Hicran GÖZE

Avukat - Yazar

Edebiyat ve Mûsikî Tarihimize Geçen Bir Şiirin ve Şarkının Hazin Hikâyesi

“Türk edebiyatının şerefli ve büyük ismi Fâruk Nâfiz’i, kültürüyle, sesiyle, unutulmaz besteleriyle hiç unutamayacağımız Alâeddin Yavaşca’yı saygı, muhabbet ve rahmetle anarak.” 

Fâruk Nâfiz, Meşrutiyet yıllarından beri Kadıköylü… Haydarpaşa’dan sonra Osmanağa Camii’nin yanındaki dik yokuşta bir evde oturmuş, şiir yazmaya çocuk sayılacak yaşlarda, 14 -15 yaşlarında “Balkan Savaşı” denilen o büyük facianın tesiriyle, daha doğrusu tahrikiyle başlamıştı. Şiirlerinin çoğuna bu zor yılların hüznü sinmişti. Fâruk Nâfiz bundan sonra, Kadıköyü’nün çok seçkin ve meşhur eğlence yerlerinden biri olan Kuşdili’nde, gene çok tanınmış bir mekân olarak eğlence tarihimize geçmiş Hamdi’nin gazinosunun karşısındaki bahçeli bir evde oturmuştu.  Bu ev o devrin edebiyatçılarının sık sık ziyaret ettiği ve açlıktan perişan halde olan midelerini doyurdukları, oldukça refah içinde bir evdi. Ama kısa bir zaman sonra boş midelerini bayram ettiren o evin de yoksullaştığını görecekler, o evin evlâdı Fâruk Nâfiz’in taş gibi katı, kaya gibi dik sustuğuna şâhit olacaklardı. 

Fâruk Nâfiz’in Anadolu’ya geçtiği 1922 yılına kadar süren bu Kadıköylü günler bütün sıkıntılara, acılara rağmen çok romantik ve aşk dolu günlerdi de… Kadıköylü kızların şiirlerine, yakışıklılığına hayran olduğu şairimiz de  çok sevmiş ve çok âşık olmuş, bu aşkların karşılığını da görmüştü. İlk aşkı, o devrin çok kıymetli şâiri ve edîbi Halide Nusret Hanım’ın Erenköy rüştiyesinden arkadaşı da olan,  sarı saçları ile anılan Bedrâ Hanım imiş. Amma daha sonra kahramanımızı, yakışıklı şâirimiz Fâruk Nâfiz’i perişan edecek asıl büyük aşkının mekânı, Bağdat ve Ethem Efendi caddelerinin kesiştiği yerdeki on iki odalı bir köşk olacaktı. Şâirimizin halası olan Saide Hanım’ın salonunu, o devrin şâirlerine ve sanatkârlarına açtığı köşkü… O toplantılar pek çok aşkın filizlenmesine de vesile olmuştu. Amma Edebiyat Tarihimize geçmiş bu aşkların en önemlisi Fâruk Nâfiz’in Şükûfe Nihal’e ilk görüşte âşık olmasıydı…  Bu müthiş, kara sevdaya benzeyen aşk, Şükûfe Nihal’in evli olması, şâirimizin ısrarla kocandan ayrıl demesine rağmen bir türlü ayrılmaması üzerine son bulmuş, şâirimiz âni bir kararla, çalıştığı lisede biyoloji öğretmeni olan bir hanımla, Azize Hanım’la evlenivermişti. Şükûfe Nihal’in bu mısrâları,  sevdiği adamın hiç beklenmeyen bu evliliğiyle nasıl perişan olduğunun ilânıdır:

“Dalgalar sürükleyin beni de enginlere,
Kumların arasında ben de bir parça taşım.
Ayrılmayız, beraber dalarız derinlere!
Derken, bırakıp gitti, elimi arkadaşım.”                        

Bu ağlayan mısrâlar da şâirimizin: 

“Sen Marmara’nın göl gibi durgun bir ucunda
Ben böyle atılmış gibi yurdun bir ucunda.
Sen benden uzak, ben sana hasret…
Sarmış beni gurbet
Sarmış beni mecnun diye zencir gibi dağlar
Bir türbe ki ruhum gelen ağlar geçen ağlar.”

