Prof. Dr. Hasan ONAT

Akademisyen

Türkiye'de Din Anlayışı-4

İslam dini, insanın kendisine karşı dürüst olmasını istemektedir. Bu ise, otokritik de denilen özeleştiri ile mümkün olabilir. Ancak, özeleştirinin muayyen bir seviye istediğini hemen belirtmeliyiz. İşte bu noktada, insanın “uyarılmaya muhtaç bir varlık” oluşu aklı gelmektedir. İnsan, yaratılışı gereği, uyarılmaya muhtaçtır. Bu ihtiyaç, aklın en iyi şekilde fonksiyonel kılınması ile ilgili olsa gerektir. Vicdan, ya da sağ duyu denilen şeyin de, aklın çelişkileri farketme özelliği ile yakın ilgisi olmalıdır. Kur’ân’da, ısrarla, Kur’ân’ın bir “öğüt” olduğu hususunun altının çizilmesi; Hz. Peygamber’in “insanları vahiyle uyaran bir uyarıcı“ olduğunun vurgulanması, onun “Din nasihattir” anlamındaki hadisi, “din”in insanların uyarılma ihtiyacına bir cevap olduğunu düşündürmektedir. Doğru düşünmesini bilen her insan, doğru düşünebilmek için bile, zaman zaman eleştiriye, uyarıya ihtiyaç hasıl olduğunu iyi bilir. Eleştiri olmadan, ne bilimsellikten, ne de kalıcı başarılardan söz edilebilir. Eleştiriye açık olmak, doğrular karşısında duyarlı olmak demektir. Türkiye’de, fikir üretecek, ülke sorunlarına çözüm getirecek herkesin hem bizatihî eleştiriye açık olması; hem de, insan ürünü olan her şeyin sonuna dek her türlü tahlil ve tenkide açık olduğunu bilmesi gerekmektedir. c. Akıl ve İmanın Alternatif Kavramlar Olarak Algılanması. Geleneksel din anlayışımızda, genellikle iman ve akıl alternatif kavramlar gibi algılanmaktadır. İman, hiç düşünülmeksizin kabul edilmesi gereken bir ön kabuller yığını, bir dogma olarak takdim edilmektedir. Oysa dinimiz İslâm, ancak akıllı olanı sorumlu tutmuş; Hz. Muhammed, “aklı olmayanın dini de yoktur” buyurmuştur. Akıl insanoğlunun mümeyyiz vasfı olduğuna göre, insanın olduğu her yerde, en ileri seviyede etkin olmak durumundadır. Aklın olmadığı yerde insanlıktan söz etmek mümkün değildir. İnsanın doğru düşünebilmesi ile, inanç alanı arasında önemli bir bağlantı vardır. Doğru düşünebilmek, inanç alanının aydınlık olmasına bağlıdır.

Bu ise, imanın vahyî ve mantıkî temellerini iyi bilmek ve imân konuları hakkında doğru bilgi sahibi olmak demektir. İnsanoğlu, yaratılışı gereği akılla Allah’ın varlığına inanabilen bir varlıktır. Araştırmaya dayalı imân, insanın doğuştan gelen bu özelliğinin vahiyle bütünleşerek açığa çıkmasıdır. Bu doğrultuda, akıl ve vahiy birbirinin tamamlayıcısı olmak durumundadır. Akıl ve imân da birbirinin alternatifi değildir. İmân akıl temeli üzerinde, vahye dayalı doğru bilgi ile, insanın hür iradesi sayesinde gerçekleşir. Akıl olmadan imân akıl temeli üzerinde, vahye dayalı doğru bilgi ile, insanın hür iradesi sayesinde gerçekleşir. Akıl olmadan imân olmaz. İmânla ilgili yegane bilgi kaynağı vahiydir. Bir insanın İslâm dairesi içine girebilmesi için, neye, nasıl inanması gerektiğini Kur’ân belirlemiştir. Bir insan, Allah’ın varlığına ve birliğine, Ahiret gününe ve öldükten sonra dirilmeye, Peygamberlik kurumuna ve Hz. Muhammed’in peygamberliğine, Kur’ân’ın Allah katından Hz. Muhammed’e geldiğine inanıyorsa, mümindir, Müslümandır. Kur’ân, insanoğlunu bilerek inanmaya, bilerek yaşamaya çağırmaktadır. İman ve aklın alternatif kavramlar olarak düşünülmesi, Kur’ân’a aykırıdır. Kur’ân, açıkça, “bilenlerle bilmeyenlerin bir olmayacağını” bildirmiş; “Allah’a saygı duymanın, Allah’tan sakınmanın bile ilimle olacağına dikkat çekmiştir. Her türlü bilimsel gelişme, Müslümanın imanını daha da güçlendirir. Ancak, iman ve akıl alternatif kavramalar olarak alındığı zaman, bilimsel faaliyetlerde bile aklın yeterince etkin olmasını engelleyen bir durum ortaya çıkmaktadır. Bazı kimseler, din adına kendilerine sunulanları sorgulamak yerine, yanlışları bilimle ispatlama çabalarına girişebilmektedirler. Diğer taraftan, iman ve aklın alternatif kavramlar olarak düşünülmesi, araştırmaya dayalı imana geçişi engellemekte ve Müslümanların saf dinî duygularının kötü niyetli kimseler tarafından sömürülmesini kolaylaştırmaktadır. Ayrıca, korkulan ve sevilen şeylerin putlaştırılmasına veya her şeyin dinleştirilmesine de kapı açmaktadır. İnsan, tanrılaştırdığı her şeyi, anlama menzilinin dışına çıkartmış olur. Tanrılaştırmakla yok etmek arasında bir bağlantı olduğunu farketmek pek de zor değildir.

