C. Yakup ŞİMŞEK

Eğitimci, redaktör

C.Yakup_Simsek@hotmail.com

Kırpıntı Bohçası Kırkambar Hazretleri

Çarpık mantıklarıyla ve kırpık bilgileriyle "kırpıntı bohçası"na benzeyen şahıslar var...

Hem de kıyâmet gibi... 

Bu adamlara başlamadan önce "kırpıntı bohçası" aslında nedir, îzâh edeyim. 

Kumaşın ve terzilik mesleğinin eski değerini hatırlayan kaç kişi kaldı? 

Hele şu "kırpıntı bohçası" nın ne olduğunu yeni nesilden bilen var mı? 

Onlar, böyle şeyleri ancak anneannelerinin eski evlerinde görebilir. 

Veyâ lügatlerde, hikâye ve romanlarda... 

Belki "eski Türk filmleri" nde... 

*** 

"Kesilip biçilen kumaşlardan artakalan ufak tefek parçaların, yâni kırpıntıların konup saklandığı bohça..."  

Bu "kırpıntı bohçası" terkîbi, TDK, Kubbealtı ve Ötüken lügatlerinde aşağı yukarı böyle îzâh edilmiş. 

D. Mehmet Doğan ve Pars Tuğlacı'nın lügatlerinde ise yer almamış. 

"Kırpıntı bohçası" sözüne mecaz mânâyı ise yalnızca Ötüken lügati vermiş: 

"Kafasını gereksiz bilgilerle doldurmuş olan..." 

Bize lâzım olan kısım işte burası... 

"Şahsiyetleri kırpıntı bohçası gibi" olan adamlar... 

İsimlerinin başında bir yığın sıfat, cafcaflı unvan: 

"Profesör, Doçent, Doktor, Öğretim Üyesi, Akademisyen, Târihçi, İlâhiyatçı, Araştırmacı Yazar, Uzman" falan feşmekân... 

Üniversite hocası... 

Ama kırpıntı bohçası...

*** 

Benzetmeyi Sabahattin Ali'de görmüştüm: 

"İçimizdeki Şeytan" isimli romanda, o devrin (1930-1940) birtakım “münevver”leri hakkında şöyle diyordu: 

"Şahsiyetleri kırpıntı bohçası gibi. Her şeyleri iğreti, her vasıfları, her kanaatleri iğreti... Basit bir insan, meselâ hiç okuması yazması olmayan bir köylü, bir amele, lâlettâyin bir adam bunlardan çok daha mükemmel bir bütündür. Çünkü o adam, meselâ Hasan Ağa, Hasan Ağa olarak düşünür, böyle yaşar. Hükümleri hayâtın verdiği birtakım tecrübelerin netîcesidir ve kendine göredir. Konuşurken karşında Hasan Ağa'dan başka kimse yoktur. Fakat bu efendilerin hiçbiri kendisi değildir. Fikir diye ortaya attıkları her şey, kafalarına rastgele doldurdukları, hazmedilmemiş, acâyip, birbirine zıt bilgilerin tahrîb edilmiş şekillerinden ibârettir. Meselâ Mehmet Bey'le asla Mehmet Bey olarak konuşmaya imkân bulamazsın. Siyâsetten bahsedecek olsan, karşında şu Fransız gazetesinin veyâ bu diktatörün nutkunu bulursun..." 

Dolmuş fakat olmamış. 

Okumuşun fodulcası... 

Olmuş kırpıntı bohçası... 

*** 

Etrâfımızı, sosyal medyayı ve ekranları sarmış olan bu "kırpıntı bohçası kırkambar hazretleri”nin hepsi birer kibir âbidesi... 

E, adam yıllarca tahsil görmüş, her şeyi öğrenip “allâme-i cihan” olmuş, kolay mı?

Sürekli üst üste koyduğu bilgilerin ve kitapların tepesine tüneyip kurulur, bacak bacak üstüne atıp hindi gibi kabarır. 

"Câhil" dediği millete tepelerden bakar. 

