Nuri GÜRGÜR

Avukat

Alacakaranlık Kuşağındayız

Organize suç lideri olduğu ifade edilen bir kişinin geçen ayın başından itibaren hemen her hafta yurt dışından yayınladığı videolarla ortaya attığı iddialar, günlerdir Türkiye gündeminin ilk sıralarında yer alıyor. Bunlardan bazıları şahsi itiraflarını içeriyor, kriminal kişiliğini yansıtıyor. Bazılarındaysa somut zaman, yer ve şahitler gösterilerek önemli makamlarda bulunan isimler, kamu görevlileri, basın ve yargı mensupları hedef alınıyor, suçlamalar yapılıyor.

Bunu yapan yeraltı dünyasından sıradan biri değil; iktidar partisine yakın duran, mitingler düzenleyip destek veren, güvenliğini sağlamak maksadıyla koruma verilmesi uygun görünen, kısacası yakın zamana kadar iktidar çevrelerinde “makbul” addedilen bir kişi..

TBMM Eski Başkanı ve Cumhurbaşkanlığı Baş Danışmanı, siyasetimizin duayenlerinden olan Cemil Çiçek hukukçu kimliğiyle konuya ilişkin önemli açıklamalar yaptı ve şöyle dedi: “Söylenenlerin binde biri bile doğruysa felaket ve sıkıntıdır... Videoları seyreden, gazetede okuyan ilgili savcı veya savcıların harekete geçip gereğini yapmaları lazım. Devlete güveni sağlamak açısından bu gereklidir. Bu boyuttaki iddiaları savcılar araştıracaktır. Bahsedilen konular şikayete bağlı suçlar değil. Suç varsa iddianame tanzim edilir, suç yoksa takipsizlik kararı verilir... Ortalıkta siyasetçilerin araçlarına çantalar dolusu paralar verildiği iddiaları var. Bunu görmezlikten gelebilir misiniz?”

İddiaların hedefi konumundaki İçişleri Bakanı iki TV kanalında beş saate yakın konuştu; ancak sorulara cevap vermek yerine kendi yaptıklarını anlatmayı tercih etti. Sorumluların kendi döneminden önceki yöneticiler olduğunu işaret eden sözleri parti içerisinde tepki topladı. Bakan da zaten o günden sonra bu konunun yanına bile yaklaşmamaya özen gösteriyor, denilene uyarak susuyor.

Fakat zihinlere takılan birçok soru cevapsız kaldı. Koruma verip ardından uzatılmasına kim, neden gerek gördü, devlet görevlisiyle korunacak kadar itibar gösterilirken bir suç örgütünün “reis”i olduğu  bilinmiyor muydu? Sezgin Baran Korkmaz nereden çıktı, bu kadar büyük servetin kaynağı nedir? İçişleri Bakanlığı’na çağrılarak İnan Kıraç isimli iş insanı aleyhine açtığı 45 milyon dolarlık alacağından vaz geçmesi ve hemen yurt dışına çıkması söylendi mi? Mülkiyetini nasıl aldığı bilinmeyen süper lüks otelinde yargı ve emniyet mensuplarını, politikacıları, gazetecileri ağırlayarak kurduğu ilişkiler ağından beklentisi nedir? İstek üzerine çok hacimli alacağını bir kalemde siliveriyor. Çok da bonkör, geçen yıl eğitim kurumlarına yaptığı bağışlardan ötürü Millî Eğitim Bakanı’nın elinden teşekkür plaketi aldı.

