır. Çünkü insan varlığını sürdürebilmek için, bildiklerine güvenmek, onlardan akıl yürütme ile doğru sonuçlar elde etmek, bilgiye dayalı doğru kararlar vermek zorundadır. Her ne kadar pek çok şeyi tecrübe ederek öğreniyor isek de, her şeyi tecrübe etmek mümkün olmayacağı gibi, Maturidi’nin “haberler” dediği kategoride bizden öncekilerin tecrübesinin ve ürettiği bilginin olduğunu bilmek ve yararlanmak da akıllıca bir davranıştır. “Haberler”in bilgi kaynağı olarak görülmesi, ister istemez hangi haberin ne kadar doğru olduğu, ne kadar gerçeği yansıttığı sorusunu gündeme getirmektedir. Kendi varlığının farkında olan, sahip olduğu bilginin de farkında olmak, onun ne kadar gerçek, ne kadar doğru olduğunu bilmek durumundadır. Bu ise eleştirel düşüncenin ta kendisidir. Maturidi, haberlerin değişerek, dönüşerek daha sonraki nesillere intikal ettiğinin farkındadır.

Maturidi, dış dünyanın gerçekliği ve her şeyin temeli kabul ettiği duyular bilgisinin yanılma ihtimali olmasına rağmen güvenilebilir olduğunu (Maturidi, 2002, 12), “duyular ötesinde olanı bilmek ancak duyular aleminin kılavuzluğu ile mümkündür” (Maturidi, 2002, 38, 39) diyerek ortaya koymaktadır. Maturidi, her insanın duyu bilgisinin şuurunda olduğundan emindir; bu tür bilgiye karşı çıkan kimseye, biraz canı acıtılarak kendi varlığının farkında olma imkanı sağlanmalıdır. (Maturidi, 2002, 10) Aynı şekilde her insan, kendisine ulaşan “haberler”in “bilgi vasıtalarından kabul edilmesi akli bir zorunluluk” olduğunu, kendi varlığından, soyundan, adından hareketle bilebilir. Şayet aksini iddia ediyor ise, inadından, “zoraki problem” çıkartmak istemesinden dolayı olabilir. Ona da kendi varlığı, canı acıtılarak hatırlatılabilir. (Maturidi, 2002, 10-11)

İnsan sadece sahip olduğu bilgi konusunda değil, alemin yaratılmışlığı ve Allah’ın varlığı gibi hususlarda da, kendi varlığından, varoluşsal bilinçten hareketle, birtakım bilgilere ulaşabilir. Her insan, kendisinin yaratılmış bir varlık olduğunun farkındadır. “İnsanlardan hiçbiri ne kendisinin kadim olduğunu iddia etmiş, ne de kıdemini kanıtlayacak bir noktaya işarette bulunmuştur. Şayet insan böyle bir şey ileri sürecek olsa, bunun gerçeğe aykırılığını kaçınılmaz bir şekilde hem kendisi hem de onu küçüklüğünde gören ve dünyaya gelişinden haberdar edilen herkes açıkça bilecekti. Şu halde canlıların yaratılmışlığına hükmetmek gerekli hale gelmiştir. Ölüler ise yaşayanların tasarrufu altında bulunduğuna göre yaratılmışlığa daha layık bir durum arzeder.” (Maturidi, 2002, 20)

Maturidi, delillere dayalı olarak her konuyu tartışmaya çalışır. İnsanın fiilleri, hürriyeti ve kesb meselesini ele alırken de görüşlerini nakille, akılla ve “inkar edenin gerçeğe karşı bile bile direnen kimse durumuna düşeceği zaruri bilgi ile” (Maturidi, 2002, 287) temellendirmeye çalışmıştır. Ona göre herkes “kendisini yaptıklarında hür, fail ve kasip olarak hisseder.” (Maturidi, 2002, 288) Bir başka ifadeyle her insan, kendini tanıdığı kadar, kendisinin hür irade sahibi bir varlık olduğunu bilir. Özgürlük meselesi, insanın kendisi ile ilgili algısına göre şekillenir. Her insan, geliştirebildiği özgürlük bilinci kadar özgür olabilir.

