Hicran GÖZE

Avukat - Yazar

Bir Ülkeyi İki Şey Yıkar; Zulüm ve Adâletsizlik

Bir ülkeyi İslâm dışı olmak değil, İslâm dışı değilim, müslümanım dediği halde Kur’anın esası olan Hak ve adâletin çok dışında dolaşmakta ısrar eden, devleşmiş nefislerinin esiri olan  liderler ve onların emir kulları yıkar. Bu hüküm Kur’an-ı Kerim’in özünden çıkan bir hükümdür: “Zulme bulaşmış, adâletten uzaklaşmış bir iktidarın ve onun hükmü altındaki bir toplumun yıkılışı, bir başka deyişle kıyameti yakındır.”

Kur’andaki hükümlerin muhâtabı insandır. Alçalmasına da yükselmesine de hudut olmayan insan… Allah’ın son Peygamber vasıtasıyla gönderdiği âyetlerin toplandığı Kur’an-ı Kerim’de sahasında  uzman olan pek çok kişinin söylediği gibi devletle ve onun işleyişi ile ilgili hemen hemen hiç bir hüküm yoktur. Erkek olsun kadın olsun iyi vasıflarla donatılmış, topluma huzur saçacak bir insanın oluşturulması vardır. Zenginliğin de, fakirliğin de sapıttıramadığı, harama bulaştıramadığı bir insan tipi… İslâm ile müşerref olduktan sonra tanınmayacak şekilde değişen bir insanlık… Mehmed Âkif bu değişimi ne güzel anlatır:
Nasıl olmuş da o fâzıl medeniyyet, o kemâl,
Böyle bir kavmin içinden doğuvermiş derhâl?
Nasıl olmuş da zuhûr eyleyebilmiş Sıddîk?
Nereden gelmiş o Haydar’daki  irfân-ı amîk?
Önce dehşetli zıpırken, nasıl olmuş da Ömer,
Sonra bir adle sarılmış ki: Değil kâr-ı beşer?

Neşri  tarihinde ibret alınması şart olan bir olay nakledilir. İşte Neşrî‘nin o olayla ilgili anlattıkları: “Bu Âl-i Osman, bir doğruluk ve adâlet timsali soydur. Bilginlerin yasaktır dediği şeyden titizlikle kaçınırlardı. Osman ve Orhan zamanında bilginler bozgunculuk ve düzenbazlıktan uzaktılar… Kara Rüstem adında bir fakih Karaman’dan geldikten sonradır ki hile ve yabancılaşmalar başladı ve kadılar ilimleriyle amel etmeyerek rüşvet alma yoluna koyuldular. “Yıldırım Beyazıt, rüşvetin alıp yürümesi üzerine kadıları teftişe ağırlık verdi ve gördü ki, rüşvet korkunç boyutlara varmıştır. Beyazıt ’Bunların hepsini bir yere toplayıp yakmak lazım’ diye konuşmaya başladı. Devrin meczuplarından ARAP diye bilinen biri, Beyazıt’a şöyle dedi. ‘Sultanım Bizans’a gidip bir grub ruhban getirelim. O kadılar yerine işleri onlar halletsinler. Padişah hayretini bildirince şöyle konuştu ARAP: “Kadılar ilimlerine ihanet ediyorlar. Diğer memurlar ise bu işin ilmini bilmezler. Rahipler her ne kadar Müslüman değillerse de yine Allah’ın vahyi  olan İncil’e inanıyorlar  ve ilimleri de vardır. O halde ilmine ihanet eden kadılarla, ilimden yoksun kullarına iş havale etmektense bilgin gayrı müslimlere güvenmek yeğdir.” (Neşri tarihi,1/337-339)

