Prof. Dr. Hasan ONAT

Akademisyen

Türkiye'de Din Anlayışı - 3

Kerbela olayı, günümüz Türkiye’sinde bile, Müslümanlar arasında görüş ayrılıklarına sebep olabilmektedir. Bu durum, tarihi ve dini doğru anlayamamanın, toplumlar için ne kadar pahalı bir bedeli olduğunun açık bir kanıtı olarak gösterilebilir. Türkiye, insanlığın genel gidişinde belirleyici olmak durumunda olan bir ülkedir. Tarihin doğal akışı doğrultusunda ortaya çıkan yeni koşullar, Türkiye’ye ve Türklere yeni misyonlar kazandırmakta, yeni sorumluluklar yüklemektedir. Tarihimiz, biz görmezlikten gelsek de, bizi derinden derine “kendi varlığımızın farkında olmak” için zorlamaktadır. Dünyanın içine sürüklendiği baş döndürücü “sosyal değişme olgusu”, bilginin etkin bir güç kaynağı haline gelişi, bizim için yeni ve cazip fırsatlar hazırlamaktadır. Türkiye, insanlığın muhtaç olduğu “yeni uygarlık”ın beşiği olacak potansiyele her bakımdan sahiptir. Ancak, bizim, öncelikle sorunları çözmek için var olan İslam dinini sorun ve sorun kaynağı olmaktan çıkartmamız, ontolojik manada kendi aslî yerine oturtmamız gerekmektedir. Din alanında bir yeniden yapılanmaya ihtiyaç vardır. İslâm dini, sağlıklı bir demokrasinin hazırlayacağı, kültürel zenginliklerimizle beslenen bir zeminde, bize yeni bir uygarlığın kapılarını açabilir. Türkiye, İslam’la birlikte çağdaşlaşmayı bir şekilde başarmak zorundadır. Türkiye’de din alanı, maalesef param parçadır; bunun ana sebebi de, İslâm hakkında ilmî nitelikli bilgi birikiminin olmayışıdır. İslâm’ı bilen, Kur’ân’ın ruhunu kavramış olan insanların uzlaşma noktalarını bulmamaları mümkün değildir. Bilen insanlar, - eğer art niyet yoksa- daha kolay anlaşır ve uzlaşırlar. Ancak, önce zihniyet sorunlarının aşmamız gerekmektedir. ”..Tarih bizi çok önemli bir noktaya getirmiş bulunuyor: İstikrar içinde değişmenin ve modernleşmenin kollektif ipuçları, işaretleri, yönelişleri önümüzde durmaktadır. Bunları iyi değerlendirirsek, muasır herhangi bir yurttaşımızı, muasır Türk’ü, muasır Müslüman Türk’ü bir millet potası içinde yaşatamamamız için hiçbir sebep yoktur”. (M. S. Aydın, aynı makale, 19).

