Prof. Dr. Taner TATAR

Akademisyen

tatartaner@gmail.com

‘Kim’ Yerine ‘Ne’, ‘Kimlik’ Yerine ‘Nelik’

“Kimin nesi, kimin fesi!”. Bu ifade ile kimliğimizin yalnızca kendimizle değil, ‘bağ’ımızla ilişkisi çerçevesinde tanındığı ya da tanımlandığı izhar edilmektedir. Kişinin kendisi yani “kim” olduğu değil, “kimin kimsesi” olması önem arzeder. Bunun gibi “otu çek köküne bak” ikazı ile de soya-sopa vurguda bulunulur. Cangızbay’ın ifade ettiği gibi “…bireylerin, kendi ‘ne’liklerine, hayvanların kendi türleri karşısındaki tâbiliklerine benzer mutlak bir tâbilik gösterecekleri sağlanacaksa, bu, ancak ve ancak, ‘kim’liğin ‘ne’liğe indirgenmesini ödüllendiren, insanların ‘ne’likler esasında farklılaşmasına felsefî, ‘ne’liğe bağlılığa ise toplumsal bir değer atfederken, her bir ‘ne’liği de kendi mensubu açısından etik bir değer, yani sadece bir hareket noktası değil aynı zamanda ideal varış noktası konumuna oturtan bir toplum projesinin desteğinde/güdümünde mümkün olacaktır: ‘ne’likçi çoğulculuk.” Hâlbuki insan kim olduğundan ziyade, ne olduğu kategorilerle sınırlandırıldığından itibaren, artık o bir “kimse” değil bir “şey”dir, özne değil nesnedir.
Özne ve öteki arasındaki ilişki, kültürel zemin üzerinde inşa edilen bir bakış açısıyla ifadesini bulmaktadır. Bu bakımdan Batı ile Türk kültürü arasındaki farklılıklar söz konusu kavramların içeriğini doldurmada da etkili olmaktadır. Arkonaç’ın da belirttiği gibi Batıda doğuştan günahkâr olduğu düşünülen insan zamanla Tanrı’yı kendi dünyasından dışlamıştır. Descartes’tan beri de düşünen zihin bir öznedir ve zihnin dışı dış dünyadır, kendi zihni dışındaki her şey dış dünyadır ve nesnedir. Kendisi bir özne (zihin) dir ama zihinsel olarak onu idrak ettiği an, kendine yansıdığı an zihnini, dış dünyadaki bir nesne gibi inceleyebilir. Bu özne, bir diğer özne ile ilişkisini onun da özne oluşundan değil, nesne oluşundan hareketle kurar. Dolayısıyla nesnenin varlığının (yani karşısındaki insanın) kanıtı, bu öznenin kendisinden gelmelidir. Kendinden olmayan her şey nesne konumundadır ve diğer kişiyi veya kişileri öteki olarak adlandırır. Eğer özne, karşısındaki nesneyi yok sayıyorsa o yoktur. Bu bakımdan Batı tarihi ötekileştirme ile maluldür. Hâlbuki Türk zihniyet dünyasında ötekini belirlemek değil, kendini bilmek düsturu önemli bir yere sahiptir. Çünkü doğuştan gelen bir günahkârlık olmadığı gibi, üstelik insan eşref-i mahlûkat olarak tanımlanmıştır. Bu anlayışta “Yaradan” merkezdedir ve yaratılana hoşgörü –tolerans değil- Yaradan’dan ötürüdür. Fark kemalatla ifade edilmekte, kemalat için kendini bilmek elzem görülmekte, kemalata erdikçe de hoşgörü artmaktadır.
Her ne kadar birey ‘kim’liğini bilmekle ve /veya ‘kim’liği bildirilmekle ‘kimlik’lenirse de, bildirilen kimlik, insanı şeyleştirir. Elbette ki kimlik hem bilmek hem de bilinmekle alakalıdır. Bilinmek için başkasının varlığı elzem iken, bilmek için kendisi olmak gerekir. Kendini bilmeyen, her zaman ya da çoğunlukla haddi bildirilen olur
