Prof. Dr. Hasan ONAT

Akademisyen

Türkiye'de Din Anlayışı-9

Türkiye’nin, öncelikle İslam dini hakkında doğru bilgi sahibi olan insana ihtiyacı vardır. Dindar olup olmamak bireysel bir tercihtir. Yobazın, bağnazın, gericinin sağcısı, solcusu, dinlisi-dinsizi olmaz; bu bir zihniyet meselesidir. Önyargılarla hareket eden, düşünmeden konuşan, “bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olma iddiasında olan”, eleştiriye kapalı olan, doğruları tekeline aldığını zanneden, “değişim”in değişmeyen tek gerçek olduğunu fark edemeyen her insan, sıfatı ne olursa olsun, gericidir, yobazdır, bağnazdır. Bilgiden, bilimden, eleştiriden korkan bir insan, hangi konumda olursa olsun, hangi sıfatı taşırsa taşısın, toplumun önünde bir engel olmaktan öteye gidemez. bb. İslâm’ı bilen bir Müslüman, şiddet yanlısı olamaz. Radikal eğilimler, yüzde 98’i Müslüman olan Türkiye’de çeşitli gurupların içine serpilmiş vaziyettedir ve grupların bütünü tarafından onaylanmamaktadır, bu eğilimlerin temsilcileri azınlıktadır. Radikal eğilimler, dindar ya da değil, hemen hemen her kesimin içinde vardır. Bu insanın yapısından kaynaklanmaktadır. Şiddete dönüşmediği müddetçe normal karşılanabilir. Ancak, söz konusu eğilimler din anlayışı ile birlikte ortaya çıkmaya başlayınca, şiddete dönüşme ihtimali biraz daha artmaktadır. Dini bilmeyen dindarın radikal eğilimlerinden, bağnazlığından korkmamak elde değildir. Çünkü, davranışlar rasyonel temelden kopmuş olmaktadır. Oysa İslâm dini, sevgiyi, barışı ve hoşgörüyü esas almış bir dindir. Bu sebepten, dindar insanlarda ortaya çıkan, radikal eğilimlerin, İslâm’dan değil, İslâm’ın yanlış anlaşılmasından kaynaklandığını, hemen belirtmekte fayda vardır. Müslüman insan, eleştiriye açık insandır. Eleştiriye açık insanların şiddete, radikal eğilimlerin arkasına sığınmaya ihtiyacı olmaz. Türkiye, son iki asırdır, Batı Medeniyeti’nin ve Modernitenin yoğun baskısı altına girmiştir.

Zamanın Süper Gücü olan Osmanlı İmparatorluğunun varislerinin, bu durumu kolayca hazmetmelerini beklemek, doğrusu haksızlık olurdu. Bu ezikliği, en çok hissedenler, Türkiye’de dindar insanlar olmuştur. Buna aydınların tepeden bakması ve yanlış politikalar da eklenince, Radikal eğilimlerin büyük ölçüde “ezilmişlik” duygusunun tezahürleri olduğunu anlamak kolaylaşacaktır. Türkiye’de, radikal eğilimleri ile tanınan İBDA-C ve Hizbullah’ın dışında herhangi bir dinî örgüt yoktur. Bu örgütlerin çok ciddi taban bulabildiği de söylenemez. Ancak, hemen her dinî gurubun içinde, radikal eğilimli bireylerin mevcut olduğunu görmezlikten gelmek de mümkün değildir. Şiddet yanlısı olmak, normal sınırların ötesinde bir davranış biçimidir. Dindar insanlarda görülen bu normal dışı eğilimlerin benzeri, dindar insana karşı olan bazı kimselerde de görülmektedir. Yok ederek, yıkarak sorun çözmek isteyen, önyargılarla insanları mahkûm eden her insan, kim olursa olsun, tedaviye muhtaçtır. Radikal Eğilimlerin, tutuculuğun kaynağı İslam Dini hakkında doğru bilgi sahibi olmamaktır. c. Türkiye’deki Dinî Guruplar Türkiye Koşullarının Ürünüdür. Türkiye’de, din alanında sosyolojik araştırmalar, maalesef yok denilecek kadar azdır. Bu bakımdan, Türkiye’deki din anlayışı, dinî hareketler, dinî guruplar, dinî coğrafya gibi konularda konuşulanlar, yazılıp çizilenler, daha çok el yordamıyla ulaşılan birtakım sonuçlar çerçevesinde ortaya çıkmakta olup, ister istemez ihtiyatla karşılanmak durumundadır. Türkiye’de, her toplumda olduğu gibi, insanların bir kısmı, diğer insanlara göre daha dindardır. Bu tarihin her döneminde, hemen her toplumda kendisini gösteren bir durumdur. Ancak, Türkiye’nin, özellikle Cumhuriyet’in ilanından sonra, kendine özgü ilginç bir süreçten geçtiği dikkat çekmektedir. “Tanzimat’tan itibaren Osmanlı aydınları, yavaş yavaş iki kampa ayrılarak İslâm’ı tartışmaya başladılar. Birinci kesim, ‘Osmanlı toplumunun bir bütün olarak her şeyiyle geleneksel yapısını bırakıp Batı’yı aynen kopya etmesinin, gerilikten kurtulmanın tek çıkar yolu olduğunu savunanlardan (Batıcı aydınlar), diğeri ise, ‘suçun İslâm’da değil, Müslümanlarda, daha doğrusu onların İslâm’ı anlama ve yaşama biçimlerinde olduğunu ileri süren ve genellikle İslâm’ın özüne dönüşü savunmakta olan Selefiyeci perspektifi benimseyenlerden (İslamcı aydınlar) oluşuyordu. (Nitekim bu çizgi, birtakım konjonktürel farklılaşmalara rağmen temelde bugün de pek fazla değişmedi). Bu tartışmalar, çok iyi bilindiği üzere, özellikle Meşrutiyet döneminde -bugünküyle kıyas kabul etmeyecek kadar yüksek bir fikir düzeyinde- sürdürülerek hızlandı ve Cumhuriyet dönemine kadar geldi. Batıcı aydınların ideolojik tercihleri üzerine kurulan Cumhuriyet, onu hazırlayan bağımsızlık savaşına birlikte girmiş ve birlikte kan dökmüş İslâmcıları büyük bir hayal kırıklığına uğratmış, bir kısmı memleketini terk edip gitmiş, bir kısmı köşesine çekilerek sessizliği tercih etmiş, diğer bir kısmı ise, deyim yerindeyse ‘bir gecede’ kimlik değiştirerek yeni rejimin en ateşli savunucularından olmuştur”. (A. Yaşar Ocak, “Türkiye’de Kemalizm-İslâm (Yahut Şeriat) Kavgası”, Türk Yurdu,c. 17, sayı 116-117, Nisan- Mayıs 1997, 24). Türkiye’de, diğer İslam ülkelerinde ortaya çıkan radikal örgütlerden hiç birinin -Hizbullah Hariç-, hiç bir şubesi yoktur.