Sezgin Baran başlı başına bir “vaka”, karanlık bir kişilik. Suç örgütü liderinin işaret etmesi üzerine bu net biçimde ortaya çıktı. 30 Eylül 2020’de İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı 14 kişiyle birlikte hakkında soruşturma başlatıyor, mal varlıklarına, hesaplarına el konulmasına karar veriliyor, yurt dışına çıkma yasağı konuluyor. Ama çok geçmeden Başsavcılık bir suç unsurunun bulunamadığı gerekçesiyle 5 Kasım’da Sulh Ceza Hakimliği’nden önce mal varlıklarına el konulma kararının, ardından 17 Kasım‘da yurt dışı yasağının kaldırılmasını talep ediyor ve her iki isteğe de uyuluyor. Başsavcılık bu taleplerine gerekçe olarak MASAK’ın “araştırmalarda suç unsuruna rastlanmadı” tarzında raporunun olduğunu gösterdi. Fakat Maliye ve Hazine Bakanı böyle bir raporun verilmediğini açıklayarak kurum üzerinde oluşabilecek kuşkuları önledi. Korkmaz’ın 5 Aralık’ta ailesiyle birlikte THY uçağıyla uçup gitmesinden hemen sonra MASAK’ın bu kişi hakkında suç bulgularının bulunduğuna ilişkin raporu geldi ama kuş yuvadan çoktan uçmuştu. Hakkında bu çelişkili işlemler yapıldığı sırada Başsavcılık görevini yürüten İrfan Fidan, Aralık ayının başında önce Yargıtay Üyesi yapıldı, hemen ardından daha tek dosyaya bakacak zaman bile bulamadan Anayasa Mahkemesi Üyeliğine seçildi. Yakında yüksek mahkemenin başkanı olacağı ifade ediliyor.

Mafyatik yapılanmalar Batı dünyasında, Rusya başta olmak üzere diğer Asya ülkelerinden daha farklı özellikler taşıyor. ABD‘de bu suç örgütleriyle ilgili pek çok araştırmalar yapıldı, romanlar yazıldı, filmler çevrildi. Mario Puzo’nun Baba adlı romanı ve film uyarlaması on milyonlarca insan tarafından okundu. Marlon Brando buradaki görüntüsüyle ekranlarda hâlâ hayranlıkla izleniyor.

Bu yayınlardan ve İtalya’daki meşhur “Beyaz Eller Operasyonu”ndan ortaya şu sonuç çıkıyor: Bütün “suç örgütleri”nin yani kısaca “mafya”nın dayandığı vazgeçilmez üç temel unsur vardır; Siyaset, yargı, emniyet. Bunlara bazen basının da eklendiği olur. Mafyatik yapılanmalar devletle ve iktidarla kavgaya girmemeye, karşısına almamaya büyük özen gösterirler. Muhatapları akçeli kişiler ve kesimlerdir, ekonomik ve ticari sektör, işletmeler, iş çevreleri ve rakip örgütlerdir. Acımasız şiddet kullanarak, korku salarak piyasaları kontrolüne almaya çalışır.

Yolsuzluğun yaşanmadığı mafyatik örgütlerin bulunmadığı ülke hemen hemen yoktur. Fakat yaşanan olaylar ve yapılan araştırmalar demokratik devlet geleneğinin, istikrarlı kurumların bulunduğu, düzenin hukuk kurallarına uygun tarzda işlediği, yasaları ruhuna uygun şekilde uygulayan tarafsız ve bağımsız yargının olduğu ülkelerde suç örgütlerinin çekinilecek düzeye ulaşmadığını gösteriyor. Gerçi mafyatik örgütlenmeler buralarda da vardır. Yayılmaya, kurumlara sızmaya ekonomik ve ticari mekanizmaların işleyişine silah tehdidiyle etkili olmaya yönelik girişimler yaparlar. Fakat gücünü hukuktan alan, nitelikli ve liyakatli yöneticiler tarafından yönetilen kurumsal yapıları aşamazlar.

Gücün tek elde toplandığı, kurumların işleyişinin hukuki kurallardan çok yukarının isteğine bağlı olduğu, liyakatin yerini sadakatin aldığı sistemlerde bir başka sorun, “paralel devlet yapılanmaları”nın oluşmasına zemin hazırlayan, dini ve manevi değerler üzerine motive edilen bir ortamın bulunmasıdır.

Her toplumda eskiden beri aynı inancı paylaşan, ortak dini ve manevi değerleri benimseyen insanlar, çeşitli adlarla gruplaşmışlar, cemaatler ve tarikatlar oluşturmuşlardır. Batı dünyasında Katolikler arasında Tapınak Şövalyeleri ve Opus Dei, Protestanlarda Evanjelistler,  bu tarz örgütlenmelerin Batı dünyasında en fazla bilinenleridir. ABD’de Evanjelizm mezhebi mensuplarının sayısının yüz milyon civarında olduğu söyleniyor. Papa’yı en yüce değer olarak gören Opus Dei ise katolik ülkelerde çok yaygındır; yapılanmasıyla ilgili az şey bilinen son derece gizemli bir dini örgüttür. Hıristiyanlığın mezhep yorumlanmasına dayanan bu oluşumların amacı devlet kurumlarına sızarak yönetimlerini kendi üzerlerine alacakları alternatif bir hiyerarşik yapı kurmak değildir. Ancak seçimlerde kendi taraftarlarının kazanmaları için yoğun çaba harcarlar; yönetimler üzerinde sivil toplum kuruluşlarının benzeri “baskı grubu” işlevi yapmaya çalışırlar.

