Prof. Dr. Hasan ONAT

Akademisyen

Türkiye’de Cemaatler ve Kimlik

Türkiye’yi doğru anlayabilmek için Türkiye’deki dini hayatı, bunun için de cemaat meselesini doğru anlamak gerekmektedir. Türk toplumunun çok dilli ve çok dinli Osmanlı’dan devraldığı toplumsal yapının cemaat temelli olduğu söylenilebilir. Cumhuriyetle birlikte cemaatten cemiyete geçişi esas alan yeni bir toplumsal yapının hedeflendiği, inkılapların bu doğrultuda gerçekleştirildiği; insanlık tarihinde ender rastlanan baş döndürücü bir sosyo-kültürel değişimin esas amacının yeni bir toplum yaratmak olduğu bilinen bir husustur.

Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı’nın enkazı üzerinde inşa edilirken, üç kıtadan süzülerek Anadolu’ya sıkışan yaralı insanların onurlu bir şekilde dimdik ayakta durmalarını sağlayacak, Türk milletini yeniden özne konumuna taşıyacak muazzam işler yapılmıştır. Bu işler arasında 1925’de tekke ve zaviyelerin kapatılması, o zamanki koşullarda atılabilecek en ileri adımlardan birisi olmuştur.

Tekke ve zaviyelerin kapatılmasının hem mevcut toplumsal yapı ile, hem de toplumda yaygın olan cemaat temelli din anlayışı ile doğrudan ilgisi vardır. Ancak olup bitenleri gerek Atatürk’ün, gerekse devletin İslam karşıtlığı yaptığı şeklinde yorumlamaya kalkışmak, ne tarihi hakikatle, ne bilimle, ne de vicdanla bağdaşır. Burada dikkat çekilmesi gereken önemli bir husus vardır: Din adına, laiklik adına, Atatürk adına kendi kişisel görüş, tutum ve tavırlarını topluma egemen kılmak isteyenler, maalesef tarihi/ hakikatleri tahrif etmekten pek de rahatsızlık duymamışlardır. Türkiye’de bugün tartışmaların temelinde dinin mevcut olmasının en önemli sebeplerinden birisinin bu keyfi inşa faaliyetleri olduğunu belirtmekte fayda vardır. Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri’nden aktaracağımız şu ifadeler, bırakın din karşıtlığını, onun en önemli amaçlarından birisinin İslam’ın evrensel güzelliklerinin açığa çıkması, akılla, bilimle ve insanlığın ürettiği evrensel değerlerle barışık bir din anlayışının oluşturulmasını olduğunu açıkça ortaya koymaktadır: “Bizim dinimiz en makul ve en tabii bir dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki, son din olmuştur. Bir dinin tabii olması için akla, fenne, ilme ve mantığa tetabuk etmesi (uygun olması) lazımdır. Bizim dinimiz bunlara tamamen mutabıktır”. 1923 yılında söylendiğini tespit ettiğimiz şu sözler üzerinde ciddi olarak düşünülmesi gerekir: “Türk milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır demek istiyorum. Dinimize, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam, buna da öyle inanıyorum”.

Medeni kanunun kabulü, harf inkılabı, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kuruluşu, Kur’an’ın Türkçe’ye tercüme ve tefsiri için harekete geçilmesi, Türk Tarih Kurumu’nun kurulması gibi büyük adımlar, din, dil ve tarih eksenli olarak gerçekleşiyordu. Bu durun, hem Atatürk’ün “çağdaş uygarlık düzeyi” ile ilgili tespitinin yeni bir uygarlık projesi olduğunu, hem de Avrupa’daki toplumsal değişmelerin de farkında olunarak bu yüksek hedefleri gerçekleştirecek yeni bir toplumun hedeflendiği açıkça göstermektedir. Atatürk’ten sonra bu yüksek hedefin göz ardı edilmesi, mevcut cemaat yapılanmasını, dinin cemaatler üzerinden anlaşılmaya-yaşanmaya çalışılmasını ve gittikçe karmaşıklaşan kimlik tartışmalarını anlamak için üzerinde durulması gereken önemli bir husustur. “Osmanlı toplumsal yapısından devredilen cemaatsel yapılar, bastırılan alt kimlikler olarak, üst kimlikle olan gerilimini günümüze de aktararak, varlığını modernleşme süreci boyunca devam ettirdi. Millet sistemi Cumhuriyetle birlikte çökmüştü. Fakat tarikatlar ve mahalle kültürü günümüzde kentsel bir boyutta, çevreden merkeze doğru kamusal alanda, yeni bir cemaat kimliği ile görünür hale gelmeye başladılar. Bu yeni cemaat kimliğinin tarihsel ilineklerinin yanına, kentsel mekanlarda üretilen, sistemin dikey kimliğine alternatif yeni yatay kimlik ve eylem biçimlerini de eklemek gerekmektedir. Göç sürecinde kentlerin varoşlarında oluşan ve merkeze doğru akan hemşehrilik cemaatleri, ideolojik, politik talepleri dile getiren eylemlilik biçimleri olarak yeni siyasal cemaatler, etnik dini ve kültürel gruplanmalar, yeni kimlik biçimleri olarak toplumsal arenada, ekonomik, siyasal, kültürel talepleriyle var olmaya başladılar. Fakat bu oluşumların içinde gündelik siyasi, akademik ve entelektüel gündemi en çok işgal eden, toplumsal yapımızın tarihsel sürecine de uygunluk gösteren dini temelli cemaatsel oluşumlardır” (Yelken, Cemaatin Dönüşümü, Ank. 1999, 10).