İnsanın kendini tanımasından söz açılınca akla gelen ifadelerden birisi kökleri Hermes’e kadar uzanan “men arafe nefsehu fekad arefe Rabbehu” (kendini /nefsini bilen rabbini bilir) ifadesidir. İşin gerçeği en genel anlamda “anlama” faaliyeti de, insanın kendini tanıması ile birlikte başlamaktadır. “Anlama”nın kendini tanıma ile irtibatına işaret eden Maturidi şöyle demektedir: “Evet, o, duyularıyla algılayabildiği alanda yaratıklar içinde en tedbirli ve becerikli olduğunu, karşılaştığı gerçekleri en yüksek derecede idrak edebildiğini, bilinip ifade edilen (zihni ve harici) hususlara en süratli bir şekilde vakıf olabildiğini anlar. Yine o, yaratılış serüvenini düşünür: Önce kendi yapısını, yani ibtidaen oluşturulması ve bazı yönlerinin yok edilip diğerlerinin sürdürülmesi şeklindeki yönetilişini, sonra bütün nesne ve olayların idrakine sunuluşunu; çünkü sonuncular kendi tasarrufu altında kendi ihtiyaçlarının şuursuz ve uysal hizmetçileri gibidir. Bu insan şunu bilir ki taşıdığı çeşitli zaaf ve ihtimallere rağmen bazı hususlara vakıf olan ve bazı sebepleri kavrayabilen kendisi gibi birinin mevcudiyeti, ancak kendi nefsini sarıp hiçbir şekilde aşamadığı bütün yaratılmışlık özelliklerinden münezzeh bulunan bir varlık sayesinde mümkündür.” (Maturidi, 2002, 130) Kendini tanıyan, anlayan insan, her şeyin yaratıcısı olan Yüce Allah’ın var ve bir olduğu gerçeğini kolayca anlayabilir.

Maturidi’ye göre “iman”ın yeri/ yatağı kalptir (Maturidi, 2002, 490); bu durum, imanın “herhangi bir yaratığın tahakkümü”nün (Maturidi, 2002, 492, 493) nüfuz edemeyeceği bir noktasını işaret etmektedir. İnsan, istemediği bazı şeyleri zor karşısında söyleyebilir. “Allah, ‘kalbi imanla dolu olduğu halde inkara zorlananlar hariç’ (63/8) buyururken, kalbin ifadesi olmamak şartıyla dille sarf edilen inkar söylemlerini sahipleri için bir küfür sebebi kılmamış, böyle bir sonucu kalbin imanı sayesinde geçerli kabul etmemiştir. Şu halde kalbin iman yatağı olduğu ortaya çıkmaktadır.” (Maturidi, 2002, 490) Bu tespitler, imanda esas belirleyicinin, bir kimsenin kendi hür iradesiyle, varlığının farkında olarak, hiçbir baskı altında kalmaksızın inanmış olmasıdır. Maturidi imanın kalple alakası konusundaki akli delilleri zikrederken şöyle demektedir: “İmanla mükellef olmak ancak aklın mevcudiyetiyle gereklilik kazanır, bunun yanında imanı oluşturan hususların mahiyetinin bilinmesi de yine aklın tefekkür ve istidlali ile imkan dahiline girer; bu ise zihnin (kalp) bir fonksiyonundan ibarettir; iman da aynı statüye dahildir. Şu da var ki dil, vücudun diğer organları gibi cebir altında tutularak başkaları tarafından kullanılabilir. Halbuki Allah Teala,’dinde zorlama yoktur’ (2/256) buyurmuştur. Şu halde imanın gerçek manada oluşumunun cebir altında tutulabilen bir organa nisbet edilmesi mümkün değildir.” (Maturidi, 2002, 493) İmanın esas itibariyle bireysel olması ve bilincin en üst seviyesinde “kalble tasdik” sayesinde gerçekleşmesi, onun, doğrudan insanın kendi varlığının farkında olması ile irtibatlı olduğunu da göstermektedir. İman varoluşsal bilincin zirvesinde ortaya çıkan bir “cesaret”i gerektirir.