Bizdeki tarikat ve cemaatlerin en önemli özelliği ise, yapılanmalarının genellikle yukarıdan aşağıya dikey ve sık dokulu olmasıdır. Bir çoğunda en tepede, mensuplarının şeyh, kutup, gavs gibi sıfatlarla yücelttikleri, manevi mertebesinin yüksek, dolayısıyla keramet ehli olduğuna yürekten inandıkları bir zat vardır. Mensupları söylediklerini ilahi birer hikmet telakki ederek tartışmadan uymaya çalışırlar. Dolayısıyla bürokraside, kurumlarda görevlerini yaparken, amirlerinin değil manevi bağlarının olduğu kişinin dediklerine itibar ederler. Bu tarz ilişkiler ağının en acı örneğini 15 Temmuz’da yaşadık. FETÖ yıllar boyunca devletin dikkatinden kaçmayı, yaptıklarını gizlemeyi başardı. En kritik devlet kurumlarına sızarak buraları kontrolüne aldı; manevi ve ahlaki değerlere bağlı gençler yetişmeye çalışan gönüllüler hareketi maskesiyle kendini kamufle etti. Devleti resmen ele geçirecek gücü devşirdiğine inanır hale gelince, tarihimizde benzeri bulunmayan alçakça bir işe kalkıştı. 15 Temmuz’daki bu menfur darbe girişimi, başta siyasetçiler ve ülkeyi yönetenler olmak üzere herkesin her zaman ibretle hatırlaması gereken ders niteliğinde tarihi bir faciadır. Çapları ne olursa olsun, asli mihverinden uzaklaşarak başındakilerin hegemonik tutkularına hizmet aracına dönüştürülen, manevi ve dini değerlerden uzaklaşarak holdingleşen, şirketleşen, samimiyetini kaybederek dünyevileşen sözde tarikat ve cemaat yapılanmalarına müsamaha gösterilmemelidir. Çünkü bunlar sadece düzeni bozmakla kalmıyorlar; toplumda ahlaki ve dini bir sorun haline geliyorlar. Kötü örnek sergilediklerinden özellikle gençler arasında deist hatta ateist eğilimlerin yayılmasına neden oluyorlar. Sonuçta suç örgütlerini bile gölgede bırakacak kadar büyük birer sorun haline geliyorlar.

Mafyatik yapılar engellenmedikleri takdirde karmaşa çıkarırlar, düzeni bozarlar, hukukun yerini gücün, zorbalığın almasına çalışırlar. Ama devlet ve kurumları bir süre etkisiz kalsalar bile, bu durum uzun sürmez. En organize suç örgütleri bile devlete üstünlük sağlayamazlar. Sonuçta bir ara yatağından çıkar gibi olsa da “su akar mecrasını bulur”.  Peker de bir süre sonra şöyle veya böyle yargılanma sürecine girecektir. Ancak söylediklerinin, iddialarının hukuki gerekleri yapılmazsa, çeşitli nedenlerle yasaların gereği yerine getirilmezse, Cemil Çiçek’in dediği gibi devlete güven sarsılır. Toplumun hafızasının zayıf olduğu düşünülerek susulması, ortaya atılan suçlamaların soruşturulmaması, söyleyenin kriminal kimliği öne sürülerek unutturulmaya çalışılması vahim bir hata olur. Bazı gerçekler üzerleri örtülmeye çalışıldıkça daha da etkili şekilde kendilerini gösterirler. Siyaset tarihimizde bunun sayısız örnekleri vardır. Yanlışta ısrar etmek, siyaseti hukukun üzerine çıkararak kurumlara egemen olmak, sadakatin liyakatin önüne geçtiği kadrolaşmalar yapmak çok geçmeden bumeranga dönüşür, döner vurur.