Türkiye’de, özellikle kökleri geçmişte olan dini, kültürel, siyasi ve sosyal sorunlarımızın bir türlü sağlıklı çözüme kavuşturulamaması, dinin ve laikliğin ülkeyi iki kutba ayıracak şekilde karşı karşıya getirilmesi, sağlıklı demokrasi kültürü üretilememesi gibi birtakım hayati sorunlarımızın doğru anlaşılabilmesi ve kalıcı çözümler bulunabilmesi için cemaat meselesinin anahtar niteliği taşıdığını belirtmekte fayda vardır. Ayrıca, küreselleşme süreci, cemaati yeniden önplana çıkartmıştır. Cemaatler, hem insanların aidiyet ihtiyaçlarını karşılamakta, iş, eş, aş imkanı sağlamaktadır; hem de insanların kimliklerinin belirlenmesinde etkin olmaktadır.

II
Cemaat, kelime olarak Arapça toplamak anlamındaki cemea kökünden gelen, Türkçe’de topluluk, namaz için bir araya gelen küçük grup gibi anlamları ifade eden kavramdır. Günümüz Türkçesinde, “cami cemaati” örneğinde olduğu gibi küçük dini gruplara ve belirli isimlerin etrafında, ya da muayyen görüşlerin etrafında, daha çok dini saiklerle oluşan gruplaşmalara da cemaat denmektedir. Osmanlı döneminde, dini mensubiyetler “Müslüman cemaat”, “Ermeni Cemaati” örneklerinde olduğu gibi “cemaat” kavramı ile belirtiliyordu. Günümüzde de “cemaat” kavramı, hemen dini bir çağrışım yapmaktadır.

Sosyolojik açıdan cemaati, en genel anlamda şöyle tanımlamak mümkündür: Cemaat, “farklı bir insan etkileşimi ile biçimlenen toplumsal bir örgü”dür (Yelken,20). Cemaat, “karşılıklı ve duygusal bağlarla temelli toplumsal ilişkiler şebekesi”dir. (Krş. Yelken, 20, 259). Max Weber’in cemaate bakışını onun şu ifadelerinden tespit etmek mümkün görünmektedir: “Bir toplumsal ilişki, oradaki toplumsal etkinliğin yönü –ister özel bir durumda, ister ortalama olarak, isterse de arı örneğinde- katılanların aynı topluluğa (cemaat) üye olma (Zusammengehörigkeit) yolundaki öznel (geleneksel ya da duygusal) duygusu üzerine dayalı ise ve dayalı olduğu ölçüde, ona topluluk oluşumu (Vergemeinschaftung) denilecektir” (M. Weber, Toplumsal ve Ekonomik Örgütlenme Kuramı, çev. Özer Ozankaya, Ank. 1995, 72). Bir başka açıdan bakıldığında cemaatin, toplumsal hayatın doğal akışı içerisinde şekillenen, insanların herhangi bir zorlamaya tabi olmaksızın katıldıkları, birtakım temel gereksinimlerin karşılanmasını kolaylaştıran, meşruiyetini gelenekten alan, iletişimin yüz yüze olduğu, sözlü kültürün etkin bulunduğu bir oluşum olduğu söylenebilir. Bu tanımlar, cemaatin, tarihsel akışa ve toplumsal süreçlere bağlı olarak farklı yapısal biçimleri olsa bile, bir şekilde varlığını sürdürdüğünü düşündürmektedir. Nitekim, insanoğlunun toprağa bağımlılığının azalması cemaat yapılanmasının sonunu getirmemiştir. Modernitenin, aşırı sekülerleşmenin bunalttığı insanlar, zaten var olan cemaatlerin mevcudiyetini yeniden keşfetmek durumunda kalmışlardır.

Aile toplumum en küçük birimidir. Çekirdek aile, anne, baba ve çocuklardan oluşur. Her ne kadar aileyi kan bağı etrafında oluşan bir cemaat, en küçük cemaat olarak görmek mümkün ise de, cemaat aileden farklı bir oluşumdur. Belki bazı büyük aileleri cemaat gibi değerlendirmek imkan dahilinde olabilir. Öyle olsa bile, cemaat ailenin ötesinde bir oluşumdur.

III
Türkiye’de daha önce de ifade ettiğimiz gibi cemaat denildiği zaman, ister istemez akla dini cemaatler gelmektedir. Cemaatin tanımını hatırlayacak olursak, dinsellik, bazı cemaatlerin belirgin bir özelliği olarak anlaşılabilir. Ancak, Türkiye’de, cemaat kavramı üzerinden hem bir zihniyet çatışması yürütülmektedir; hem de toplumun farklı istikametlerde değiştirilmesi ve dönüştürülmesi düşünülmektedir. Bu sebepten, biz de cemaat ifadesiyle, daha çok dini cemaatleri kastettiğimizi belirtmeliyiz.

Türkiye’de dini hayat, ağırlıklı olarak cemaatler üzerinden sürdürülmektedir. Tekke ve Zaviyelerin kapatılmış olması, tarikat faaliyetlerinin yeraltına çekilmesi gibi bir sonuç doğurmuştur. Tasavvuf devre dışı bırakılarak, gelenekten sadece meşruiyet sağlamak için yararlanılmış, gözden uzak denetimsiz alanda, tarikat cemaatleri oluşmuştur. Bugün Türkiye’de adı ne olursa olsun, yüzlerce tarikat cemaati vardır. Taraftarları bir hayli kalabalık olan tarikat yapılanmalarında bile, alt kümeler cemaat şeklinde varlıklarını sürdürmektedirler.

Öte yandan, Tekke ve Zaviyelerin kapatılmış olması, bazı dini grupların, tarikat formunu korumakla birlikte, yasal engellerle uğraşmamak için, en azından dışarıdan bakıldığında tarikat olarak algılanmayacak bir yapılanma biçimini tercih etmelerine yol açmıştır. Bunun en açık örneği Nurculuktur. Günümüzde “Gülen Cemaati” ifadesi, özellikle bu cemaate mensup insanlar tarafından öne çıkartılan bir ifade biçimidir. Aynı şekilde Süleymancılık ve Işıkcılık da tarikat formunda, fakat cemaat iddiasında oluşumlardır.