“Öteki”nin İğnesinden Geçmek ve “Öteki”nin HükümsüzlüğüÖteki kavramı kimliğin oluşumunda olmazsa olmazlardan biri olarak zikredilir. “Kimliği, aynı görünen, aynı hisseden, kendilerini aynı sayan insanlara bağlayan anlayış tam bir saçmalıktır. Kimlik bir süreç olarak, bir anlatı olarak, bir söylem olarak daima Öteki’nin konumundan anlatılır”. Esasında Hall’un bu ifadeleri, ötekileştirilmiş olmaktan duyulan ıstırabın bir feryadıdır. Meselenin diğer boyutunda ise ötekileştirenlerin tarihi vardır. Bu bakımdan Hall’un tespiti Avrupa’nın ötekileştirme tarihi ile tescil edilmiştir. Zira Avrupa kendi kimliğini, en azından Birinci Haçlı istilasından bu yana hep başka şeye karşı duyduğu düşmanlık ya da tepkiyle tanımlama eğiliminde olmuştur. Şimdi de “Yeni Avrupa”da aynı dışlayıcı ilkeler işlemeye devam etmekte ve Avrupa kimliği –gerek içeride gerekse dışarıda- gene aynı Avrupa-dışı ya da Avrupa-karşıtı olanlara bağlı olarak inşa edilmektedir. Bugün Avrupa idealini en fazla tehdit ediyor görünenler Japonlar, Müslümanlar ve fakirlerdir. Avrupa, işte bu “Ötekiler”e karşı olan “Avrupa”dır . Yaygın kabul ötekinin bireyden farklı olanı ifade etmesidir. Ancak öteki nitelendirmesi ile aslında birbirinden başka olan durumlar hemcinsmiş gibi aynı daire içerisine dâhil edilerek anlatılmaktadır. Hâlbuki öteki olarak nitelendirilenler bazı durumlarda çokluğun birlik yönünü meydana getiren aynılığı içermektedir. Bunlar kimliği bütünde değil parçada farklı kılmaktadırlar. Parçada farklı olan bütünden ötelenmeyi doğurmaz. Tersine benzerliği ortaya çıkarır. Aslında öteki olarak nitelendirilenler başka olanlardır. Ancak “diğer” karşılığı olarak kullanıldığında ise birçok yanlışlığı içerir. Zira diğer sayı bakımından farklı olanı ifade eder. “Başka” ile “farklı” ise birbirinden ayrıdır. Çünkü farklılığı ortaya çıkaran, bir şeyle farklı oluşudur. Oysa başka, bir bütün olarak belirlenmiş olan kimlikten adeta bütünüyle başkalık arz eder. O halde her farklı olan “öteki” değildir. Yine her farklı görülen ötelenmiş değildir. Ötelemenin olmadığı yerde farklılıklar çoklukta birliği oluştururlar. Buna karşılık Batı dünyasının “öteki” karşısındaki tavrı, onların farkçılık zihniyetinden ileri gelmektedir. Batı dünyasına sürekli olarak “üstün farklı” ile “aşağı farklı” arasındaki mücadele şekil vermiştir. İdeoloji ve kurumsal yapılanmaları bu farkçılık zihniyeti belirlemiştir. Buradaki “üstün” olma, kendisini diğerine göre yükseltme şeklinde değil, karşısındakini bertaraf etme amacıyla göstermektedir. Ötekinin “aşağılığı” onun kaderi ya da “bilimsel” kaçınılmazlığı olarak yorumlanmıştır. Üstün olmak sürece bağlı olmayıp verilidir. Yani üstünlük kemalat değildir. Bu sebeple de muhatap, gerek bireysel gerekse toplumsal dairenin mümkün olduğu kadar uzağına ötelenmelidir. Öteleme zihniyeti farklı malzemeler ya da gerekçeler kullanılarak belirlenebilir: Bu bazen din veya mezhep, bazen ırk veya millet, bazen meslek veya cinsiyet vs. olabilir. Böyle bir zihniyette hangisi olursa olsun, ötekinin beriki ile eşleşmesi veya eşitlenmesi mümkün değildir. Hâlbuki Türk kültüründe farklılıklar ötelenmemiş olmakla birliğin esaslarını teşkil eder.