Nuri GÜRGÜR

Avukat

İnsanlık Doğu Türkistan ve Filistin’de Kendi Değerlerine Karşı Sınav Veriyor

Bir yandan küresel salgının bir buçuk yıldır sürüp gelen çok yönlü baskısı ve tehdidi, diğer yandan 30 milyondan fazla Doğu Türkistan Türkü’ne ve üç milyondan fazla Filistinliye uygulanan insanlık dışı uygulamaların etkisiyle yaşama sevinci duyamaz hale geldik; bu karamsar ortamda hüzünlü bir ramazan, buruk bir bayram yaşadık. Bu ortamın yakın zamanda değişmesi beklenmiyor. Çünkü ne Çin ne de İsrail hedef aldıkları toplumların haklarını ve hukukunu tanımak, millî ve dini kimliklerine saygı duymak, millî ve dini kimlikleriyle yaşamalarına izin vermemekte kararlı görünüyorlar.

İsrail emperyalist güçlerin desteğiyle kuruldu. Dönemin küresel başat gücü İngiltere daha 1. Cihan Savaşı döneminde Yahudilerin Filistin’de devlet kurmalarına yeşil ışık yaktı. İkinci büyük savaşın ardından Filistin'den çekileceğini resmen açıkladığı 1947 yılına kadar dünyanın her yerinden 1 milyona yakın Yahudi geldi, Filistinlilerden satın aldıkları topraklara yerleşti.

Bu göçü plânlı ve bilinçli yapıyorlardı. İllegal paramiliter örgütler kurdular. Erkek ve kadın militanlarına askeri eğitim verdiler, silahlandırdılar, disiplinli ve örgütlü elli bin kişi civarında muharip bir güç oluşturdular. Filistinli Müslümanların içerisinde Kudüs Büyük Müftüsü Emin el Hüseyin gibi durumun nereye evrildiğini görebilen bazı kanaat önderleri olsa da bunlar azınlıktaydılar. Çok sayıda Filistinli paraya tamah ederek mülklerini, topraklarını Yahudilere satmakta sakınca görmediler. Ayrıca Yahudilerin aksine ne silahları ne de örgütleri vardı.

Yahudiler 1946’dan sonra köylerde ve şehirlerde Filistinlilere karşı silahlı eylemlere başladılar. Ben-Gurion, Golda Meir, Şimon Peres gibi sonradan İsrail Devleti’nin başına geçecek isimlerin yönettiği grupların amacı, Filistinlileri kadın ve çocuk ayrımı yapmaksızın acımasızca katlederek dehşet havası yaratmak, evlerini bırakıp kaçmaya zorlamaktı. İngiliz manda yönetimi bu saldırılara seyirci kaldı. Manda yönetiminin sona erdiği 14 Mayıs 1948’e kadar Suriye, Mısır ve Irak askeri birliklerinin Filistin’e girmelerine izin vermedi. Yahudiler bu tarihe kadar tam bir terör ortamı oluşturdular. On binlerce Filistinli asırlardır yaşadıkları yurtlarını ve her şeylerini bırakarak, Lübnan ve Suriye’ye sığındı; halen 6 milyondan fazla Filistinli bu ülkelerde zor şartlar altında yaşamaya çalışıyor.

Mısır, Irak ve Suriye birliklerinin 15 Mayıs’ta Filistin’e girme girişimleri başarısız kaldı. Çünkü toplam yirmi dört bin askerden oluşan, ortak komuta ve savaş kabiliyeti bulunmayan Arap gücünün karşısında eğitimli, kararlı, iyi yönetilen elli bine yakın Yahudi birlikleri vardı. Üstelik Ürdün Kralı Abdullah Yahudilerle anlaşarak Filistinlileri satmıştı. Çok geçmeden ateşkes anlaşması imzaladılar.  Tel Aviv’de toplanan Yahudi Millî Konseyi 14 Mayıs’ta İsrail Devleti’nin kurulduğunu ilan etti. ABD bir saat bile geçmeden bu devleti tanıdı. Türkiye de ilk tanıyanlardan biri oldu.

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin 1947 yılında tarafları uzlaştırmak amacıyla Kudüs’e uluslararası statü veren ve Filistin topraklarını bölüştüren plânı İsrail yok saydı; her fırsattan yararlanarak sürekli genişledi. Günümüzde artık üç milyonu geçmeyen Filistin halkı Gazze Şeridi ve Batı Şeria’da küçücük bir alana sıkışmış durumda. Üstelik İsrail doymak bilmeyen hırsıyla Batı Şeria’da sürekli yeni yerleşim yerleri oluşturarak buraya da el koymaya çalışıyor. Zaten son çatışmalar da Filistinlilerin 73 yıldır yaşadıkları Şeyh Cerrah semtindeki binalardan zorla çıkarılmaya çalışması üzerine başladı.

İsrail terör yöntemleri kullanılarak kuruldu, başından beri Büyük İsrail ütopyasını gerçekleştirmeye çalışıyor. Laiklikten uzak Yahudi şeriatının geçerli olduğu devlet yapısı, İsrail’in güvenliğine öncelik verilerek, Yahudiliğin her türlü imtiyaza sahip olması gerektiğine inanılarak, bütün tehditlere cevap vermeye hazır militarist bir anlayışla düzenlendi. Uluslararası kuruluşlardan gelen ikaz ve eleştirileri ciddiye almıyorlar.