Bektaşilerin ve Kızılbaşların duruşları da pek farklı değildir. Şöyle ki, günümüzde Alevilik-Bektaşilik olarak kavramlaştırılmaya çalışılan sufi oluşumların kökeninde, ikisi de Türkler tarafından kurulmuş olan, Bektaşi Tekkesi ve Erdebil Tekkesi vardır. Buna rağmen, Alevilik-Bektaşilik’in tarikat olmadığı, bir “meşrep” olduğu ifadesine sıklıkla rastlamak mümkündür. Burada daha dikkat çekici bir husus daha vardır: Alevi-Bektaşi örgütlenmeler, esas itibariyle siyasi örgütlenmelerdir. Ancak, Almanya’da çok açık olarak görülebileceği gibi, muhtelif sebeplerle (Almanya’da Alevilik Din Dersleri gibi), yavaş yavaş dini cemaat iddiaları kendisini hissettirmektedir. Daha tuhaf olan bir duruma da işaret etmek gerekmektedir: Bazı ateist ve din karşıtı olan bireyler, kendi bireysel duruşlarını Alevilik-Bektaşilik inşa faaliyetinde devreye sokmaktadırlar. Alevilik-Bektaşilik konusundaki bilimsel bilgi boşluğu, keyfi inşa faaliyetlerini kolaylaştırmaktadır. Alevilik-Bektaşilik gerçeğiyle hiç bağdaşmayan, Aleviliğin İslam’la ve Türk Tarihi ile ilgisi olmadığı, yeni bir din olduğu şeklinde ortaya çıkan marjinal iddiaların bu doğrultuda değerlendirilmesi mümkündür.

Bu arada Sünni anlayışı paylaşan birtakım dini cemaatlerde, İslam’ın cemaatin tekeline alınması diyebileceğimiz bir tutum varlığını hissettirmektedir. Hemen her cemaat, Hz. Peygamber’e atfedilen “73 fırka hadisi” diye bilinen rivayette geçen fırkayı naciyenin/ kurtuluşa ermiş fırkanın kendilerini olduğunu açıktan ya da gizlice dile getirmektedir. Bu durum, din alanında doğrunun, hakikatin tek temsilcisinin o cemaat olduğu anlayışının cemaat içinde kökleşmesini sağladığı gibi, farklı cemaatlerde yer alan diğer Müslümanlara hidayete erdirilecek insan gözüyle bakılmasına sebep olmaktadır.

Türkiye’de, hem bireysel kin, intikam ve nefret gibi olumsuz duyguların, hem zenginlik, şöhret, liderlik gibi taleplerin cemaatler üzerinden gerçekleştirilmek istendiği dikkatle bakıldığında gözden kaçmamaktadır. Belki de insanın toplumsal bir varlık olmasının doğal sonucu sayılabilecek bu durum, kanaatimizce birtakım bireysel taleplerin gelenek içinde meşruiyet kazanması ve topluma maledilerek gerçekleştirilebilirlik imkanın artmasının sağlanması ile izah edilebilir. Bireysel talepler, cemaatler sahip çıktığı zaman kalıcı olma imkanı da bulmaktadır. Ayrıca, seçilmiş travma/kuyruk acısı haline gelmiş olan acıların, cemaat üzerinden biriktirilerek ve yoğunlaştırılarak yeni nesillere intikali de temin edilmiş olmaktadır.

Türkiye’de yasal olarak kurulan siyasi partilerin faaliyetleri bile cemaat mantığı ile yürütülmektedir. Partilere mensubiyet, çoğu zaman bir cemaate mensubiyetten farksızdır. Partiler, taraftarlarının aidiyet ihtiyaçlarını bile karşılamaya taliptirler. Hemen her partinin bir yardım kuruluşu vardır. Bazı cemaatler, siyasi partilerin şemsiyesi altında, kendi yandaşlarına muhtelif menfaatlar sağlayabilmektedirler. Bu durumu, partinin ve cemaatin çıkarlarının örtüşmesi ile izah etmek mümkündür. Ancak, dikkat edilmesi gereken husus, partinin cemaatleşmesidir. Parti liderlerine bakış da cemaat liderine/önderine bakıştan pek farklı değildir. Belki de bu yüzden, padişahlığı kaldırmamıza rağmen, her parti başkanı bir padişah gibi hareket edebilmekte; partilerin lider değişimini sancısız başarabildiği bir siyasi gelenek oluşturulamamaktadır.

IV
Cemaatler, toplumsal hayatın doğal akışı içinde ortaya çıkan oluşumlar olduğu için, her zaman, insanları cezbedecek bir yönleri olagelmiştir. Bu sebepten, öncelikle cemaatlerin insanlara hiçbir faydasının olmadığını, zamanı geçmiş toplumsal yapılanma biçimleri olduğunu söylemenin hiçbir anlamı olmayacaktır. İnsanlar, bir şeyler bulmaktadırlar ki, cemaatler, bütün olumsuz koşullara rağmen varlıklarını sürdürme imkanı bulmuşlardır. Toplumda bir boşluk dolduran, dolayısı ile bir anlamı olan hiçbir yapılanma biçimi, dış etkenlerle yok edilemez. Zor karşısında, yer altına çekilerek, kılık değiştirerek yine varlığını sürdürebilir. Bunun en açık örneği, Türkiye’nin seksen yılda bir tür tarikat cennetine dönüşmüş olmasıdır. Öyle ise, cemaatlere karşı çıkmak yerine önce, onların toplum açısından arzettikleri anlam ve önemi doğru anlamak, doğru değerlendirmek gerekmektedir.

Cemaatler, her şeyden önce insanların sosyalleşmelerini sağlayan, aileden sonra gelen en önemli yaşam alanlarıdır. İnsanlar, cemaatlerde kolayca yalnızlık duygusundan sıyrılabilmektedirler. Yalnızlık günümüz insanının en önemli sorunlarından birisidir. Ayrıca, insanlardan kaçan insanlar için de, cemaatlerin en güzel sığınak olabileceğini unutmamak gerekir.