d. İlmî Zihniyetin Önemsenmemesi Bir kimyagerin, bir fizikçinin kendi alanında doğru düşünmesi, sosyal ilimlerle, beşerî ilimlerle uğraşanlara göre daha kolaydır. Çünkü, karşılarında, az çok bilinen, yeri ve ana nitelikleri belli olan nesneler vardır. Elde edilen bilgi, deney ve gözleme dayalıdır; doğruluğunun, ya da yanlışlığının tespit edilmesi her zaman mümkündür. Araştırıcının ön yargıları, bilgininin değerlendirilmesinde, teknolojik alana taşınmasında etkin olsa da, bilginin elde edilme sürecinde, birinci derecede yönlendirici değildir. Üstelik, aynı konuda araştırma yapan araştırıcıların ulaştıkları sonuçlar, diğer araştırıcıların geldikleri noktanın ne ölçüde isabetli olup olmadığını biraz olsun gösterebilir. Müspet ilimler, ya ada tabiî bilimler alanında araştırma yapan bir araştırıcının, istediği kadar deney ve gözlem yapma hakkı vardır. Sosyal, ya da diğer adıyla beşerî bilimlere gelince iş değişmektedir. Her şeyden önce, obje de, süje de insandır. İnsanoğlu, yine insanoğlunun, yapıp etmelerini, başarılarını, duygularını, düşüncelerini, tecrübelerini, kısaca insanı anlamaya çalışmaktadır. Bu alanda doğru bilgiye ulaşmak, başka alanlara göre çok daha zordur. Hele din gibi, insanı temelden kavrayan ve kuşatan bir alan söz konusu olduğunda, araştırıcının işi fevkalade zorlaşmaktadır. Her bilgi, hem araştırıcının dünyasında, hem de araştırma konusu olan insanların dünyasında birtakım çözülme ve yeniden yapılanmalara yol açmaktadır. Ön yargılar, araştırmanın istikametini ve sonuçlarını doğrudan etkileyebilmektedir. Dinden çıkma korkusu, dindar araştırının elini kolunu bağlayabilmektedir. İdealizasyon, gerçeklerin görülmesini engellemektedir. Rasyonalizasyon, çelişkilerin hem gizlenmesine, hem de kalıcı bir etkinlik kazanmasına yol açmaktadır. Beşerî bilimlerin kendine özgü mantığını kavrayamayan insanların, “insan”la ilgili, genel geçer nitelikli, sağlıklı tahliller yapmaları biraz zordur. Hele Türkiye gibi, beşerî bilimlerin, ne devlet, ne de “aydın” tarafından yeterince önemsendiği, toplumun nabzını tutacak, yöneticilere istikâmet verecek sosyologların, psikologların ve teologların olmadığı, ya da bunların seslerinin çıkmadığı ülkelerde, “her şeyi bilen” (!) insanların gürültüsü ortalığı doldurmakta, sorunlar gittikçe daha da karmaşık hale gelmektedir.