İsrail’in 9 milyonluk nüfusunun yüzde 75’i Yahudi; en fazla ABD’de olmak üzere bütün dünyada din ve ırk hassasiyetleri yüksek olan, 16 milyon civarında Yahudi yaşıyor. Dayanışmalarının çok yüksek düzeyde olmasının yanında, ticari ve mesleki becerilerinden, eğitime önem vermelerinden dolayı güçlü ve etkili lobiler oluşturabiliyorlar. İsrail, ABD’nin dünyada en fazla önemsediği stratejik müttefik konumunda. Bu nedenle 73 yıldır çok büyük çapta ekonomik, teknolojik ve askeri yardımlar yapıyor, BM’de ve uluslararası alanlarda İsrail’in temsilcisi gibi bir tavır sergiliyor.

İsrail Washington’un teknolojik desteğiyle nükleer bir güç oldu. Her türlü gelişmiş silahı, savaş vasıtası bulunan, kolaylıkla seferber olabilen eğitimli bir orduya sahip. Bunların yanı sıra MOSSAD gibi dünyanın en etkili istihbarat örgütlerinden birine sahip olduğundan hem bölgedeki hem de dünyadaki bütün gelişmelerden anında haberdar olabiliyor.

Henüz milletleşme bilincine ulaşamamış, aşiret asabiyesinin dar kalıplarından çıkamamış olan, saltanatlarını, maddi varlıklarını korumaktan başka kaygı taşımayan, hanedanların yönetimindeki Arap ülkeleri Filistin’de yaşananlarla hatta Kudüs’ün statüsüyle ilgilenmeyi gereksiz sayıyorlar. HAMAS’ın İhvan ve radikal cihadist örgütlerle yakınlığını iktidarları açısından tehdit saydıklarından bir süredir maddi yardımlarını da kestiler. Halk kesimleri ise bu konularda yönetimlerini yönlendirecek çapta hassasiyete sahip değiller.

Türkiye her zamanki gibi meseleyi sahiplenerek İsrail’i frenlemeye çalışıyor. Müslüman ülkeleri, İslâm İşbirliği Teşkilatı’nı harekete geçirmek istiyor.  Ancak Arap ülkelerinin yanı sıra bir buçuk milyonluk İslam dünyasında manevi değerlere dayalı bir bilinç oluşmadığından istediği sonucu alabilmiş değil; başka bir ifadeyle “ümmet” kavramının eyleme dönüşebilecek yoğunlukta toplumsal bir karşılığı bulunmuyor. ABD Başkanı Biden istemiş olsa vereceği bir mesajla İsrail saldırılarını rahatlıkla durdurabilir. Aslında Suudilerin ve BAE’nin ellerinde petrol gibi kapitalist Batı dünyasına ve özellikle ABD’ne karşı kullanabileceği önemli bir kozları var. İsrail saldırganlığının bir kere daha yükseldiği 1970 yılında dönemin Suudi Arabistan Kralı Faysal bin Abdülaziz’in isteği üzerine OPEC Tel Aviv’i destekleyen Batılı ülkelere petrol ihracatını durdurdu; bu karar üzerine küresel bir ekonomik kriz doğdu. Petrolün varil fiyatı 2.17 dolardan 11.75’e çıktı. Washington Kral’ın isteklerini yerine getirmek, İsrail ise geri adım atmak zorunda kaldılar. Ama ne yazık ki Faysal bin Abdülaziz 1975’te çok ustaca düzenlenen suikast sonucu hayatını kaybetti. Arap ülkelerinin başına bir daha onun kadar nitelikli ve bilinçli bir lider daha gelmedi. Tam tersine Arap devletlerinin tamamına yakını Washington’un da teşvik ve desteğiyle İsrail ile ilişki kurmak, anlaşmalar yapmak için yarışıyorlar.

ABD, İngiltere’nin 73 yıl önce boşalttığı Ortadoğu ve Körfez’de artık post-modern mandatör güç konumunda.  Burada barışı, huzuru, siyasal istikrarı sağlamak gibi insani ve hukuki girişimler yapmaya gerek duymuyor. Ülkelerin kontrolünde tutabileceği kimselerle yönetilmesi her zaman öncelikli hedefi oldu; Irak, Mısır ve Libya’da uyumlu olmayan iktidarları tasfiye ederek bunu sağladı. Böylelikle bir yandan İsrail’in güvenliğini garanti altına alırken, diğer yandan bölgenin yeraltı kaynaklarından, nakil hatlarından şirketleri üzerinden büyük kazanımlar elde ediyor. Ayrıca stratejik alanlarda çok sayıda askeri üsler, radar tesisleri kurarak küresel rakibi Rusya’yı kuşatma altına aldı. Bölgede İsrail’in ve kendisinin güvenebileceği “dost devlet” oluşturmak için Kürt etnik devleti projesini devreye soktu.

Netanyahu ABD’nin bu sınırsız desteğinin şımarıklığıyla hedeflerine ulaşıncaya kadar, yani Filistinlileri direniş yapamayacak hale getirinceye kadar saldırılarını sürdüreceğini ilan ediyor. ABD’de Senatör Sanders gibi bu saldırganlığı destekleyen politikadan rahatsız olanlar varsa da Washington’daki siyasal ve kurumsal iktidar, Hıristiyan siyonistleri, etkili Yahudi lobisini, silah, petrol ve finansal sektörleri aşamıyorlar. Amerikan medyasının objektif habercilik yapmaması nedeniyle kamuoyu neler yaşandığını öğrenemiyor.

İnsanlık, 21.asrın ilk çeyreğinde Çin’de ve Filistin’de kendi değerleri karşısında samimiyet, ahlak ve dürüstlük sınavı veriyor. Zulümler, baskı ve işkenceler, saldırılar sürerse insani gelişmişliğin ürünü sayılan felsefi, fikri, manevi, hukuki değerlerin anlamı kalmayacak; insanlar, bunların yerinin olmadığı, sadece güçlünün sözünün geçtiği zorba yönetimlere katlanmak zorunda kalacaklar.