Osmanlı’nın ilk Şeyhülislamı Molla Fenari de bahse değer.(1350-1431) şeyhülislamlık makamına gelmeden önce Bursa kadısı yâni yargıç idi. Adamın biri pazardan bir at satın almış fakat satış işleminden hemen sonra atın hasta olduğunu anlamış kadıya koşmuştu. Kadı Molla Fenari yerinde yoktu. Ertesi gün giderim diye karar vermesinin akabinde at ölüvermiş. Ne yapacağını şaşırmış bir halde derdini Molla Fenari’ye arzetmiş. Adamcağız, Kadı  Molla Fenari’nin  “Senin zararını ben ödeyeceğim” demesiyle  çok şaşırmış “Konuyla sizin bir ilginiz ve suçunuz  yok ki ” demiş. Molla Fenari “Evet öyle görünüyor ama benim suçum çok büyük. Eğer ben yerimde olsaydım, olaya hemen el koyar, atı geri verdirir, paranı iade ettirirdim. At da sahibinin elinde ölürdü. Bu imkân benim yerimde bulunmamam yüzünden şimdi yok olmuştur. Onun için senin zararını ben ödeyeceğim”  Osmanlı’nın kuruluş devirlerindeki  bu adâlet duygusu daha sonra  git gide zedelenmiş, koltuk sevdası, makam hırsı gibi İslâm’a çok ters anlayışlar sebebiyle çöküşü hızlandırmıştı.    
Ne yazık ki artık İslâm’ın güler yüzü solmuş, Bu kusursuz dinin nur yüzlü insanları yavaş yavaş kaybolmuş, onların yerini dünyevî hırsla birbirleriyle mecelleşen insanlar almıştır. Kainatın için de bir toz zerresi kadar olan bu yuvarlak, orasından burasından çekiştirenlerin elinde cehenneme dönmüştür.  Bir vakitler Müslümanlığın güleryüzü olan insanları hatırlayıp ferahlamak zamanıdır, İşte Hz Ömer… Adâletle ilgili asabiyetinden, çok kişinin ürktüğü Ömer, O çok zor günlerde Müslümanlığı kabul etmesiyle 39 kişide kalmış Müslüman topluluğunu kırka çıkaran  Ömer… “Allah’ım bu dini Ebu Cehil veya Ömer’den biri ile aziz et” diye yalvaran Allah sevgilisinin kabul edilen duası olan Ömer… Önceleri İslâm’ın azılı düşmanı olan Ömer…  Bir gün kırbasını (su kabını) sırtına yüklemiş Medine’nin en kalabalık sokaklarında dolaşıyor. Oğlu Abdullah şaşkınlık içinde babasının yanına koşup soruyor “Baba bu ne hal? Koskoca halife sırtında kırba mı taşır? Taşıtacak kimse bulamadın mı?” Oğlum bunu taşıyacak adam bulamadığım için veya başka bir mecburiyetten değil, nefsime gurur gelir gibi oldu, kendimi beğenir gibi oldum. Sırf onu küçültmek için bu yola başvurdum.”

Ve İmam-I Âzam… Bir gün yolda giderken karşıdan gelen bir adamın aceleyle  kaçar gibi yolunu değiştirdiğini görür ve ona sorar “Beni görünce niçin yolunu değiştirdin?” Adam mahcup bir şekilde cevap verir “Size olan borcumu ödeyemediğim için sizden utanıyorum da ondan.” İmam-ı Âzam  bunun üzerine büyük bir üzüntü içinde böyle cevap verir: “Bundan sonra bana her hangi bir borcun yoktur. Şu andan itibaren bana olan borcunu siliyorum. Bu zamana kadar beni her gördüğünde seni  huzursuz ettiğim için bana hakkını helâl et.” 

Ve Ömer bin Abdülaziz… Nefislerin devleştiği ve ondan kaynaklanan kavgaların, yolsuzlukların, zulümlerin  arttığı, görgüsüz zenginliğin  kararttığı devri  kısa bir süre de olsa aydınlatan, Hz. Ömer’in torunu Ömer bin Abdülaziz…Zulümden ve haksızlıktan nefret eden, zalimi, haksızlık edeni, bu gibilere yardım edeni sevmezdi. Halife olduktan sonra tayin ettiği bir memurun daha önce Haccâc-ı Zalim tarafından da memur olarak atandığını öğrenince  görevden almıştı.  Memurun ben Haccâcın zamanında çok kısa bir süre memurluk yaptım demesi üzerine Halife bu sözlerle noktayı koymuştu: “Zalim bir adamla yaptığın bir günlük dostluk bile sana şer olarak yapışır.”

