Maraş Sendromu!..

Bu başlık ve yazının konusu bir intihaldir. Yani bana ait değildir. Bir dostumla Türkiye'nin ahvalini konuşurken, o da bana bunu kendi bulduğu tanımla “Maraş Sendromu” yaşıyoruz diyerek izah etti ve tepkilerden çekinmese bunu bir akademik çalışma olarak yayınlamak istediğini söyledi.

Biliyorsunuz bir de “Stockholm Sendromu” var!

Stockholm Sendromu, ilk kez 1973 yılında yaşanan bir olaydan ismini almaktadır. İsveç'in başkenti Stockholm'da yaşanan olayda, banka soyguncusu tarafından 6 gün boyunca rehin tutulan banka görevlisi bir kadın duygusal olarak suçluya bağlanır. Hastalık ilk defa Psikiyatr  Bejerot tarafından tanımlanmıştır.

Olay 23 Ağustos 1973 günü Stockholm'de soyguncular bir bankayı soymak için basarlar, bankada 4 banka görevlisini 6 gün boyunca 131 saat rehin tutarlar. Soyguncular, rehinelere iyi davranır, aralarında iyi ilişkiler oluşur. Polisin bankaya operasyon düzenleyeceğini fark eden rehineler, soyguncuları uyarırlar. Rehineler olay sonrasında yakalanan soyguncuların aleyhine ifade vermekten kaçındıkları gibi, soyguncuların avukatlık ve savunma giderlerini karşılamak için aralarında para toplarlar. Günün gazeteleri bu olay üzerine “soyguncular bankadan para çalamadılar, ama bazı insanların kalbini çaldılar” diye manşet atar. Rehinelerden Stockholm Sendromu'na yakalanan bir banka görevlisi serbest kaldıktan sonra nişanlısını terk ederek, ilgi duyduğu banka soyguncusunun hapisten çıkmasını bekler ve onunla evlenir.

Bu nedenle günümüzü anlamak için düne bakmak ve aynı zamanda bu toplumun psikolojik hassasiyetlerini iyi bilmek gerekir diye düşünüyorum. Bana ve size göre Türkiye'nin sayılamayacak kadar sorunu var. Ama sadece size ve bana göre! Başkalarına göre yok! Ya da sorun sıralamasında bizim sorun dediklerimizin önemi yok. Onun için sorun yaratıcı ortam ortadan kaldırılamıyor. Bunun psikolojik nedenlerinin olması gerekir.

Dönelim 100 yıl öncesine... Türkiye, Birinci Dünya Savaşında kaybeden ülke olarak işgal edilmiş, devlet yıkılmış, bütün yurtta halk, her türlü baskı ve zulmü görmeye başlamış ama Batı'nın tabiri ile milliyetçiler dışında kılını kıpırdatan yok gibi!

Her bir Türk tarafından eğer bugüne kadar okunmamışsa bundan sonra mutlaka okunması gereken Şevket Süreyya Aydemir'in “Suyu Arayan Adam” adlı kitabında halkın perişan hali çok açıklığıyla ortaya konur. Aydemir, bölük komutanı olarak ilk defa atandığı yerde gördüklerini şöyle yazar; “... örneğin bizim bu makineli bölüğünde İstanbullu başçavuştan başka okuma yazma bilen kimse yoktu... askerlere sordum: Bizim dinimiz nedir? Biz hangi dindeniz? Hep birden “Elhamdülillah Müslümanız”diye cevap verecekler sanıyordum. Fakat öyle olmadı. Cevaplar karıştı. Kimisi “İmamı Azam dinindeniz” dedi. Kimisi “Hazreti Ali dinindeniz” dedi. Kimisi hiç bir din tayin edemedi. Arada “İslamız” diyenler çıktı ama “Peygamberiniz kimdir?”deyince onlarda pusulayı şaşırdılar.”

Şevket Süreyya Aydemir, yazdıklarında, askerler tarafından Enver Paşaya bile peygamber denildiğinden ve Peygamberin sağ mı, ölmüş mü ya da yaşadığından emin olunmadığından bahseder.

Aydemir devamla “Dinimizin adı ve peygamberimiz bilinmeyince de, din ilkelerini ve ibadetleri doğru dürüst bilen hiç kimse çıkmadı. Ezan dinlemişlerdi ama ezan okumayı bilen yoktu. Namaz kılan bir iki kişi çıktı. Fakat onlarında hiç biri, namaz surelerini yanlışsız okuyamadı. Daha garibi niçin namaz kıldıklarını anlatamadılar.”... Bu durum onu şaşırtmıştı! Ancak ileri ki sorularda, daha da şaşırmaya devam edecekti.