Türkiye’deki, Osmanlı’dan miras kalan tarikat örgütlenmeleri dahil, bütün dinî guruplar, Türkiye’ye özgü koşulların ürettiği, Türkiye’de anlamı olan oluşum biçimleridir. Dünyaca tanınmış radikal eğilimli, İhvanu Müslimin (Müslüman Kardeşler Teşkilatı), Cemaati İslâmî gibi örgütlerin liderlerinin (Seyyit Kutup, Muhammed Kutup, Hasan el-Benna, Mevdudî vs. ) hemen hemen bütün eserleri, özellikle 1970’lerden itibaren Türkçe’ye çevrilmiştir. Bu eserler, Türkiye’de din alanında mevcut olan boşluğu bir ölçüde doldurmuştur. Fakat, Türkiye’de din alanında radikal eğilimlerin tırmanmasına, Müslümanların din anlayışlarında ciddi bir kavram kargaşasının ve kaosun oluşmasına yol açmıştır. Bu eserlerin hemen tamamı, uzun yıllar Batı’nın ve Batılıların sömürgesi durumunda kalmış, halen de -en azından kültürel ve ekonomik alanda- tam bağımsızlığına kavuşamamış olan ülkelerde kaleme alınmıştır. Bu ülkelerde İslâm dini, doğal olarak hem anlam arayışının, hem siyasî bağımsızlığın, hem kimlik arayışının odağında yer almıştır. 1979’lardan sonra, “İran İslam Devrimi’nin ideologlarından” birisi olan Ali Şeriati’nin ve devrimin lider kadrosunda yer alan Mutahharî, Beheştî gibi Şiî yazarların, hemen bütün eserleri, üstelik de Türk okuyucusunun gözüne hoş gelecek şekilde rötuslanarak Türkçe’ye çevrilmiştir. Bu kitaplar, bir yandan Türkiye’de mevcut olan Sünnî anlayıştaki çözülmeyi hızlandırırken, diğer yandan da, daha radikal, siyasî içerikten de yoksun olmayan “Haricî karakterli” bir din anlayışının şekillenmesine katkıda bulunmuştur. (Bk.Onat, “İran İslam Devriminin Getirdikleri Üzerine”, Türk Yurdu, cilt 10, sayı 38, Ekim 1990). Türkiye’deki din alanında ortaya çıkan muazzam bilgi boşluğunun sömürge ortamında kaleme alınmış, reaksiyoner tavırların ürünü olan eserlerle doldurulmuş olması, din alanında ödünç kavramlarla düşünen, tepkisel tavırları doğal karşılayan, hatta biraz özenen -o ülkeler açısından bu bir varlık belirtisidir- , taklitten hoşlanan, dinin insana kazandıracağın iç zenginliğinden çok, şekli yönü ile ilgilenen bir Müslüman insan tipinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bu insan tipi, geleneği kutsallaştırmıştır. Türkiye’deki bütün dinî guruplar, çok ciddi bir “kabuk değiştirme süreci”nin içine girmiştir. Bu, aynı zamanda, din anlayışının açılma ve berraklaşma sürecini de bünyesinde taşımaktadır. Müslüman, yavaş da olsa “din anlayışı”nı sorgulamaya başlamıştır. Ne var ki, bir sağlık belirtisi olan bu sorgulama, hâlâ bireysel çizgide devam etmektedir. Ocak 1997’de Türkiye’nin gündemine bir bomba gibi inen, bazılarının “Ocak Sendromu” dedikleri tarikat tartışmalarında, dindar insanların çok iyi bir sınav verdikleri söylenemez. Oysa, ortaya çıkan olumsuzlukların buzdağının görünen kısmından sadece birkaç parça olduğunu bilen, fark eden insanların sayısı az olmasa gerektir. Bu “kabuk değiştirme süreci”ndeki tarikat guruplarının kendilerini yenileyebilmeleri, kokuşmuş anlayış biçiminden, kangren olmuş uzuvlardan kurtulabilmeleri için iyi bir fırsattı. Maalesef, komplo teorileriyle, medya düşmanlığı ile olumsuzluklar kamufle edildi ve yine çelişkiler akla uygun hale getirildi. VI. Alevilik Olgusu’nun Tartışılabileceği Zemin Alevilik, Türkiye’nin bir gerçeğidir. Ancak, konu ile ilgili bilimsel araştırmalar, maalesef yok denilecek kadar azdır.