Her insanın ihtiyaç hissedeceği, yardımlaşma ve dayanışma duygusu cemaatlerde ileri düzeyde yaşatılmaktadır. Yardımlaşma, hem cemaate üye kazandırma, hem de cemaat mensuplarını bir arada tutma gibi çift yönlü bir işlev görmektedir. Pek çok cemaat, muhtaçlara yardım konusunda işleyen, kısmen kurumsallaşmaya başlamış örgütler oluşturmuşlardır.

Her insan ilgiden hoşlanır. Cemaat yapılanması, insanların bir şekilde birbirleri ile ilgilenmesini sağlar.

Bazı insanlar, cemaat sayesinde günah işlemekten uzak kalabildiklerini düşünmektedirler. Cemaat, insanların birbirlerini kontrol etmeleri sayesinde, açıktan günah denilebilecek birtakım fiil davranışlardan insanları bir anlamda korumaktadır.

Türkiye’de cemaatler, tutunacak dal arayan insanlar için bir tür sığınak işlevi görmektedir. Güven, insanın en temel gereksinimlerinden birisidir. Her insan, her zaman, kendisini güven içinde hissedeceği bir ortamda olmak ister. Akrabalık ilişkilerinin zayıflamasıyla oluşan güven boşluğu, devlet tarafından da doldurulamayınca, bu işe cemaatler sahip çıkmışlardır. Hemen her cemaatin, hem yeni üye kazanmasına, hem de mensuplarının kaynaşmasına imkan sağlayacak öğrenci yurtları mevcuttur. Cemaatlerin dini duyguları öne çıkartması, aileler açısından, çocukları için güven telkin eden bir durumdur. Maalesef, bu konuda da devletin yapması gereken işleri birtakım cemaatler yerine getirmektedir.

V
İnsanlara birtakım faydaları dokunan cemaat yapılanmasının beraberinde gelen bazı açmazlara da dikkat çekmekte fayda vardır. Her şeyden önce, doğal bir zemin üzerine oturan cemaat yapılanmasında, doğal olmayan, insan fıtratı ile örtüşmeyen bir zemin vardır. Bu zemin, insanların kişiliklerinin törpülenmesi/zedelenmesi –yer yer sıfırlanması- ile oluşan bir zemindir. Bunun için kullanılan en güçlü psikolojik silah günahkarlık ve suçluluk duygusudur. En güçlü argüman da, şeytanın aklını kullandığı için, enaniyetten dolayı sapıttığı/ cennetten kovulduğu iddiasıdır. Bu hususla ilgili iki hatırlatma yapmakta fayda vardır: Birincisi, her insan günah işleyebilir; hiçbir insan masum değildir. İkincisi, Allah’ın affetmeyeceği tek günah Allah’a eş koymaktır; Kur’an bunun sebebinin insanın gurur ve kibiri olduğuna dikkat çeker. Şeytanın sorunun da aklını kullanmakla değil, tam tersine aklını kullanmamakla ilgili olduğu ortadadır.

Cemaatler, birey bilincinin gelişmesini ciddi olarak engellemektedirler. Cemaat yapılanmasında esas olan ortalama insandır. Bunun için de, çizilen ve yazılmasa bile yaşanan sınırların aşılması hiçbir zaman hoş karşılanmaz. Farklı düşünmek, sınırlar içinde anlam kazanabilir. Sınırların aşılması, aynı zamanda zımnen dinin meşruiyet sınırlarının da aşılması anlamına gelecektir. Her cemaat mensubu, cemaat ortamına ne kadar iyi uyum sağlarsa, o kadar muteber olabilecektir. Hakim kültür, itaat kültürüdür. Büyükler her ne söyler ve yaparlarsa, ilk bakışta size ters gelse bile mutlaka bir hikmeti vardır. Büyüklerin hikmetinden sual olunmaz. Oysa, bir şey hikmet ise, mutlaka sual sorulmalıdır; sual sorulmayan/sorgulanmayan hikmet, hikmet olamaz. Kur’an açısından bakıldığında, imanın, sorumluluğun ve kurtuluşun bireysel olduğu açıkça görülebilir. Hiç kimse bir başkasının günahını çekmez. Cennete, ancak hak eden gider.

Birey bilincinin gelişmemesi, sağlıklı demokrasi kültürü yaratılmasının önündeki en ciddi engellerden birisidir.

Cemaat yapılanmasında iletişim daha çok sözel kültürle sağlanmaktadır. Bu durum, bireyin eleştirel düşünmesini zorlaştırmaktadır. Çünkü sözel kültürde, bilginin niteliğini ve kaynaklarını sorgulamak pek kolay değildir. Bazı cemaatlerin, ilk bakışta kitabı ve okumayı önemsiyorlarmış gibi görünmesine rağmen, kitabı da sözel kültüre dönüştürdükleri dikkat çekmektedir. Şöyle ki, cemaatin önemsediği kitaplar, cemaat içindeki kıdemli birisi tarafından okunur ve açıklanır. Bazı cemaatler, sadece bazı kitapları okumakla alim olunacağını bile iddia edebilmektedirler.

Cemaat yapılanmasında çoğu zaman iman ve aklın, birbirinin alternafi olacak şekilde konumlandırıldığı görülmektedir. İman, inanılması gereken birtakım ön kabullere, sorgusuz sualsiz inanmak olarak tanımlanmakta; imanın bilgi ve tasdik boyutundan oluşacağı, aklı olmayanın dininin de olmayacağı unutulmaktadır. Bazı cemaatlerde, ledünni ilim, manevi ilim, ilham gibi ifadeler altında, liderin ya da önde gelenlerin malumatları bir tür kutsallık zırhına sokulmaktadır. Unutmamak gerekir ki, vahiy kapısı Hz. Muhammed’le birlikte kapanmıştır. Kur’an’ın dışındaki her türlü bilgi, her türlü tahlil ve tenkide sonuna kadar açıktır; çünkü beşeri bilgidir.