Ve yakın zamandan bir güzel çehre… İslâm’ın güleryüzü olan bir çehre… İnsanları camiden kaçırmayan bir nurlu sima… Allah rahmetine garketsin İlmi ve irfanı ile Hacı Cemal Öğüt Efendi… Allah  onu de rahmetiyle kucaklasın kızı Hikmet Öğüt Hanım‘dan dinlemiştim: Babam kışın çok soğuk bir gününde sokaktan geçen yoğurtçunun sesini duyunca bana “Kızım yoğurt alır mısın diye seslenmişti “ Babasına evde yeteri kadar yoğurt olduğunu söylemesi üzerine  babasının verdiği cevap  ne kadar güzeldi: “Zararı yok evlâdım… Sen yoğurdu harcayacak yer bulursun. Ama adamcağız yoğurdunu satabilseydi  bu soğukta sokağımızdan üç defa geçer miydi? Hikmet abladan dinlediğim bir olayı da hiç unutmadım. Modern semtlerden biri olan Teşvikiye’de  oturan  bir âilenin çocuğu komşusu olan gayrimüslim arkadaşını  oyun oynamaya çağırır. Arkadaşı “hayır” der. “gelemem bu gün Pazar, biz kiliseye gideriz. Bu cevap çocuğu üzer, koşa koşa babasına gider ve yalvarır “Baba ne olur biz de kiliseye gidelim. Baba biraz mahcup ve şaşkın “Müslümanlar kiliseye değil camiye giderler” der. Hıristiyan arkadaşına özenmiş çocuk  “Biz müslüman olduğumuz halde niye camiye hiç gitmiyoruz?” diye sorup, camiye gidelim diye tutturunca baba çaresiz Teşvikiye camiinin yolunu tutar. Bu babanın ilk camiye gidişidir ama son olmayacaktır. Çünkü caminin vaizi ve hatibi Hacı Cemal Öğüt hocadır. Cemaati  camiye küstürmeyen İslâm’ın güler ve güzel yüzü bir gerçek Müslüman… Bu gerçeği de hiç unutmayalım: Bütün İslâm âleminin perişanlığına sebep ne yazık ki Kur’andaki Müslümanlık değildir. İstiklâl Marşı şairimiz Mehmed Âkif’in çok sevdiği “Sevgili Şemseddinim diye” hitab ettiği büyük âlim Mehmed Şemseddin Günaltay’ın “Hurâfeler ve İslâm Gerçeği” adını taşıyan kitabında yazdığı gibi  “BİZE ÖĞRETİLEN MÜSLÜMANLIKTIR” “TERAKKİMİZE ENGEL OLAN DA ODUR”
Âkifimiz ise   “ Kadermiş! Öyle mi hâşâ, bu söz değil doğru:
Belânı istedin, Allah da  verdi… doğrusu bu, 
Çalış dedikçe şeriat, çalışmadın durdun,
Onun hesabına  bir çok hurafe uydurdun!
Sonunda bir de tevekkül sokuşturup araya,
Zavallı dîni çevirdin onunla maskaraya!” diyerek hep ağlamıştır.
Şikâyetnameye dönmüş bu yazıma bir kaç fıkra ile son vereyim. Meşhur Abbasi halifesi  Harun Reşid’in kardeşi olduğu söylenen Behlül Danâ’yı çok severim. Sultan kardeşinin ona takılmalarını da… Harun Reşid bir gün Behlü’lü huzuruna çağırarak para ile dolu bir kese vermiş, fakirlerin oturduğu mahallelere gitmesini, oradakilere dağıtmasını istemiş ama  evliyadandır, meczubindendir dedikleri Behlül’ün peşine de adamlarından birini takmış. Daha sonra peşine taktığı adamın anlattıklarını dinleyince çok şaşırmış, hiddetlenerek Behlül’ü gene huzuruna çağırmış “Behlül ne yaptın sen? Kesedeki bütün parayı zengin mahallesinde dağıtmışsın.”demiş Behlül “Ne yapayım Fakir mahallesinde hangi kapıyı çaldımsa  hepsi bu günkü rızkım kâfi, iki günlük erzakım var diyerek parayı kabul etmediler. Fakat zenginlerin hepsinin o kadar çok  ihtiyaçları vardı ki onlara verdim, Sen ihtiyacı olanlara ver demedin mi ?” 

Bir gün de ona “Hakkında şikâyet var. Hiç camiye gitmiyormuşsun. Bu gün camiye git, oradaki cemaati de bana iftara getir” demiş, aslında emir vermiş. İftar vaktine yakın Behlül yanında beş altı kişiyle gelmiş. Harun Reşid  “Behlül bu ne ? Ben sana bütün cemaati getir demedim mi?” cevabı merak ettiniz söyleyeyim: “Sultanım  cami çıkışı hepsine bir bir sordum namazda okudukları surelerin ve âyetlerin mânâsını yalnız bunlar biliyordu”  Harun Reşid eminim ki kızmamış gülmüştür. Çünkü onun papağanı da Yasin suresini baştan aşağı ezbere okurmuş.