“Biz hangi milletteniz? deyince her kafadan bir ses çıktı. Biz Türk değil miyiz? Deyince de “Estağfurullah!” diye karşılık verdiler. Türklüğü kabul etmiyorlardı. Halbuki biz Türktük. Bu ordu Türk Ordusuydu. Türklük için savaşıyorduk... Dininde, milliyetinde birleşmiş olmayan bu bölük, dersler ilerledikçe görüldü ki, devletin şeklini, devletin adını, padişahın ismini, devletin merkezini, başkumandanı ve onun vekilini de bilmemektedir. Hele iş vatan bahsine dönünce, büsbütün karıştı. Kısacası vatanın neresi olduğunu bilen yoktu. Yahut da, bütün bilgiler belirsiz, köksüz, şekilsiz ve yanlıştı.”

Şimdi düşünelim; bu haldeki bir insan topluluğunun başına gelenleri anlaması zor ve hatta imkansızdır. Onun için işgal ve onunla birlikte başlayan insanlık dışı zulme zamanında hakkıyla direnilememiştir diyebiliriz.

Bugünde benzer bir insan yapımız ve onun dışa vuran benzer hareketleri söz konusudur. Bunun örneklerini etrafımızda çokça görüyoruz.

Gelelim “Maraş Sendromu” tanımlamasına! Maraş 22 Şubat 1919'da işgal edilmiştir. Sütçü İmam olayı ise 31 Ekim 1919'da meydana gelmiştir. Yani halk 8 aydan fazla bir süre işgale ses çıkarmamış ancak bir hamamdan çıkan Müslüman Türk kadınlarının örtüleri Fransız-Ermeni haydutlar tarafından çıkarılmaya çalışılınca direniş başlamıştır. Demek halkın değer yargılarında ve bilinçaltında kadına ait örtünün fevkalade büyük bir önemi vardır. Memleket işgal edilmiş tık yok ama iş başörtüsüne gelince dünya düşmana dar ediliyor. İşte burada oturup iyi düşünmek gerekiyor!

Şimdi bizim dert yandığımız işleri edenler; halk için bu derece önemli olan başörtüsünün önemini kavrayıp, onu kullanarak veya istismar ederek bu işleri ettiler ve de bu konu üzerinde dış güçlerce epey gayret sarf edilerek uygun zemin yaratıldı.

Siz ne anlatırsanız anlatın, vatan satıldı deyin, istikbal mahvoldu diye söyleyin kimsenin umurunda değil. Açlık varmış, yoksulluk varmış, emekli sürünüyormuş, dünyanın en pahalı etini ve sebzesini yiyormuşuz, geçmediğimiz köprülerin parasını ödüyormuşuz, işsizlik almış başını gitmiş; bunların hiç bir önemi yok! Başörtüsü sorunu halloldu ya, her şey tamamdır!

Memlekette yolsuzluk, rüşvet, adam kayırma, adaletsizlik var mı? Olsun! Kuran Kursları, İmam Hatipler ve İlahiyat Fakülteleri açıldı ve çelik gibi bir Diyanet oluştu ya, daha ne istiyorsunuz? Din de böylece elden gitmiyor? Bize ne olan bitenden!

Aynen Şevket Süreyya Aydemir'in anlattıkları gibi bende karşıma gelen İmam Hatiplilere ve İlahiyat mezunlarına itikadi açıdan imamımız kimdir diye soruyorum çoğundan Maturidi cevabını alamıyorum. Neden acaba? Sakın akla önem verdiği için olmasın?

Benim izahımda yanlışlık veya eksiklik olabilir ama dikkatinizi bir şeye çekmek istiyorum. Bu halkın psikolojisi ve bilinçaltı mutlaka doğru okunmalıdır. Bana göre ruhsal genetiğimize binlerce yıllık olaylar hakim. Bunlar nesilden nesile sözlü olarak aktarılarak yanlış bir şekilde günümüze ulaşıyor ve insanlarımızın davranışlarına egemen oluyor.

Bizim “Maraş Sendromu” dediğimiz şey ilmi temellere oturmayabilir. Ancak kanaatime göre “toplumsal psikoloji” üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur. Düşmanlarımız bunu çok iyi kullanıyor. Yoksa başımıza “fetö” diye melanet bir şey gelir miydi? Fetö bu toplumun sinir uçlarını çok iyi kullanarak o kadar semirdi. Bundan sonrakileri anlamak ve geleceğimizi teminat altına almak için bu konuyla çok ama çok ilgilenmeliyiz!