I. Türkiye’de Zihniyet Sorunu Yeryüzünde bir milyardan fazla Müslüman yaşamaktadır. Birleşmiş Milletlerde temsil edilen, halkı Müslüman olan ülke sayısı 60’a yaklaşmıştır. Ne var ki, bu ülkelerin hiçbirisi “Gelişmiş Ülke” kategorisinde değildir. Dünyanın neresinde savaş varsa, insanlar eziliyor, horlanıyorsa, insan hakları ihlalleri hemen dikkat çekiyorsa, oranın Müslümanların yaşadığı bir yer olduğu hemen akla gelmektedir. Bu durumun tesadüfle izah edilmesi mümkün değildir. Son iki asır, Müslümanlar açısından, belki tarihin en acı zaman diliminin adı olmuştur. 19. asrın başlarından itibaren Müslümanların yaşadıkları bölgeler, yavaş yavaş, Batılıların “sömürge” alanları olmuştur. İslam ülkelerinin çoğu, 1945’lerden sonra bağımsızlıklarına kavuşmuştur. Bugün, dünyanın en problemli ülkeleri, yine halkı Müslüman olan ülkelerdir. Öyle zannediyoruz ki, zihniyetle ilgili sorunların üstesinden gelmeden, bu gidişi tersine çevirmek biraz zor olacaktır. Eğer bütün bu olup bitenleri “kader”le izah edemeyeceksek -kaderle izah etmeye kalkışmak, sorumluluktan kaçmak ve olumsuzlukları rasyonalize etmek demektir- , sorunun kaynağının Müslüman insanın kendisi olduğunu açıkça itiraf etmemiz gerekecektir. Bütün Müslümanların, doğru düşünme, doğru anlama ve doğru değerlendirme konusunda ciddi sorunları vardır. İslam’ı doğru anlamadığımız için, sorunların kaynağını tespitte zorlanmaktayız. Sürekli dışarıdan bir suçlu arama eğilimimiz mevcuttur. Oysa, kendi geleceğini belirleme konusunda inisiyatif sahibi olmayan birey toplumların kaderini, ya dış güçlerin, ya da geçmişin belirlediği ortada olan bir gerçektir. Türkiye’de, hemen hemen her alanda, çok ciddi bir zihniyet sorunu vardır. Herkes, birey ve toplum planında, kendisinin veya grubunun var olduğunu gösterme yarışı içindedir. Türkiye’nin gündemi, sunî olarak üretilen sorunlarla meşgul edilmektedir. Öyle ki, sürekli konuşan, çok konuşan; aklına geleni, sözün gidebileceği menzili hesap etmeden, öncelik sıralaması yapmadan söyleyiveren; anlam konusunda duyarsızlaşmış bir toplum haline geldik. Konuşmaktan dinlemeye vakit bulamıyoruz. İşin en kötü yanı da, “konuşarak tatmin olmak”. Türkiye’de, ne sorunlar doğru tespit edilmektedir; ne de sorunlara sağlıklı çözüm yolları aranmaktadır.

Bu zihniyet sorunlarının arka planındaki bazı ana sebepleri şöyle sıralamak mümkündür: Doğru Düşünememek. Bir konuyu iyi anlayabilmek için, öncelikle, zihnin, o konuyu doğru anlayacak şekilde donatılması, ya da, konuyu doğru anlamaya hazır hale gelmesi gerekmektedir. Bunun adı, doğru düşünmeyi bilmektir. İnsanların yanıldıkları noktalardan birisi, doğru düşünmeyi bilip- bilmedikleridir. Herkes, doğal olarak, - doğru düşünmenin ne olduğunu düşünmeden- doğru düşündüğünü düşünür. Oysa, insanoğlunun önyargıları vardır; zaman zaman, bazı olay ve olguları, işine geldiği şekilde anlama ve değerlendirme gibi kötü bir alışkanlığa sürüklenebilmektedir. Bazen, çıkarlar insanın doğru düşünmesini engellemektedir. Bazen de sosyal baskı insanı miyoplaştırabilmekte, hatta körleştirebilmektedir. Doğru düşünmek, insanı, olay ve olguları oldukları gibi görmek, fikirler ve olaylar arasındaki bağlantıları doğru tespit etmek, doğru açıklamak, doğru anlamak ve doğru yorumlamaktır. Normal sınırların ötesindeki korku, sevgi, bağımlılık, duyarsızlık, insanın doğru düşünmesini engelleyen hususların başında gelmektedir. Doğru düşünebilmek için, insan aklının çelişkileri kolayca fark edebilme özelliğinin körelmemiş olması lazımdır. “Bir çelişmeyle karşılaştığı zaman pasif durumda kalmamak insan aklının özel niteliklerinden biridir. Çelişmeyi çözebilmek için hareket geçecektir. İnsanlık tarihindeki her türlü ilerleme buradan kaynaklanır. İnsan, çelişmeleri bilinçli bir şekilde fark edip de buna karşı eylemle tepkide bulunmaktan alıkonacak olursa, bu çelişmelerin varlığı ister istemez inkar edilecektir. Çelişmeleri uyumlu bir hale getirme, böylece onları inkar etme, bireysel hayattaki rasyonalizasyonlarla toplum hayatındaki ideolojilerin (yani sosyal olarak kalıplaşmış rasyonalizasyonların) sayesinde gerçekleşmektedir. Bununla birlikte, eğer insan aklı yalnızca akla uygun cevaplarla ve gerçekle tatmin olabilseydi, bu ideolojiler etkisiz kalırdı. Şu var ki, kendi kültüründen olan insanların çoğunun paylaştığı ya da güçlü otoritelerin öne sürdüğü düşünceleri gerçekmiş gibi kabul etmek de insanın özelliklerinden biridir. Çelişmeleri uyumlu hale getirmeye çalışan ideolojiler kamuoyu ya da otoriteler tarafından desteklenecek olursa, insanın kendisi tam olarak huzura kavuşmasa bile, insan aklı yatışmış olacaktır”.(E. Fromm, Erdem ve Mutluluk,63) Akıl, çelişkileri fark edecek güçte yaratılmıştır. İnsanın akıl sayesinde doğruyu yanlışı, iyiyi kötüyü ayırt edebilmesi de, bunun sonucudur. Çocuklar, çelişkileri kendi düzeylerinde kolayca fark edebilirler. Ancak yaş ilerledikçe, çelişkilerin akıl tarafından fark edildiğini fark edebilmek için, özel çaba harcamak gerekmektedir.

