Prof. Dr. Hasan ONAT

Akademisyen

Türkiye'de Din Anlayışı-SON

SONUÇ

Türkiye, tarihinden, Batı ile ve Batı Medeniyeti ile sıcak diyalogundan, “Yeni Dünya Düzeni” arayışına giren dünyanın içine sürüklendiği “değişim”den ve yeniden yapılanmadan, jeopolitik konumundan, kültüründen ve değerlerinden kaynaklanan çok ciddi bir değişim ve dönüşüm sürecinin içine girmiştir. Bu süreçte, bir yandan Osmanlı’dan kalan mirasın kapanmamış defterleri açılırken, diğer yandan da, modernite ve gelenekle şiddetli bir hesaplaşma yaşanmaktadır. Sancılar, bunalımlar, tahmin edilenden daha ileri seviyededir. Toplumun bütün kesimleri, bundan kendine düşen payı almaktadır. Türkiye,  insanlığın geleceğinden, kendine yaraşan onurlu bir yer edinmek, insanlığın kaderinde etkin olmak istiyorsa, toplumun önüne “yeni bir uygarlık yaratmak” hedefini bilinçli olarak koymayı başarmalı ve en kısa zamanda, bütün sorunların doğru teşhisi ve onlara yönelik doğru çözüm arayışlarını ciddi olarak etkileyen “din”, demokrasi ve laiklik sorunlarını sağlıklı bir şekilde çözüme kavuşturmalıdır. Bu mümkün olan bir çözümdür.

Bunun için:

1. Türkiye’de, bütün insanımızın İslâm dini hakkında doğru bilgi sahibi olmasını sağlayacak çok yönlü bir bilgilendirme seferberliği başlatılmalıdır. Böylece dindar insanın, dinden çıkma korkusuyla, ya da bilinçsizce cenneti garantileme sevdasıyla fanatik eğilimlere, şiddete açık hale gelmesi, temiz dinî duyguların istismarı önlenmiş olur. Aynı şekilde, din karşıtı olmayı, modernlik, çağdaşlık, ilericilik olarak algılayanlar da, neye karşı olduklarını bilmiş olurlar. Doğru bilgiden korkmak, hiç kimseye, hiçbir yarar sağlamaz. Şiddetin kaynağını, ancak, sevgi ve bilgi kurutabilir.

2. Din ve dindar insan, hiçbir şekilde potansiyel suçlu olarak görülmemelidir.

3. Din alanında ortaya çıkan, bilgisizlikten, cehaletten kaynaklanan olumsuzluklar fırsat bilinerek “din düşmanlığına” meydan verilmemelidir.

4. Demokrasi, laiklik, din hiçbir şekilde tabulaştırılmadan tartışılmalı, doğru bilgiden korkmamalıdır. Toplumu derinden etkileyen değerlerin, istismarı, kesinlikle önlenmelidir.

5. Batı standartlarının daha ilerisinde bir demokrasi ve laikliğin gerçekleştirilebileceği bir hedef olarak Türk insanın önüne konulmalıdır. İslâm’ın bu konuda bir engel değil, tam tersine, yapıcı bir rol oynayacağı unutulmamalıdır.

6. Dinin en azından “sosyal bir realite” olduğu bilinmeli, dini dışlayarak, ya da görmezlikten gelerek hiçbir şey yapmanın mümkün olmayacağı kabul edilmelidir.

7. Demokrasi ve laiklikle ilgili, Türk tarihinde mevcut olan birtakım temeller gözler önüne serilmelidir. Demokrasinin oturması, sağlıklı bir Demokrasi kültürü oluşturmaya bağlıdır. Bu ise, Demokrasinin üzerine oturacağı sosyo-kültürel zeminin sağlam olması ile mümkündür. Asırlara dayanan devlet geleneğinin kucağında saklı olan tecrübenin bize söyleyeceği çok şeyler olmalıdır.