Fâruk Nâfiz 1954 senesinde Cumhuriyet Gazetesi’nde çalışan Sermet Sami Uysal’ın “Eşinizle aşk evliliği mi yaptınız?” suâline “ Hayır. Birbirimizi beğendik evlendik. Duygudan çok kafa izdivacı oldu doğrusu” diye cevap vermişti. Âile dostlarından olan  Hilmi Ziya Ülken,  birçok kişinin Azize Hanım için “Kocası gökte yıldızları, kendisi yerde karıncaların eklemleri ile ayaklarını sayar” dediklerini de yazmaktadır.  Hilmi Ziya Bey âilece görüşmeye başladıktan sonra iki zıt kutbu temsil etmelerine rağmen aralarında derin ve sağlam bir sevginin oluştuğuna, Faruk Nâfiz’in Azize Hanım’ın ölümüyle çok sarsıldığına da şâhit olmuştu: “ Azize Hanım’ın ölümü Fâruk Nâfiz’in hayâtında büyük çöküntü yaptı. Daima güleryüzlü, hatır alıcı olan şâirin içi karardı, bakışlarına bir bulut indi. Rastlaştığımız zamanlar yine eşimi, öğrencisi olan kızımı sorar, beni her zamanki gibi lâyık olmadığım güzel sözleriyle över, Emin Âli’den başlayarak eski arkadaşların Halk Kıraathânesi’ndeki sohbetlerini hatırlatırdı. Fakat tatlılığına ve gülümserliğine rağmen bir perdenin kararttığını görmemek elimden gelmezdi.” 

Gençlik devrinin fırtınalı aşklarını şiirlerine de döken şâirin, kendisinin ve çocuklarının iyi günde olduğu gibi kötü günde de fedakâr hâmisi Azize Hanım’a  hissettikleri belki aşktan da üstündü. Gençlik heyecanı ile yaşanan aşklar bir kadının asâleti ve sabrı ile desteklenmediği zaman nasıl hüsranla neticeleniyor, o aşk, beraber yaşanan her ayın, her senenin sonunda nasıl biraz daha sönüyorsa, bunun tam aksine Fâruk Nâfiz ve Azize Hanım’ın evliliği örnekti. Aklın ve mantığın arkadaşlığında bir beğenme ile başlayan bu evlilik aşktan da üstün bir sevgi ile yıllarca sürmüş,  büyük şâiri çok mutlu etmişti. Azize Hanım’ın  amansız bir hastalıktan âni ölümü ile perişan olan Fâruk Nâfiz, Azize’sinin arkasından sanki gözyaşlarıyla ıslanmış, o zor günlerini dile getiren bir şiir yazmış “Bunu senin bestelemeni istiyorum” diyerek, âile dostları ve tıbbın çaresizliğini Fâruk Nâfiz ile beraber, kahrolarak  yaşamış olan Üstad Alâeddin Yavaşca’ya vermişti. Bu şahâne güfte onun tarafından büyük bir ustalıkla hicaz makâmında bestelenince gönül tellerini titreten bir şarkı oluvermişti. 

Artık bu solan bahçede bülbüllere yer yok
Bir yer ki sevenler, sevilenlerden haber yok
Bezminde kadeh kırdığımız sevgililer yok
Bir yer ki, sevenler, sevilenlerden haber yok…

Aziz okuyucularım bu olay acaba sadece bir şiirin ve şarkının hikâyesi miydi? Sizleri bilmem ama bence bir büyük kadının da hikâyesiydi.. Azize Hanım’ın… 

Bir erkeğin, arkasında bitmemiş bir aşkın büyük acısını taşıyarak evliliğe adeta şuursuzca, intihar eder gibi adım atan bir erkeğin artık aşka kapalı kalbini, sadece kadınlık cazibesiyle değil, ondan çok üstün değerlere sahip olduğu için ve o erkeğe duyduğu büyük bir aşkla, açan, açabilen bir büyük kadının da hikâyesi… Allah rahmetiyle kucaklasın. Azize Hanım’ın.

