Hicran GÖZE

Avukat - Yazar

Aldanışlarla Geçen Bir Ömür

Aziz okuyucularım bu ömür gerçek bir müslüman’ın hayâtıdır. Vatanı, milleti ve inancı için çok şey ümit ederek bağlandığı kişiler tarafından aldatılan ama aldatanla mücâdele etmekten, bir vakitler en yakın dostu olsa bile hiç vazgeçmeyen eşim Ergun Göze’nin hayâtıdır… Dram tarafı çok ağır basan hayatı…

Büyük ümitlerle bağlandığı Prof. Necmettin Erbakan onun ilk aldanışı ve ilk yıkılışıdır. Aşağıdaki satırlar bu ilk aldanışın ve yıkılışının ilânıdır: 

“Masum bu halkı her zaman tenzih ederiz. Fakat (Namaza başla ahiretini, partimize gir, dünyânı kurtar) sloganı biraz incelmiş bir Müslüman için sâdece ızdırap konusu olur. (O ister ki sen namaza başla da istersen bize oy verme) densin. O ister ki İslâm adına yola çıkanlar (“oy oy” diye kendi adlarına bağırmasınlar. Muzdarip insanlık ve İslamlık adına haykırsınlar)     

“MERHABA” diyerek büyük ümitlerle adım attığı Tercüman Gazetesi’nde ne yazık ki yedi yıl sonra 26.5.1977’de “1977 SEÇİMLERİ VE DİNÎ DÜŞÜNCE” başlıklı yazısını yazmaya mecbur kalmış, sağ cepheden, daha doğrusu partinin “Parti körü” olan pek çok kişisi tarafından atılan taşların hedefi olmuştu. Tercüman’daki 1977 tarihli fıkraları hep aldanışının neticesi kapıldığı asabiyetin ve üzüntünün neticeleridir. Necmettin Erbakan’ın liderliğindeki MSP’yi siyasî ifrat cinneti ile itham etmesinde de hiç haksız değildir. MSP idarecileri liderlerinin idaresinde ve riyâsetinde ülkücü gençlerin verdiği kurbanlar hakkında “Onlar şehit değil maktüldür.” bile demişlerdir. İşte bir fıkrasındaki bu satırlar bu siyâsi cinnete karşı yazılmıştı: 

“MSP idarecilerinin düşünce fesadını hangi noktalara kadar getirdiklerinin en korkunç misallerinden birini geçende Sayın Erbakan’ın özel gazetesinde gördük. Aşağı yukarı şöyle söyleniyor (Bir veli renksiz bir partiye aday olsa veliliğinin faydası yok. O İslam’a hizmet edemez. Bir deli eğer bizim partimizın listesine girerse o artık Allah yolunda hizmet eder) İnanılmaz bir cinnet-i siyâsiye.”

Hele o çok acı “Gümüş Motor “ macerâsı… Büyük ümitlerle kurulan, saf Müslümanların eşinin altınlarını, kızının çeyizini yatırdığı “Gümüş Motor” mâcerâsı… Fabrika Cumhuriyet Bayram’ında açılacaktı. Başbakan Menderes’e kat’i söz verilmişti. Başbakan bu söz üzerine fabrikaya uğradığı zaman çok şaşıracaktı. Ortada fabrika filan yoktu.  Menderes ise hiddetle “Efendim ben gelecek bayram için söz verdim diyen Erbakan Hoca’ya adeta kovar gibi kapıyı göstermişti.  Ve akabinde 27 Mayıs… Hoca bu sefer de Cemal Gürsel’in kapısını “Devrim Otomobili projesiyle çalacaktı. Ama Cumhuriyet Merasimi dolayısıyla tanıtılan bu ‘Devrim otomobili çalıştırılamayacaktı. Hoca’nın hayalleri bu fiyaskolardan sonra da son bulmamış, Talât Aydemir’in darbesi onda yeni bir ümit ışığı doğurmuştu. Eğer darbe başarılı olursa kendisi Sanayi Bakanı olabilirdi. Hocanın hayalleri onun ipe gitmesiyle de tükenmemişti. Bu sefer de Sanayi Bakanı Mehmet Turgut Bey’in kapısını çalmış “Odalar Birliği Sanayi Dairesi Başkanı” olmak istemişti. Bakan’ın Hoca’nın karakterinden dolayı tereddüt etmesine rağmen Demirel’in ve bazı ileri gelenlerin rızasıyla nihayet isteği gerçekleşecek “Odalar Birliği Başkanlığı’na tayin edilecek o koltukta polis zoruyla atılana kadar oturacaktı.  