Türkiye’de cemaat yapılanması, hızlı sosyo-kültürel değişimin de etkisiyle, aile kurumunun çekirdek aileye dönüşmesi ve akrabalık ilişkilerinin eskisi kadar güçlü olmayışı yüzünden ortaya çıkan boşluğu doldurmaya talip olmuştur. Ailesinden ve akrabalarından yeterli ilgiyi göremeyen veya görmediğini düşünen, sağlıklı bir aidiyet duygusu geliştiremeyen insanlar, bu eksiklikleri cemaat içinde bulmaya çalışmışlardır. Bir cemaate mensup olmak, en genel anlamda ilgi görmek, güven içinde olmak anlamına gelmektedir. İnsanlar, en azından barınacak yer endişesinden ve aç kalma tehlikesinden kurtulduklarını düşünmektedirler.

VI
Türkiye’de cemaat yapılanması, toplumsal değişmeye paralel olarak kendisini yenileyebilmektedir. “Cemaat artık kentsel mekanın kamusal alanlarında varlık gösteren bağlanış biçimleri halini almaktadır. Yeni cemaatlerin en önemli özelliklerinden birisi de, bireye kimlik kazandıran bir boyut olarak öne çıkmasıdır. Etnik, dini ve kültürel bağlılıklar kimlik politikası olarak kamusal alanda görünür olmanın yolları haline gelmektedir. Cemaat artık ‘gemeinschaft’ anlamında içine doğulan, yani hazır bulunan bir olgu olarak değil, kurulan/inşa edilen bir yapıntı olarak, etkileşim ve eylemlilik içinde oluşmakta, sürece bağlı olarak devam etmekte ve biçim kazanmaktadır”. (Yelken, Cemaatin Dönüşümü, 14).

Türkiye’de bir yandan cemaatler inşa edilirken, diğer yandan da insanların özellikle dini kimlikleri cemaatler tarafından inşa edilmektedir.

İnsan kimliğinin oluşmasında, varoluşsal kök öğe kan bağı merkezli olsa da, dil ile birlikte sosyal unsurlar hemen devreye girmektedir. Bir başka ifadeyle, kimlik, daha çok insanın toplumsal bir varlık oluşuyla ilgilidir. Yaratılışı gereği sosyal bir varlık olan insan, diğer insanlarla birlikte yaşarken varlığını daha derinden hissetmekte; hayatın anlamını bulabilmek için çaba sarf etmektedir. Temel kimlik bilgileri, birey kendi kimliğini kurmak için özel çaba sarf etmediği müddetçe, bireyin dışındaki diğer insanlar tarafından bireye yüklenmektedir. Burada ilginç bir durum ortaya çıkmaktadır: Bireye yüklenilen bilgilerin önce gerçeklerle ne ölçüde örtüştüğü; sonra da, bireyin kendi kurguladığı kimliğin, sonradan yüklenilenlerle ve gerçeklerle ne kadar örtüştüğü meselesi. Cemaat psikolojinin, eleştirel duruşa pek izin vermemesi, kimlik inşasında etkin olan bilgilerin ne kadar sağlam/güvenilir olduğunun araştırılmasını önlemektedir. Üstelik cemaat merkezli kimlik inşasında, bireyin kimliği birey farkında olmadan biçimlenmeye başlar. Böylesi yapılanmalarda adı konulmamış olsa bile, bir tür mühendislikten/ kimlik mühendisliğinden söz etmek pek yanlış olmasa gerektir.

Bireyin erkek ya da dişi olması doğuştan gelen bir özelliktir. Ancak erkeklik ve kadınlık rolleri, doğuştan gelen farklılık üzerine sonradan, toplum, içinde yaşanılan ortam, örf adet ve gelenekler, din ve kültür tarafından sonradan inşa edilmektedir. Cemaat yapılanmasında, kadın ve erkeğin rolleri özenle belirlenir. Dini cemaatlerin önemli bir kısmında, kadınlarla ilgili sorunlar, bilinçli bir şekilde göz ardı edilebilmektedir. Bu çerçevede, kadınların ciddi olarak onurları ile oynandığını tespit etmek mümkündür. Kadınlarımız bu gerçeğin farkına vardıkları zaman, Türkiye’deki cemaat yapılanmasında pek çok şey değişebilir. Allah’ın affetmeyeceği tek günah şirk, insanın affetmeyeceği tek suç, onurla oynanmasıdır.

Kimlik, daha önce de dikkat çekmeye çalıştığımız gibi, en temelde insanın varlık yapısı ve kendini algı biçimi ile ilgilidir. “Bireyin kimliği denilen şey, en geniş anlamıyla onun tüm özelliklerini kapsar. Hem kişinin kendisini nasıl gördüğü, hem de toplum tarafından nasıl görüldüğü kimlik kavramıyla bağlantılı durumlardır. Kimlik, kişinin yaşamda kendine biçtiği-uygun gördüğü rol veya kendisini algılayış biçimi şeklinde tanımlanabilir. Bu nedenle insan yaşamında gelişimin temel özelliklerinden en önemlisi ‘kimlik (identity) arayışı’dır. Kimlik uzun çabalar sonucu ulaşılabilen öznel bir süreklilik, bütünlük ve tutarlılık duygusudur. Yine ve belki sadece, kişinin ‘kim olduğu’ ile ilgili kendi kendine sorduğu sorunun cevabıdır. Bu soruya verilen cevap; bedensel yapı özellikleri, yaşananlar, cinsiyet, etnisite, yaş, statü, toplumsal konum, meslek gibi insanın hem kendini algılayışı, hem de başkaları tarafından algılanışı çerçevesinde şekillenmektedir”. (E. Göka-M. Beyazyüz, “Yeni Dünya Düzeninin Kimlik Siyaseti: Psikolojik Bir Bakış Denemesi”, Türkiye Günlüğü, sayı 83, Kış 2005, 17-18).

