Prof. Dr. Taner TATAR

Akademisyen

tatartaner@gmail.com

Kimin Papası - Kimin Soykırımı (1)

Hıristiyan dünyası, dünya tarihinde sistemli ve sürekli soykırımın ilk ve sonu gelmeyen aktörleri olmuştur. Haçlı seferleri, Hıristiyanlığın müesseseleşmesinin tarihi kadar uzun bir geçmişe sahiptir. Fakat Haçlı seferleri tarihin tozlu sayfalarında kalmış değildir. Dünya hala sefer üzerine sefer yaşamakta, soykırım özellikle İslam coğrafyasında bütün şiddeti ve kan dökücülüğüyle devam etmektedir. Hıristiyan Avrupalı, kendisine her gün yeni bir kurban aramakta, gözüne kestirdiği kurbanını ya yok etmekte ya da kendine bağlamaya diğer bir ifadeyle mahkûm etmeye çalışmaktadır.

Bütün bu nefret ve şiddet faaliyetleri, mazlum insanlara kelimeleri dahi hicaba ve âzâba düşüren daha nice acılar yaşattığı tarihin yüzü kızarmış sayfalarında yerini almış ve daha da almaya devam etmektedir. Ancak bütün bunlar, sebepleri ve sonuçları ile bitip ciltler arasına, bir daha çıkmamak üzere hapsedilmiş değildir. Hem öncekilerin sonuçları bu günlere sarkmakta, hem de soykırım farklı şekillerle karşımıza çıkmaktadır. Günümüze sarkan sonuçlar en az geçmiştekiler kadar ürkütücüdür.

Yaklaşık bin beş yüz yıldır mazlumların kanını, din, medeniyet ve şimdi de demokrasi adına emen Batılıların yapıp ettiklerinin bir dökümünü vermek yazımızın hacmini fazlasıyla aşar. Biz millet olarak kendimize yapılan zulüm ve soykırım faaliyetlerini anlatmaktan hicap duyarız. Özellikle kendimizi acındırmak ya da birilerinin omuzuna yaslanıp ağlayarak teselli aramaktan imtina ederiz. Bu sebeple soykırım tarihinin bizden mekân olarak çok uzakta ama hüznümüz itibariyle tam da içimizde hissettiğimiz Kızılderili soykırımı, bizatihi Hıristiyanlık adına yapılmış olması bakımından ‘Soykırımın Papa’sına cevap teşkil edicidir.

Altın bulmak ve zengin olmak hayaliyle muazzam kıtanın işgaline başlayan Avrupalı, kendi hayalini gerçekleştirme uğruna işgal ettiği toprakların yerli halkına hayatı kâbusa dönüştürmüştür. 1492'den itibaren Kızılderililerin üzerinde fark edilen ve onlardan çalınan altın, izleyen yolculukların masraflarının karşılanmasına, baharat satın alınmasına, hükümetlerin denetlenmesine, bakanların ve piskoposların istenildiği gibi çalıştırılmalarına tek başına imkân sağlayacaktır. Böylece altın bir yüzyıldan fazla bir süre boyunca, gümüşle birlikte Amerika'nın yegâne ihraç kalemi olacaktır. Altın, yeni bir tipten insanların bu kıtaya hücum etmelerini tahrik edecektir: bunlar artık denizciler ya da hayalperestler değil de, servet avcılarıdır. Artık tüccarlar değil de çok basit olarak hırsızlardır. 1520'de tapınaklardan çalınan ve madenlerden veya nehirlerden çıkartılan toplam altın miktarı otuz ila otuz beş ton arasındadır; bu toplama işlemi adalardaki on binlerce Kızılderili'nin hayatına mal olmuştur. Öyle ki mesela Guaxaca madeninde çalışma şartları öylesine öldürücüdür ki, madenin çevresinde, çapı iki kilometrelik bir alanda, iskeletlerin ve cesetlerin üzerinde yürümek gerekmektedir. Bu şekilde, işgalciler, haydutlar ve köle avcıları olarak gelmişler, sömürgeci ve tüccarlar olarak kalmışlardır. İşte Koca Akif'in "Tek dişi kalmış canavar" şeklinde ifade ettiği medeniyet, bunun gibi milyonlarca insanların kemiklerinin üzerine bina edilmiştir. Bu öyle bir yok ediş tufanıdır ki, bu tufandan bütün canlılar etkilenmiştir. Katliamın boyutları hakikaten korkunç seviyelerde görülmektedir. Zira insan, hayvan ağaç vs. canlı namına ne varsa, hepsi yok edilmiştir. Bu yok edilişin ıstırabını derinden hisseden "kara geyik" adlı Kızılderili'nin yürek yangınının alevi dudak arasından şöyle çıkmaktadır:

"O zaman kaç kişinin öldüğünü anlayamamıştım. Şimdi kocamışlığımın şu yüksek tepesinden gerilere baktığımda, yerde birbirleri üzerinde yığılı duran boğazlanmış kadınları ve çocukları, hala o genç gözlerimle görebiliyorum. Ve orada, o kanlı çamurun içinde bir şeyin daha öldüğünü ve o kar fırtınasına gömüldüğünü görebiliyorum. Evet, bir halkın düşü öldü orada. Güzel bir düştü evet... sonra bir ulusun umudu kırılıp paramparça oldu. Artık yeryüzünün merkezi yok, ölüp gitti kutsal ağaç"

Kendi evinde yüzyıllarca “homo hominu lipus” (insan insanın kurdudur) diye nitelendirilen Avrupalı, yamyamlığını yeni gittiği büyük kıtaya da taşıdı. Zira 1609–1610 yıllarında Jonestown’da koloni kuran İngilizler, kıtlıktan kırılmaya başlayınca, Kızılderililerin onlara mısır ve hindi yardımı yapmalarına rağmen, onlar “yerli” avına çıktılar ve Kızılderilileri öldürerek etlerini yediler. Hatta cesetleri bile çıkarıp yediler. Mesela, Bartolome Dé Las Casas’ın görgü şahidi olarak yazdıklarına göre Guatemala’ya gelen bir kaptanın ordugâhında, akıl almaz bir insan eti kasaplığı vardı. Kaptanın önünde, çocuklar öldürülüyor, kızartılıyordu. Sadece ellerini ve ayaklarını –en iyi parçalar sayılıyordu- almak için adam öldürülüyordu. Bir manada Avrupa tarihi yeni kıtaya taşınmış oluyordu. Bir farkla ki, bir ara birbirini yiyen Avrupalı, artık yiyecek başkalarını bulmuş oluyordu.