Diğer taraftan, her ne kadar daha sonraki Maturidi gelenek mukallidin imanı konusunda daha esnek bir tutum geliştirmiş ise de, Maturidi, “Mü’minin bilgisinin kesin bilgi olması gerektiğini düşündüğü için”, onun “sisteminde taklide dayanan bilgi ve imana itibar edilmemektedir. Çünkü onların doğruluğunu ve sağlamlığını gösterir kriterleri yoktur.” (Özcan, 1993, 139) Maturidi, “taklit”in hiçbir şekilde mazur görülemeyeceğini Kitabu’t-Tevhid’in ilk satırlarında şöyle ifade etmektedir: “İnsanların mezheplere ve dinlere bağlanma hususunda farklı tutumlar sergilediklerini, din benimsemekte ayrılığa düştükleri halde herkesin kendi tuttuğu yolun hak, diğerinin ise batıl olduğu noktasında ittifak ettiğini görmekteyiz. Ayrıca onların tamamı, yollarından yürünmesi gereken geçmiş büyüklerinin bulunduğunu da ittifakla kabul ederler. Bu realite karşısında körü körüne başkasına uymanın (taklit), sahibinin mazur görülemeyeceği hareketlerden biri olduğunu kanıtlamaktadır.” (Maturidi, 2002, 3) Taklit, hem insanın kendi varlığının farkında olmasını güçleştirmekte, hem de kendisi olmasını, kendini inşa etmesini engellemektedir. Kur’an’ın “ataların dini” adı altında eleştirdiği de, insanın hazır bulduklarını, atalarından gördüklerini körü körüne kabul etmesinden, onların doğruluğuna sorgulamaksızın inanmasından başka bir şey değildir. Din alanında doğru bilginin öne çıkabilmesi ve eleştirel düşüncenin gelişebilmesi, öncelikle insanın kendi varlığının farkında olmasına bağlıdır.

İnsan-evren ilişkisinin temelinde insanın kendisi ile ilgili algısının ve Maturidi’nin ifadesiyle “duyular” bilgisinin yattığı bilinen bir husustur. Kanaatimize göre beşeri yaratıcılığın zirvesi olan bilim ve san’at medeniyetin de omurgasını oluşturmaktadır. Bu manada medeniyetin belirleyici unsuru da insanın yaratıcı yetilerini etkin kullanarak değer üretebilmesidir. Bunun için insanın kendilik bilincinin, Tanrısal yaratmanın genel bütünlüğüne uygun olarak şekillenmesi gerekmektedir. Kur’an’ın en güzel şekilde yaratıldığını söylediği insan, yaratmada da bir “kemal” noktasını işaret etmektedir. Maturidi’ye göre; “İnsanın yaratılmasıyla ilahi mülk ve hükümranlık kemale ermiş ve doruk noktasına ulaşmıştır. Çünkü her şey onlar için, onlar da Allah’a kulluk etmek için icat edilmiştir…Fakat yaratılışın amacı insandır…” (Maturidi, 2002, 94)

Yeni bir medeniyet tasavvuru, insanın evrendeki yerinin, koordinatlarının fıtrata uygun olarak yeniden belirlenmesine, insanın kendisi ile ilgili varoluşsal bilincin yeniden diriltilmesine bağlıdır. Kendi varlığının farkında olmayan bir kimsenin, yaratıcı yetilerini bilinçli ve etkin kullanmasını beklemek ne kadar doğru olabilir? İnsan, insan olmanın “var olma”dan daha fazla bir şey olduğunu, bunun da ancak emekle, değer üretmekle mümkün olabileceğini bilerek kendini inşa etmeye başlarsa, yeni bir medeniyet hamlesinin ilk adımları da atılmış olur. Kendi varlığının farkında olmayan, “kendini unutan” “Allah’ı da unutmuş” olacağı için, insanı insan yapan bütün süreçlerin dışında kalmaya başlar ve ya tanrılık iddiasına kalkışır, ya da kelimenin tam anlamıyla nesneleşir. Belki de tanrılık iddialarının nesneleşmenin zirvesinde ortaya çıktığını söylemek bile mümkün olabilir.

Aklı Yeniden Keşfetmek

Akıl Tanrı’nın insana verdiği en büyük nimettir. İçinde yaşadığımız koşullarda, bir kimsenin çıkıp, tıpkı Kant gibi, “Kendi aklını kendin kullanma cesareti göster” diye haykırmasına ihtiyaç vardır. Müslümanların son iki asırdır yaşadığı bütün olumsuzlukların temelinde aklın etkin kullanılmamasının ötesinde, aklın itibarsızlaştırılmasının yattığını söylemek abartı sayılmasa gerektir. Yolunu kaybeden insanın rastgele ve daha hızlı koşmaya başlaması gibi, Müslümanlar da, başlarına gelen her musibetin kendi tercihleri olduğunu, aklı etkin kullanmamanın sorunların ana kaynağı olduğunu unutup, hızla akıldan ve akılcılıktan uzaklaşmaya başlamışlardır. Son iki asırdır, çıkış yolu arayanların cılız da olsa aklı hatırlamalarına rağmen, yaygın din anlayışının akli temellerinden gittikçe daha fazla uzaklaştığını söylemek mümkündür. Özellikle Batı tipi tepkisel modernitenin aklı ve bilimi dinin yerine ikame etmeye çalışması, İslam dünyasındaki akıl karşıtı duruşların beslenme ve meşruiyet kaynağı olmuştur. Batı’da postmodern süreç de, akıl karşıtlarına yeni malzemeler sağlamıştır.