İçinde yaşadığımız koşullar, hem bireyin kendisini doğru algılamasını, hem de, “öznel bir süreklilik, bütünlük ve tutarlılık duygusu”nun sağlıklı bir şekilde gelişmesini engellemektedir. “İnsanların kimlikleri, bireysel-ruhsal geçmişlerinin ve toplumsal yapının ortaklaşa etkileşimiyle kurulur. Bireysel yapı ve aile ortamı çok güçlü ise en zorlu toplumsal dönemeçlerin yarattığı baskı bile kolaylıkla olmasa da atlatılabilir. Ama kimlik eğer yeterince sağlam değilse en ufak dalgalanma bile kişiyi dağıtabilir. Kimlik duygumuzu zedeleyen şeylerin başında sahip olduğumuz değerlerin ve amaçların geçersizleştiğini görmek gelir”. (Göka-Beyazyüz, aynı makale, 20-21). İnsanlık, W. Frankl’ın ifadesiyle, “varoluşsal anlam boşluğu”na yuvarlanmıştır. Öyleyse çıkış yolu da öncelikle, bu “varoluşsal anlam boşluğu”ndan kurtulmaktan geçmektedir.

Diğer taraftan, içine sürüklendiğimiz küreselleşme, hem değerler hiyeyarşisini alt üst etmiş, hem de insanın olay ve olguları algı biçimini değiştirmiştir. Algı biçiminin değişmesi, doğal olarak kimlikle ilgili birtakım değişmeleri de beraberinde getirecektir. Kimlik bağlamında düşünülecek olursa, küreselleşmenin en dikkat çekici yönlerinden birisinin, hem farklılıkları yok ederek, hem de alt kültür, kült ve kimlikleri tetikleyerek kimlik krizine derinlik kazandırması olduğunu söyleyebiliriz.

Din, kimliğin inşa edilmesinde etkin olan öğelerden sadece birisidir. Din, hiçbir zaman tek başına kimlik inşa etmeye yetmez. Ancak, bütünüyle dinden uzak bir kimlikten söz etmek de mümkün değildir. Dinin kimlik inşa etmede belirleyiciliği, bireyin ve onun içinde yaşadığı toplumun gelişmişlik düzeyine göre değişir. Bu etkinlik, hem olumlu, hem de olumsuz olabilir.

Din, kimliğin şekillenmesinde en etkili olan aidiyet boyutlarından birisi, belki de en önemlisi olduğu açıkça görülebilmektedir. Ancak, dinin, toplumsal ve kültürel kimlik açısından hem birleştirici, hem de parçalayıcı rolünün zaman zaman birlikte etkin olduğunu hatırlamakta fayda vardır. Din çift yönlü kesen bir kılıç gibidir. Toplum güçlü ve sağlıklı olduğu zaman, din, birlik-beraberliği, üretimi teşvik eder; insanların yaratıcı yeteneklerinin etkin kılınmasını sağlar. Bunun tersi de doğrudur; dindeki temel ortak payda kaybolduğu, dinin dinamik boyutu öne çıkmadığı zaman, “tekfir” mekanizması işlemeye başlar; din egemenlik aracı olarak işlev görür ve parçalamaya başlar. Benzer bir durum tespitini, bireysel kimlik açısından da yapmak mümkündür. Bireyin kimlik bütünlüğünde, fıtrata uygun sağlıklı din anlayışının olumlu katkısı ne kadar fazlayla; sağlıksız, sorunlu kimliklerin oluşmasında, ya da kimlik bunalımında çarpık din anlayışının rolü de bir o kadar fazla olmaktadır.

Kimlik, en temelde insanın varlıksal yapısı ile ilgili bir bilinçlilik durumudur. Birey ve toplum planında sağlıklı kimlik bilincinin gelişebilmesi için, öncelikle, insan olmanın gereği olan temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması, her insanın “insan olma onuru” ile ayakta durmayı başarabilmesi gerekmektedir. İnsanların kimliklerini daha çok tehdit altında olduğuna inandıkları aidiyetleri üzerinden inşa etmeye çalışmaları, “özgürlük” sorununun olduğu yerde sağlıklı kimlikten söz edilemeyeceğini göstermektedir. Evrendeki yaratıcı yeteneklerle donatılmış varlık olan insan, yaratıcılığını ancak, güvenli ortamlarda gerçekleştirebilmektedir. İnsan yaratıcılığının önündeki her engel, aynı zamanda sağlıklı kimliğin oluşmasının da engeli olarak görülmelidir. Din, hiçbir zaman, bireysel ve toplumsal kimliğin oluşumunda tek aidiyet ögesi olamaz; ancak, bugün gelinen noktada, küresel kimlik krizinden çıkabilmek için, dinin desteğine her zamankinden daha fazla ihtiyaç olduğunu söylemek mümkündür. Bir başka ifadeyle, din, birey ve toplum planında sağlıklı bir kimlik inşasına ciddi olarak katkı sağlayabilir. Bu katkının daha çok anlam boyutunda olması gerektiği unutulmamalıdır.

Başta Türkiye olmak üzere halkı Müslüman olan bütün ülkelerde ciddi bir kimlik krizinin ve kimlik-sistem çatışmasının yaşandığı açıkça görülmektedir. Toplumsal sistem ve kimlik, birbirinden farklı istikametlerde çalışmaktadır. Hızlı sosyo-kültürel değişim, küreselleşmenin de etkisiyle, toplumun tüm katmanlarında çözülmelere ve yeniden yapılanmalara yol açmaktadır. Bu değişimin sağlıklı olabilmesi için, toplumsal sistem ile toplumsal kimliğin uyum içinde ve aynı istikamette çalışması gerekir. Her şeyden önce Türkiye’nin toplumu bir arada tutan temel ortak paydayı yeniden keşfederek, sağlıklı bir uzlaşı kültürü için gerekli olan temel altyapıyı kurması lazımdır. “Toplumlarda kimlik değişimi veya eski kimliğin korunması için önkoşul bu konuda uzlaşmanın sağlanmasıdır. Diğer taraftan sistemsel bütünleşme de toplumsal sistemlerin varlıklarını sürdürmelerinin önkoşulunu oluşturur. Yeterli ölçüde uzlaşma ve bütünleşme sağlanamadığı zaman ise toplum kimliğini yitirir ve parçalanır. Uzlaşma ve bütünleşme toplum içindeki bunlara yönelik eylemlerle gerçekleştirilebilir. Uzlaştırıcı ve sistemi bütünleştirici eylemler toplumsal kimlik ve sistemlerin önkoşulunu oluştururlar. Bu nedenle de eylem kavramı toplumsal çözümlemenin odak noktası haline gelmiştir.” (Erhan Atiker, Bireyselleşme ve Toplumsal Farklılaşma, İst. 1998, 6)