8. Bizler, bireysel eğilimlerimiz ve tercihlerimiz nasıl olursa olsun, bir arada yaşamak zorundayız. Türkiye’de, nüfus cüzdanından “İslâm” ibaresini sildirecek derecede dürüst, saygın ateist sayısı parmakla sayılacak kadar azdır. Öyleyse, insanımızın yüzde 98’inin Müslüman olduğu hususu üzerinde yeniden düşünmek gerekecektir. Türkiye’de, açıkça İslâm’a karşı olduğunu söyleyen mevcut değilse, yapay şeriat tartışmaları, yapay dindar-laik gerilimi, “irtica”ın arttığı yönündeki kaygılar nereye oturtulacak, hangi zeminde tartışılacaktır? Ortada, gizlenmesi mümkün olmayan bir sorun vardır: Bir kısım Müslümanlarla, diğer bir kısım Müslümanlar arasında, dine, demokrasiye, laikliğe, Batı Medeniyetine bakış açısındaki farklılıklardan kaynaklanan, donanım eksikliğinden dolayı, doğru dürüst tartışılamayan, üstelik, bazı güç odaklarının acımasızca kullandıkları bir sorun. Bu sorunun kaynağında, din konusundaki bilgi boşluğu ve demokrasi kültürünün oluşturulamayışı yatmaktadır.

9. İnsanoğlunun ürettiği bütün medeniyetlerin ekseninde “din” olgusu vardır. Din, 21. asra girerken, yine yükselen değer olmuştur. Öyleyse, gönlü Türkiye sevgisi ile dolu olan -inanan, inanmayan- herkesin, birazcık “din” olgusu üzerinde düşünmesinde fayda vardır. Din olgusunu dışlayarak, ya da görmezlikten gelerek bir yere varılamayacağını, tarih göstermiştir. Din, çift yönlü kesen bir kılıç gibidir; doğru anlaşılmadığı zaman, insanları olumsuz yönde etkileyebilir. Doğru din anlayışı ise, ilerleme, gelişme, hatta uygarlık yaratma yolunda motor görevi görür. Çözülme ve yeniden yapılanmaların hızla birbirini takip ettiği “değişim” sürecinde, toplum olarak din anlayışımızı yeniden gözden geçirmemiz, adeta kaçınılmaz hale gelmiştir. Din alanında da, doğru bilgi temeline dayalı yeniden yapılanmaya ihtiyaç vardır. Bunu başarmak, yeni bir uygarlık yaratma yolunda önemli bir mesafe katetmek anlamına gelir. İslam dini, Hz. Muhammed’e Allah katından gelen vahyin etrafında şekillenmiştir. İslam’ın iki temel kaynağı vardır: Vahiy ve akıl. Bunlar, birbirinin alternatifi olan kavramlar değildir; akıl ve vahiy, birbirini tamamlamak durumundadır. Vahyi anlayacak olan akıldır. Vahyin dışındaki her türlü dinî nitelikli oluşum, -adı mezhep, tarikât ne olursa olsun- dinin anlaşılma biçimleri ile ilgili tezahür olup, her türlü tenkit ve tahlile sonuna kadar açıktır. Akıl etkin olduğu zaman, çelişkiler yavaş yavaş azalır. Yeni bir uygarlık yaratmak, öncelikle aklın, hayatın bütün alanlarında etkin olmasına bağlıdır. Aklın etkin olmasını, ya yaratıcılıktan yoksun bir kafa, ya çıkarlar, ya da insanı yönlendiren dinleştirilmiş gelenek engelleyebilir. Bir insanın başına gelebilecek en büyük felaket, aklın çelişkileri kolayca fark edebilme yeteneğini yitirmiş olmasıdır. Kur’ân’da geçen, “kalplerin mühürlenmesi”ni, insan aklının çelişkileri görememesi ve vicdanın körelmesi olarak anlamak mümkündür. Duyarlığını yitiren her insanın “kalbi mühürlenmiş” demektir. Aklın etkin olması, metodik şüpheyle ve eleştirel yaklaşımla mümkün olabilir. Bir şey aklımıza yatmıyorsa, kimden gelirse gelsin, nerede olursa olsun, oraya bir soru işareti koymalıyız. Yüce Allah, İsra suresinin 36. âyetinde şöyle buyurmaktadır: “Bilmediğin şeyin ardına düşme. Doğrusu, kulak, göz ve yürek, işte bunların hepsi ondan sorguya çekilir”. Bu âyet de göstermektedir ki, düşünmek, akletmek, aklı etkin kılmak Allah’ın bir emridir.