Peki “Gümüş Motor” ne oldu zengin olmayan Müslümanların bile ne yapıp ne edip büyük bir fedakârlıkla kızının çeyizini bile feda ederek, kollarındaki bileziğe kadar verdiği “Gümüş Motor ne oldu? “Ne oluşunun kahrolarak yakın şâhitlerinden olan Ergun Göze’nin bu acı satırları ne olduğunu anlatır: “Nitekim fabrika Pancar Motor’a satıldı ve Erbakan kendisine ait olmadığını söylediği iki yüz elli bin liralık hissenin parasını alarak devretti ve kimseye de haber vermeden çekildi.”  Ergun Göze hâtıralarında bir tarihi gerçeği daha gelecek yıllara emanet etmişti. “Hatta bir tarihi gerçeği yazayım diyerek… İşte bu tarihî gerçek: Muhterem bir şahıs, (Erbakan’ın kendine bağlı olması lâzım gelen çok muhterem bir şahıs “Yahya Oğuz’a ve bana “gidin ona söyleyin o hisseleri hemen iade etsin. Bunu yaparsa gönlünün bütün arzuları gerçekleşecek” demişti. Bunu kendisine iletmiştik ama ne fayda…”  Ölümünden sonra ise İslâm ahlâkına göre yetiştirdiği çocukları! O haram paraları bölüşmek için birbirlerine girmişlerdi. Bir de Kemal Ilıcak ile eşimi şaşırtan, şahsının temsil ettiği Müslümanlıkla ters düşen çok çirkin bir pazarlık…  Bu satırlar bir zamanlar hayran olduğu Erbakan’ın korkunç düşüşüne, böylesine mide bulandırıcı olaylarla haber oluşuna şâhit olan eşimin ruhen düştüğü hâlin resmidir: 

“Evet, köprüden geçerken nasıl para verdim, evimin önünde nasıl fren yaptım hatırlamıyorum. Çünkü bu pazarlık olayı beni öyle tiksindirmişti ki. Nereden nereye? Hele bu manzarayı görse tiksinmeyecek, tiksinmek ne kelime, hatta takdir edecek, bugünün Müslümanı böyle olmalı diyecek dindarların da olabileceği ve hatta ekseriyette olacağı düşüncesi çok yıpratıcıydı. MSP’nin iddiasıyla zıt hareketlerini tenkit edişim epey sürdü ve MSP ileri gelenlerini epey bunalttı. Sonradan öğrendiğime göre Kemal Bey’e beni şikâyet etmişler O’ da “Ne yapayım beyler, diğer yazarları iknâ ediyorum ama bu sizin arkadaşınıza sözüm geçmiyor” diyerek, hem çok akıllıca ve hem de gerçeğe uymayan bir cevap vermiş. İstese beni gazeteden çıkartabilirdi. Yazı işlerine bir emir vermesi, yazılarını koymayın demesi kâfiydi. Bir köşe yazarının hemen hemen hiç garantisi yoktur.”

Eşimin bu satırları da mühimdir: “12 Eylül de Erbakan da diğer liderlerle tutuklandı. Rahmetli Türkeş, Rahmetli Sait ağabey ve Seyit Ahmet Arvasi bana vekâletnâme çıkarmış, benden hukukî yardım istiyorlardı.  Bense zaten adliye ile derde girmeye başlamış ve avukatlığı bırakmak üzereydim. Kendilerinden özür dilemek ve sizi ancak sütûnumda destekleyebilirim demek için ziyaretlerine gittim. Vekâletim olduğu için beni hemen içeriye aldılar. Girdim ve işe bakın ki ilk olarak karşımda Erbakan’ı buldum. Âdetâ burun buruna geldik. Arkadan da marş okuyan Yaşar Okuyan’ın sesi geliyordu. Erbakan tabii bir refleksle boynuma sarıldı. Belki orada ona şefkat göstermeliydim ama gösteremedim. Sütun gibi kalakaldım. Sanki taş kesilmiştim. Hemen kollarını çözdü gitti. Güzel başlayıp güzel bitmeyen bir mâcera… Politikasından ve politika üslûbundan o kadar soğumuştum ki bir gençlik aşkına benzeyen gençlik arkadaşlığını tekrar tutuşturamadım.

Erbakan o politik üslûbunu hâlâ sürdürmektedir. Bu uslûpla dört parti kapattırdı. Memleketin başına ne badireler açtı. Başımıza en son açtığı büyük bâdire mensuplarına hocalık ettiği AKP…  AKP de tıpkı onun gibi söylediklerinin tam tersini yaptı. Daha da garibi Tercüman’a pazarlık etmeye geldiği gün Erbakan’ı bir sirk canavarıymış gibi seyretmeye gelen ve yıllarca can düşmanı olan Nazlı Ilıcak’la anlaştı. Ve ikisi yoldaş oldular. Beraberce parti kapattırdılar. Demek üslûpları da birbirini tutuyormuş. Hakkını yemeyelim Nazlı’nın Müslümanlık iddiası yoktur. O sadece ‘ben şarabımı da içerim, ama milletvekili yaparsanız başörtüsünü. İnancımdan ötürü değil fakat demokratik haklar çerçevesinde müdafaa ederim’ düşüncesindeydi. Yâni al gülüm ver gülüm noktasındaydı.  Ve Erbakan’dan daha netti.” 

Bizler ise yıllardır koltuğa yapışmış, temsil ettiklerini sandıkları Müslümanlık ne diyorsa hepsinin tersini yapmış bir iktidarla uğraşıyoruz. Siyasi hırsı yüzünden ilmine de dinine de ihanet etmiş Erbakan Hoca’nın, başörtüsünün reklamını yapsın diye başka kimse yokmuş gibi Nazlı’ ile anlaşmış Erbakan’ın bütün cömertliğiyle! bize hediye ettiği iktidar ile. Hoca’nın hiç olmazsa siyâset hırsı aşkına ihanet ettiği bir ilmi vardı.  Bunlarda o da yok.