Postmodern arayışlar, yaygın din anlayışının başat belirleyicisi olan mistik damarın yeniden canlanmasına yol açmıştır. 1925’te Tekke ve Zaviyeler’in kapatılmasıyla yeraltına çekilen tarikat faaliyetleri, 2000’li yıllarda, tarikat cennetine dönen Türkiye’de, modern teknolojiyi ve iletişim araçlarını kullanarak yeni bir dil oluşturmuş; farklı bir görünürlük ve belirleyicilik kazanmıştır. Bu doğrultuda aklı ve bilgiyi değil, imanı ve teslimiyeti önceleyen bir anlayış biçimi, sadece tarikat çevrelerinde değil, toplumun dini hassasiyetleri öne çıkan bütün kesimlerinde hakim olmaya başlamıştır. Postmodernitenin aklı küçümseyen, bilimi eleştirerek göreceliliği esas alan yaklaşımı, Müslüman kültürün içinde zaten mevcut olan Batıni zihniyetle buluşarak, akla ve bilimsel bilgiye yönelik her türlü arayışın daha doğmadan öldürülmesini kolaylaştırmıştır.

Diğer taraftan şiddeti yaşam biçimine dönüştüren Selefi zihniyet de, insanları gözü kapalı ölüme sürükleyebilmek, öldürmeyi meşrulaştırmak için geçmişi idealize edip, eleştirel süreçleri akamete uğratırken, aklı devre dışı bırakıp ölümü kutsamaya başlamıştır. Bu durum, gittikçe yaygınlaşan İslamofobya’yı güçlendirdiği gibi, şiddet ve terörü yaşam biçimi gibi gören bir anlayışın toplumda taban bulmasına vesile olmaktadır.

Müslümanların her şeyden önce insanca yaşayabilmek için aklı yeniden keşfetmelerine ihtiyaç vardır. Batı’ya, Batı kültür ve medeniyetine yönelik haklı tepki, doğrudan akılcı olan söylemlerin anlaşılmasını adeta imkansız kılmaktadır. Mevcut koşullarda geleneğin içinden bir akıl ve akılcılık çağrısının başlatılması gerekmektedir. Maturidi’nin din dilini kullanarak yapmış olduğu şu tespit iyi bir başlangıç noktası olacaktır:

“İnsan şunu da bilir ki kendisine düşünmemeyi telkin eden his şeytani vesveseden başka bir şey değildir; çünkü böyle bir davranış ancak şeytanın işi olabilir, amacı da kişiyi aklının ürününü toplamaktan alıkoymak, fırsatları değerlendirmesine ve arzusuna ulaşmasına vesile olan bu ilahi emaneti kullanmak konusunda onu korkutmaktır.” Maturidi, Kitabu’t-Tevhid, 172

Bu sözler din dili ile ifade edilmiştir. Öyleyse, hem “düşünmemeyi telkin eden her his”, Kur’an’ın ifadesiyle “her türlü vesvese”, her türlü görüş, düşünce ve tutum şeytan işi olduğu gibi, her türlü akıl düşmanlığı, aklı itibarsızlaştıran her türlü yaklaşım biçimi de ya şeytan işi, ya da şeytanın kulu kölesi olan, şeytanlaşmış kimselerin işi olmak durumundadır. Bir başka ifadeyle bir akıl varlığı olan insan aklı etkin kullanır, düşünür; ilgi alanına giren her şeyi anlamaya ve açıklamaya çalışır. Kendi varlığının, insan olduğunun farkında olan hiç kimse, hiçbir şekilde akıl düşmanlığı yapamaz. Akıl düşmanlığının bile yine akılla yapıldığını bilmeyen, görmek istemeyen Müslümanları anlamak gerçekten hiç de kolay değildir…

Akıl, Allah’ın insana vermiş olduğu en büyük nimet, Maturidi’nin ifadesiyle “en aziz” şeydir. Böyle bir nimetin verilmiş olmasının bir sebebi, hikmeti ve buna bağlı olarak da sorumluluğu olmalıdır. Maturidi aklın tefekkür, tedebbür, taakkul için yaratıldığına şöyle dikkat çeker: ‘‘Akıllar yemek ve içmek için düzenlenip yaratılmış değildir. Çünkü yeme içme konusunda akılsız canlılar akıllı olanlardan çok daha güçlüd