10. Türkiye, halkının %98'i Müslüman olan bir ülkedir. Türkiye'de var olan Müslümanlık, ağırlıklı olarak kulaktan dolma bilgilerle, yani şifahî kültürle şekillenmiştir. Öncelikle, bu anlayış biçimini, Alevisiyle- Sünnisiyle tartışmaya açmak, vahye ve akla ters düşen batıl inançlardan, hurafelerden kurtulmak gerekmektedir. Bilgi Çağı’na girerken, yanlışların, hataların, hamallığını yapmak, hiç bir Müslümana yakışmaz. Bizden önceki atalarımız, hatalarıyla, sevaplarıyla dini anlamaya çalışmışlar; yaşamışlar, bize bir miras bırakmışlardır. Bu miras, adı ne olursa olsun, dinle özdeşleştirilemez. Ne var ki, bunalımlı dönemler, insanların yönünü maziye doğru çevirmektedir. Yaratıcılık yeteneklerini yitirmiş birey ve toplumlar, mazi ile övünmeyi ve avunmayı meziyet zannederler. Böylece farkında olmadan, kendi geleceklerini geçmişe ipotek ettirirler. Sonuçta, gelenek din haline gelir; bireyin nefes almasını bile engellemeye başlar.

11. Türkiye'nin din alanında bir yeniden yapılanmaya şiddetle ihtiyacı vardır. Türkiye, bunu başarabilecek bütün imkanlara sahiptir. Türkiye'deki tartışmaların din noktasında odaklanması, Türkiye'nin önünün, ancak dini problem olmaktan çıkartmakla açılacağının fark edildiğini göstermektedir. Bunun, dini, hayatın dışına iterek sağlanmasının mümkün olmayacağını içinde bulunduğumuz asır bütün çıplaklığı ile gözler önüne sermiştir. Bütün dünyada din yeniden yükselen değer haline gelmiştir. Türkiye'nin son bir asırda yaşadıklarından çıkarılabilecek pek çok dersler vardır.

12. Türkiye, yavaş yavaş, fikir üretebilen dindar aydını yetiştirmeye başlamıştır. Toplumdaki, dindar-laikçi gibi sürtüşmelere, suni gerilimlere yol açan odaklar kurutulduğu, ya da toplumda terör havasa estirme gücü yok edildiği zaman, Türkiye, sorunlarını medenî bir çerçevede tartışabilen, çözüm üretebilen insanların barış içinde yaşadıkları bir ülke olacaktır.

13. Türkiye, İslâm’ın yardımıyla, İslâm ile birlikte çağdaşlaşmayı başarmak zorundadır. Son bir asırda yaşadıklarımız, içine sürüklendiğimiz suni gerilimler, bunun bir zorunluluk olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Bunun için de, bazı kesimlerin “dini devletleştirme”, ya da “İslâm devleti” yanılgısından; diğer bazı kesimlerin de “İslâm’ı dışlayarak çağdaşlaşma” gibi insan fıtratıyla ve Türkiye’nin gerçekleri ile hiç bağdaşmayan bir dayatmadan vazgeçmesi gerekmektedir. Türkiye’nin kaybedecek hiç zamanı yoktur.

14. İçine sürüklendiğimiz değişim süreci, Türk insanının önüne, yeniden, yeni bir medeniyet yaratma fırsatı koymuştur. Bu, aynı zamanda sonu varlık, ya da yokluk olan bir mücadelenin adıdır. Aslında, tarih, değişim süreci, mevcut koşullar, bizi buna zorlamaktadır. Tarihimizi eleştirel bir yaklaşımla yeniden okuduğumuz zaman, hem onun olumsuz etkilerinden kurtuluruz, hem de ondan daha sağlıklı bir gelecek için, yeni medeniyet için yararlanma imkanı bulabiliriz. Çağı iyi okuduğumuz zaman, değişimin frekansını yakalama ve değişirken değiştirme şansı bulabiliriz. Allah'ın bir armağanı olan yaratıcılık yeteneğimizin farkına vardığımız zaman da, birbirimizle uğraşarak kaybettiğimiz bunca zaman için üzülmeye başlarız. Yüreğimiz, yeni bir uygarlık yaratmanın heyecanıyla çarpmaya başladığı zaman, farklılıkların bir zenginlik olduğunu daha kolay anlayacağız. Büyük düşünemeyen, yaratıcılığın tadına varamamış insanlar, ayrıntılarda boğulmaya mahkûm olurlar.