VII
Cemaatler, Türkiye’de ve dünyada, gelişmişlik düzeyi ne olursa olsun, bir şekilde varlığını sürdürmeye devam edecektir; çünkü insanın varlık yapısından kaynaklanan bir ihtiyaca cevap vermektedir. Ancak, özellikle Türkiye’de mevcut olan dini cemaatlerin yapısının ve bireysel ve toplumsal kimlik inşasındaki rolünün sağlıklı olduğunu, en azından yeterince sağlıklı olduğunu söyleyebilmek pek mümkün değildir. Öyleyse, öncelikle cemaatlerin sağlıklı bir yapıya kavuşmalarını sağlamak gerekmektedir. Bunun için de, öncelikle devletin ve toplumun aynı istikamette çalışması, devletin büyük kimlik çadırının, hiçbir grubu, hatta sağlıklı düşünebilen hiçbir ferdi dışarıda bırakmaması, yüksek güven kültürün yaratılması ve adalet duygusunun kuşatıcı olması gerekmektedir. Bireyin yaratıcı yeteneklerine engel çıkartıldıkça, temel hak ve özgürlüklerle ilgili sorunlar oldukça, hukukun üstünlüğü konusunda kuşkular kaldıkça, toplumsal yapının sağlıklı olabileceğini düşünmek biraz zordur. Sağlıksız toplum yapının üreteceği, ya da üzerine oturacağı cemaat yapılanmasının sağlıklı olabileceğini düşünmek de elbette pek mümkün olmaz.

Türkiye’de cemaatler, “küçük olsun benim olsun” mantığı ile, var kalabilmek için mensuplarını itaat kültürü, suçluluk ve günahkarlık duygusu ile terbiye edip, grup içinde tutmaya çalışmak yerine, üretime dayalı, ilkeli, şeffaf, rasyonel bir yapılanma ile, mensuplarının bilinçli ve kararlı tercihlerini temin etmeli, iyilik yolunda hem cemaat içinde, hem de diğer cemaatlerle bir yarış içine girmelidir.

Cemaatler, kendi iç bütünlüğünü koruyabilmek, mensuplarını bir arada tutabilmek için, en yakın gördükleri cemaatlerle aralarına su sızdırmak duvarlar inşa etmektedirler. Bu doğrultuda dinin birleştirici işlevi, tersine ayrıştırıcı, parçalayıcı bir hüviyet kazanmaktadır.

Türkiye’deki sağlıksız cemaat yapısı, toplumda yaygın din anlayışının da sağlıksız olması gibi sonuç doğurmaktadır. Cemaatlerin İslam’a bakışının, görme özürlülere atfedilen meşhur fil tanımından farksız olduğunu anlamak için birazcık dikkatli bakmak yeterlidir. İşin en kötü yanı, tekfir mekanizması, çoğu zaman cemaat düzeyinde, kendileri gibi düşünmeyen, kendileri gibi yaşamayan insanları ötekileştirmek için kullanılmaktadır. Bu durum, bireysel ve toplumsal planda dini kimliğin, dinin, insanının kendini inşa etmesi için bir araç olduğu gerçeği dışlanarak oluşturulmasına imkan sağlamaktadır.

Cemaatlerin katkısıyla oluşan dini kimliğin sağlıklı olabilmesi için, cemaatlerin din-toplum ilişkisinin şekillenmesinde birinci derece belirleyici olmasının önüne geçilmesi gerekmektedir. Bunun yolu, toplumun din konusunda en azından doğru düşünmeye yetecek düzeyde doğru bilgi sahibi olmasının sağlanmasından geçer. Din alanında doğru düşünmeye yetecek düzeyde doğru bilgi sahibi olmayan insanların, din adına kendilerine sunulan bilgileri sorgulama imkanları olmaz.

Sağlıksız cemaat yapısı, ahlak temelli olmayan, şeklin ön plana çıktığı sığ bir din anlayışının toplumda makes bulmasını da kolaylaştırmaktadır. Bu doğrultuda, dinin bütünleştirici işlevi etkisini yitirmekte, gerek dinsel, gerekse etnik farklılıklar tepkisel bir tavırla bütünün yerini almaya başlamaktadır. Artık bazı insanlar, hem Müslüman hem de ırkçı olabilmektedirler. İşte tam da burada, Türkiye’yi bekleyen ciddi bir tehlikeye işaret etmek istiyoruz:

İslam’ın ırkçı olmasını önlediği tek millet Türklerdir. Türkler, en az beş bin yıllık bir dile ve buna paralel köklü bir devlet geleneğine sahiptir. Bu süreçte adaletin temsilciliğini üstlenerek hep mazlumlardan yana tavır almıştır. Hakim unsur olmak, Türkler’i ırkçılık hastalığından uzak tutmuştur. İşte İslam, bu temel altyapı unsurlarının üzerine oturmuş ve Türkler’i ırkçılıktan korumuştur. Ancak bugün gelinen noktada, özellikle gençler arasında “Kürt düşmanlığı” üzerine inşa edilmeye çalışılan, cemaat psikilojisi ile beslenen sağlıksız bir Türkçülük anlayışının oluşmaya başladığı dikkat çekmektedir. Öncelikle şu gerçeğin altının çizilmesinde fayda vardır: Türklüğün, kime karşı olursa olsun, düşmanca duygulardan beslenerek öne çıkması, Türklerin medeniyet iddiası ile bağdaşmaz. Kaldı ki, Türk-Kürt evliliklerinin sanılandan çok daha ileri düzeyde olduğu bir Türkiye’de, Türklerin öncelikle tarihlerinden gelen sorumluluğun gereği olarak “72 millete bir gözle bakmak” felsefesini unutmamaları lazımdır. Medeniyet iddiası, evrensel ölçekte değer üretilerek, insan olmanın temel ortak paydasından hareket edilerek sürdürülebilir.