Kader ne yapalım ki bu büyük şâirimize, çektiği çilelerden, vatanın üzerini kaplamış o simsiyah bulutlarla mücâdele ettiği çok acı günlerden ve ne yazık ki  o şaheser “Han Duvarları” şiirini yazdıktan sonra  “Zindan Duvarları” nı da yazdıracaktı:  

Ne çocuk çığlığı duydum, ne kadın hıçkırığı
Erganun dinlemeden, Martı sesinden başka
Aldılar bende ne his varsa güzel, doğru, iyi
Bir şeyim kalmadı, verdikleri kinden başka
Izdırap aylarımız dillere destan oldu,
Adımız geçmedi ancak ölüm ilânlarına
Biz unutsak da ölümden beter işkenceleri,
Kim demiş, onların Allah bırakır yanlarına? 

Ankara Lisesi’nde edebiyat öğretmeniydi. Cumhuriyet’in kırk üçüncü yılında talebesi Behçet Kemal Çağlar’la ortak olarak Onuncu yıl marşını yazmışlardı. Gönlüne pek çok aşkı sığdıran şâirin kalbinde vatan aşkı da her zaman büyük bir yer tutmuştu. Yusuf Ziya Ortaç’ın yazdığına göre o sıralarda Cumhuriyet Halk Partisi,  ondan Halkevleri için dört manzum piyes istemişti. Yusuf Ziya Ortaç  “Ömürleri boyunca tek mısrâ yazmamış adamlar dört manzum piyes istiyorlardı.” Dedikten sonra “Faruk Nâfiz, içi hem sanat, hem hizmet aşkı ile dolu, bir yaz günü, Kalamış’ta,  Belvü oteline kapandı ve elinde üç manzum piyesle çıktı. Nasıl mı? Üç piyese vücûdundan yirmi beş kilo yedirerek”…   Guatr olmuştu, nabzı yüz yirmi atıyordu. Dördüncü piyesi yetiştiremediği için parti içinde  “Partiyi dolandırdı” sözleri dolaşmaya başlamıştı.  İyileşir iyileşmez dördüncü piyesi, Yusuf  Ziya’nın (Ortaç)  tabiriyle “suratlarına attı” Parti’sine küsmüştü.  O günün Başbakanı Recep Peker ise “İte ite Demokratların kucağına düşürdük” diyecekti. Aslında kader ağlarını örüyordu. Zavallı Şâir Demokrat Parti’nin kucağında Yassıada cehenneminde işkence dolu günlerini  de yaşayacaktı. Vatan haini gibi tutuklanıp, hakaret ve işkencelerle Yassıada zindanına sürüklenirken 27 Mayıs 1960 darbesinin şenliği ve neşesiyle coşmuş radyodan yükselen yırtık bir kadın sesi onun Atatürk’ün yanında, o müthiş “Kurtuluş mücâdelesi’nin”  şahlanışını anlatan “At” şiirini  okuyordu. 27 Mayıs darbesine ithaf ederek…

Bin gemle bağlanan yağız at şâha kalkıyor,
Gittikçe yükselen başı Allah’a kalkıyor!
Son mâcerâyı dinlememiş varsa anlatın:
Râm etmek isteyenler o mağrur, asil atın
Beyhûdedir, her uzvuna bir halka vursa da.
Boştur köpüklü ağzına gemler vurulsa da… 

Yassıada’da çektiği çilelerin yıprattığı vücudunu ve vatan sevgisiyle dolu asil ruhûnu 8 Kasım 1973’te Allah’ına teslim etti. Yassıada cehenneminde yaşadıklarını, sanki son sözleri gibi bu kıt’ayla dile getirmişti:

“ Kaç bahar, bülbüle hasret, güle hasret yaşadık
Görmedik kaç yaz ufuklarda yarım bir mehtâb
Bu elem defteri dünyâda kapansın, dilerim…
Dilerim bir daha mahşerde açılsın bu kitab!”        

Sâdece bir tek şiiri  “ Han Duvarları”,  başka şiir yazmamış olsaydı bile Ona “ Büyük Türk şâiri” dememiz için yeterliydi.  Bu millet keşke Fâruk Nâfiz’e  “Zindan Duvarları” nı yazdırmasaydı…      

“Bu yazı “Vatan şairlerini unutup, Vatansız şâirlere sarılanlara ithaf olunur…”