Prof. Dr. Hüsniye CANBAY TATAR

Akademisyen

Din Modernizmin Postuna Talip mi Oluyor?

Modern kelimesi, eskiden yeniye geçişi ifade etmek üzere, daha 5. yüzyılda Hıristiyanlığı Romalı ve Pagan geçmişinden ayırmak için kullanılmıştır. Kavram, 19. yüzyılda radikal bir modernlik şuuruyla, gelenek ile şimdi arasında soyut bir karşıtlığı kurmak ve estetik modernizmi ifade etmek amacıyla kullanılmaktadır. Genellikle, 18. yüzyıl aydınlanma düşünürlerinin felsefesiyle ortaya çıkan, insanlığın içinde bulunduğu geri durumdan ve hurafe olarak kabul edilen anlayışlardan kurtularak, insanlığın daha iyiye gideceği ilerleme düşüncesine dayanan; bilimsel yaklaşımı esas alan, sanayileşme ve laiklik çerçevesinde yaşanan, dönüşümün adı modernizm konmuştur.18. ve 19. yüzyıllarda Hıristiyanlık, bilimin söyledikleriyle, bilhassa toplum ve tarih hususunda çelişen iddialar taşımaktaydı. Varlık âlemi ile ilgili tabii bilimlerden gelen meydan okumalardan sonra, sosyal bilimlerden de, dine yönelik ciddi tenkitler gelmeye başlamıştır. Sosyal bilimlerde dinî inanç, cehalet, medeniyet öncesi yapılanmalar, insanlığın çocukluk çağının alamet-i farikası veya alt sınıfların bedbaht hayatlarına rıza göstermek için uydurulan kasıtlı bir yalan olarak ele alınmaktaydı. Ancak bu yaklaşım, tabii bilimlerden bilhassa Darvin’in türlerin menşei hakkındaki teorisinden destek almaktaydı. Zira söz konusu teori, türlerin Tanrı’nın özel bir yaratışı ile oluştuğu inancına rekabet etmiş, teorinin tercihi ile de bu anlayış öncelik kazanmaya başlamıştır. Böylece, modernite, dinî inançların yeni bir tanımını dayatarak, modernitenin temeli olan, “insanoğlu tarihini yapar” ilkesiyle bağdaştırılmıştır. Anlam dünyaları formüle etmek, ya da dünyayı anlamlandırma görevi de izmlere yüklenmiştir. Bunlardan başlıcaları olan, serbest piyasa ile planlı ekonomi, birbirinden farklı olsa da, “tarihi görmezden gelmek, yoksulluk ya da dışlanmaya mahkûm ettikleri yaşam tarzlarına karşı aşağılamalarında, tüm tarihi boyunca aydınlanmacı düşünüşün merkezî geleneklerine damgasını vuran aynı akılcı kibri ve kültür emperyalizmini taşırlar.” Dünya anlamlandırılırken, anlam dünyalarının bir kısmı olduğu gibi, o dünyada yaşayanların çoğunluğu da dünyanın kıyısına itilmiştir.

Weber kültürel modernliği, din ve metafizikle ifade edilen aklın; bilim, sanat ve ahlak olmak üzere, üç özerk alana ayrılması şeklinde ifade etmiştir. Aydınlanmada, neredeyse genel tavrı oluşturan dinin ihmal edilmesi ve zamanla ortadan kalkacağı beklentisi; Weber tarafından, “dünyanın büyüsünün bozulması” şeklinde ifade edilmiştir. Büyünün bozulmasıyla, siyasî ve idari sistemlerin kutsallıktan arındırılması kastedilmiştir. Rasyonellik ve evrensel bir para ekonomisi marifetiyle, beşerî dünyanın, rasyonel bakış açısıyla anlatılmasını engelleyen geleneklerin ortadan kaldırılması ise, büyü bozucu gelişmeler olarak ifade edilmiştir. Freud, çocukluk döneminin çaresizliğinden kaynaklandığını iddia ettiği dinin, “kalıcı bir kazanım değil, uygar bireylerin çocukluktan erişkinliğe geçerken yaşadığı bir nevroz”, olduğunu belirtir. Kapitalizm ile Protestanlık arasındaki münasebeti vurgulayan Weber, “ Protestan ahlakı rasyonel kapitalizmin zorunlu bir ön koşulu olsa da ve bu nedenle kapitalist üretim tarzlarının bütün ruhu ile uyumlu ise de, gelişmiş kapitalizmin Protestan bir dünya görüşünün sürekliliğine bağlı olmayacağını ileri sürer.” Marks ise, dini, insanı ilişkilerdeki çelişkilerin ideolojik bir ifadesi olarak görür. Merhametsiz bir dünyanın kalbi olarak din, sosyal çelişkileri, teselli sunarak yatıştırsa da, daha iyi bir dünya hayali sunarak devrimci bir ruh ya da durum da yaratabilir. Sol işçi hareketi, hasmı olan muhafazakâr Hıristiyan hiyerarşi ile karşı karşıya geldiği için, din karşıtlığı, dinsizlikle eş anlama gelmiştir. Belki de bu yüzden, Marks’ın “din toplumun afyonudur” cümlesinin, sonundaki “insanoğlu bu afyona ihtiyaç duyar” ibaresine değinilmeden, kullanılmasına yol açmış veya tercih edilmiştir. Oysa S. Amin, hayat ve anlamına dair sorular sormaktan vazgeçemeyen “metafizik bir hayvan” olarak nitelediği insanın, bu tavrını bırakamadığını belirtir. Dolayısıyla, dini hareketleri metafizik merakla ilişkilendirir. Sonuçta, insanlar bu sorulara, ya mensubu olduğu din çerçevesinde cevaplar verir ya da kendi cevaplarını ileri sürer, nihayetinde her türlü soruyu sormaktan vazgeçer. Marksist anlayışta din, toplumları zulüm ve sömürüden kurtarabilecek olan, devrime engel olarak görülmektedir. Kapitalizm ise, canlılığını borçlu olduğu milyarlarca dolar sarf edilen reklam sayesinde artıran ve beşeri ihtiyaçların çok ötesindeki tüketimcilik ve gizli maddeciliğe bağlıdır. Başlangıçta din, müstemleke yönetimin meşrulaştırma aracı halinde hizmet ederken, modernizmle birlikte onun gücünün küresel çerçeveye taşınmasına yol açmıştır. Nitekim Balfour Bildiri’sinde İngilizler, II. Dünya Savaşı’ndan yıllarca önce, Filistin de hür bir İsrail devleti vaat ediyordu.