Toplumsal baskı, şartlanma, çıkarlar, hırs, açgözlülük, arzuların ve zevklerin esiri olmak, insan aklının bu üstün özelliğini günden güne törpülemektedir. Sonunda, akıl, çelişkiler karşısında duyarlılığını yitirmektedir. Kur’ân’ın, “kalbin mühürlenmesi” dediği şey de bu olsa gerektir (Bk.Câsiye,23; Mü’min, 35). Kalbi mühürlenen insan, çelişkilerle kucak kucağa yaşamaktan haz duymaya başlar. Olay ve olguları olduğu gibi değil de, işine geldiği şekilde görür, anlar ve anlamlandırır. Hangi konuda olursa olsun, “bilmeden”, “delilleri olmadan” tartışır, konuşur. Sadece kendi söylediklerinin doğru olduğunu zanneder; zanna uyar. Bu durum, sonuçta, insanın kendisini kandırmasına ve bunun bir hayat tarzı haline gelmesine sebep olmaktadır. Kur’ân, insan aklının en ileri seviyede etkin olmasını; insanın insanı, eşyayı, olay ve olguları doğru anlamasını ve doğru değerlendirmesini sağlamak amacıyla gelmiştir. Kur’ân, insanoğlunun doğru düşünmesine yardımcı olmak için vardır. Müslüman insan, “bilmediği şeyin ardına düşmemek” (İsra, 36), “zanla hareket etmemek”, delillere dayalı olarak konuşmak zorundadır. Bu ise, öncelikle doğru düşünmeyi gerektirir. Neyi bilip bilmediğini bilmeyen bir insan, doğru düşünmenin ne olup olmadığını da bilmez. Aklın çelişkiler karşısında duyarsızlaşmasını önlemenin yolu, öncelikle otokritik denilen insanın kendisini eleştirmesi, kendisiyle dürüstçe hesaplaşmayı başarmasıyla mümkün olmaktadır. Ancak, bunun zannedildiği kadar kolay olmadığını da hemen hatırlatmalıyız. b. Eleştiriye Açık olmamak İnsan, yaratılışı gereği sınırlı bir varlıktır. Gözümüz belli ışınları görür; kulağımız, belli frekanstaki sesleri işitebilir. Beş duyumuzun sınırlı olduğunu bilmek için, başkalarının herhangi bir şey söylemesine gerek yoktur. Kendi varlığının farkında olan, doğru düşünmesini bilen her insan, kendi sınırlarını kolayca fark edebilir. İnsan aklı, ağırlıklı olarak beş duyudan gelen verilerle hareket eder. Beynimize ulaşan bütün verilerin doğru olduğunu söyleyebilmek mümkün değildir; yanılma ihtimali her zaman mevcuttur. Bu sebepten, insanın olduğu her yerde, her hususta, bir hata payı hesaba katılmak durumundadır. Öte yandan, insanoğlu, kendisini kolayca kandırabilen, doğru düşünmeyi başaramadığı zaman, her şeyi akla uygun hale getirebilen bir varlıktır. Her şeyi akla uygun hale getirmeyi bir alışkanlık haline getirdiği zaman, duyarsızlaşır; Kur’ân’ın ifadesiyle “kalbi mühürlenmiş” olur. Bunu önlemenin yolu, eleştiriye açık olmaktan geçer. Eleştiriye açık olmak, gelişebilmenin, zenginleşebilmenin ilk şartıdır. Ne var ki, bizim geleneğimizde eleştiri, daha çok olumsuzlukların ön plana çıkartılması şeklinde gerçekleşmektedir. Bu da, insanların eleştiriden hoşlanmalarını zorlaştırmaktadır.