Toplumsal yapılanmanın ağırlıklı olarak cemaat temelli olması, her türlü sosyal örgütlenmenin bir şekilde cemaat karakteri taşımasına, dolayısıyla dinle irtibatlandırılmasına yol açmaktadır. Bu durumdan hem tek tek bireyler, hem de İslam dini ciddi olarak zarar görmektedir. Bunun önüne geçilebilmesinin yolu, insanların din konusunda doğru bilgilendirilmesinin sağlanmasından geçer. Günaha girme, ya da dinden çıkma korkusuyla düşünemeyen insanların, dini duygularının, inançlarının istismar edildiğini fark etmeleri nasıl mümkün olabilir? Kendi varlığının farkında olmayan insanların sağlıklı bir kimlik bilinci geliştirebilecekleri nasıl söylenebilir? Toplumsal yapının cemaat temelli olması, bütünüyle önlenemeyeceğine göre, bilginin önemsendiği, aklın etkin kılındığı bir cemaat yapısının teşvik edilmesi, ya da cemaatlerin bilgiye ve eleştiriye açık hale gelmesinin sağlanması yapılabilecek işlerin başında gelmektedir.

Türkiye’de gözlediğimiz cemaat yapılanmasının katkılarıyla da güçlenen kimlik krizi, sadece bize özgü değildir. Bütün insanlık, küresel bir kimlik krizinin içine sürüklenmiştir. Bu krize evrensel boyutlu çözüm üretmek gerekir. Küresel kimlik krizinin ilacı, evrensel boyutlu yüksek anlam bilincidir.

Bu arada, kimlik krizine evrensel ölçekli çözüm düşünürken, ailenin ve akrabalık ilişkilerinin de tekrar gözden geçirilmesi gerektiğini hatırlatmakta fayda vardır. Ailenin toplumların geleceği açısından arz ettiği önem her türlü tartışmanın ötesindedir. Ailedeki çözülmelerin beraberinde gelecek olan felaketlerin telafisi mümkün değildir. Öyle ise, aile yapısının yeniden güçlendirilmesi, etkin kılınması gerekir. Bunun için de, gençlerin evlilik ve aile konusunda bilinçlenmesine ihtiyaç vardır. Ailenin akrabalık ilişkileri canlandırılarak, oradan gelecek destekle daha sağlam hale getirilmesi mümkündür. Ailenin ve akrabalık ilişkilerinin pörsümesiyle ortaya çıkan boşluk cemaatler tarafından dolduruldukça, cemaatlerin sağlıklı bir yapıya kavuşmaları, dolayısıyla, insanların kimlik inşasına olumlu katkı sağlamaları biraz zor alacaktır.

Sonuç olarak, sorunlara kalıcı çözüm üretebilmek için akla ve doğru bilgiye güvenmek gerekir. Kendi varlığının farkında olmayan, aklına güvenemeyen insanlar, her zaman sığınacakları bir liman ararlar; bu süreçte çoğu zaman mağaraların karanlıklarında kaybolup gitmeye mahkum olurlar. Mevcut haliyle cemaatler, ciddi anlamda bir sığınak işlevi görmektedirler. Ancak, cemaatin varlığı ve sürekliliği birey bilincinin yok edilmesiyle, insanların itaat kültürünü dinin gereği olarak algılamasıyla ve yaratıcı yetilerin törpülenmesiyle sağlandığı için, bu sığınaklar insanları köleleştiren, toplumun geleceğini karartan tuzaklara dönüşmektedir. Sadece Türkiye’nin değil, bir buçuk milyara yaklaşan tüm Müslümanların geleceği, eleştirel düşüncede ve İslam’ın özgürleştirici boyutunun etkin kılınmasında yatmaktadır. Kölelerle ve köle ruhlu insanlarla ne bilimin gücü yakalanabilir, ne de medeniyet iddiası sürdürülebilir. İslam dini iman, sorumluluk ve kurtuluş bakımından bireyi esas alır. Sağlıklı birey bilinci hem sağlıklı bir toplumsal yapılanmanın, hem de sağlıklı bir demokrasi kültürünün en temel koşuludur. Kur’an, “bir topluluk kendisini değiştirmedikçe, Allah onların durumu değiştirmez” (Ra’d, 13/11) buyurarak çok önemli bir toplumsal yasayı insanlara hatırlatmaktadır.

Yararlanılan Bazı Kaynaklar

Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri

Yüce Kur’an ve Açıklamalı-Yorumlu Meali, Hazırlayanlar: A. Şener, M. C. Sofuoğlu, M. Yıldırım, İzmir 2008.

Ramazan Yelken, Cemaatin Dönüşümü, Ankara 1999.

Erhan Atiker, Bireyseleşme ve Toplumsal Farklılaşma, İst. 1998.

E. Göka-M. Beyazyüz, “Yeni Dünya Düzeninin Kimlik Siyaseti: Psikolojik Bir Bakış Denemesi”, Türkiye Günlüğü, sayı 83, Kış 2005.

M. Weber, Toplumsal ve Ekonomik Örgütlenme Kuramı, çev. Özer Ozankaya, Ank. 1995.

Victor E. Frankl, İnsanın Anlam Arayışı, çev. S. Budak, İst. 2007

Manuel Castells, Enformasyon Çağı Ekonomi ve Kültür- c. II Kimliğin Gücü, çev. Ebru Kılıç, İstanbul 2006.

Phıl Zuckerman, Din Sosyolojisine Giriş, çev. İ. Çapçıoğlu-H. Aydınalp, Ank. 2006

Vamık Volkan, Körü Körüne İnanç, Çev. Ö. Karaçam, İst. 2005

Abduülkadir Çevik , Politik Psikoloji, Ank. 2007.