Bilgi dolmuş taşıyor; fakat aklı şaşıyor...

Şahsiyet fakiri... 

Niçin? 

"Çünkü..." diyor Sabahattin Ali, "hiçbirinde fikirler ve bilgiler şahsiyet hâline gelmemiştir..." 

Devâm ediyor: 

"Hiçbiri ukalâlık etmek için malzeme toplamaktan başka bir şey düşünmemiştir. Hiçbiri insanı insan yapan şeyin şahsiyet olduğunu, bütün ilimlerin, bütün tecrübelerin yalnız bunu temine yaradığını anlamamıştır..." 

Zâhir, göz aldatmacası... 

Zengin kırpıntı bohçası... 

*** 

Bağdatlı Rûhî böyleleri hakkında asırlar önce teşhis koymuş: 

"Dermiş hakîm, bilmediğim nesne kalmadı; 
Dünyâyı bildi, kendini bîçâre bilmedi..." 

Dâimâ "Ben bilirim! Onu da bilirim, bunu da..." 

Yarım yamalak anladıkları hususlarda susmayı bilseler çok şey bilmiş olacaklar aslında... 

Ama nerde!.. 

Pazarcılar gibi durmadan çığırtkanlık edip bilgiçlik satarlar. 

Cemil Meriç bu tipleri iğrenç bulur:  

"Entelektüel teşhircilik, cinsel teşhircilik kadar tiksindirici..." 

Ulemânın yırtıkçası... 

Hâlis kırpıntı bohçası... 

*** 

Bunların çoğu konuşurken ve yazarken lüzumsuz yere İngilizce-Fransızca kelimeler kullanır.

Ağızlarında hep muallâk, yuvarlak ve muğlâk sözler...   

Cemil Meriç bu vaziyeti şöyle tahlil ediyor: 

"Aydınımız, neden Frenkçe lâflara tutkun? Aydınlıktan hoşlanmadığı için... Alaca karanlık, düşüncenin sefâletini gizleyen şâirâne bir tül. Okuyucu da yazar gibi sözlük kullanmaz. İkisi de 'aşağı-yukarı' ya alışık. Kelimelerdeki müphemlik, hayâli kanatlandırır. Aydının bir türlü kurtulamadığı bir hastalık da: yenilik aşkı. Alışkanlıklarını veya dış dünyâyı değiştiremeyince kelimelere saldırıyor. Avrupalılaşma, Amerikanlaşma, çağdaşlaşma, çoktan eskidi. Kültür emperyalizmi daha seyyal, daha çekici, daha alafranga. Bu yabancı dildâdenin sol da sağ da sevdalısı..." 

Onun şu sözünü de unutmamak lâzım: 

"Entelektüel, Batılı bir hayvandır..." 

Nah, insanın alacası... 

İthal kırpıntı bohçası... 

*** 

Kendini ve haddini bilmeyen insanları yüksek mevkîlere getirmek akıl kârı değil... 

Cânî, hâin, kepâze, ikiyüzlü, sahtekâr, hırsız, dolandırıcı, menfaatperest, fesatçı, fırsatçı, hayâsız, sapkın, nâmussuz, şerefsiz, âdî, alçak, soysuz, cibilliyetsiz, şahsiyetsiz... kimseleri ilim, fen ve teknoloji bilgileriyle donatmak, onları suça hazır hâle getirmek ve teşvik etmek demektir.

Hattâ böyle bir faâliyet, millete ihânet ve düpedüz suikasttır.

Theodore Roosevelt'e atfedilen bir söz, bu hakîkati söyler: 

"Bir insanı ahlâken terbiye etmeden sâdece zihnen terbiye etmek, cemiyete bir belâ kazandırmaktır." 

Kim demişse doğru söylemiş... 

Öğrendiklerini yalnızca para, çıkar, şöhret, ihtiras, istismar ve çirkin politika için, hattâ terör uğrunda kullanan "akademisyen vs." yetiştirmektense adam gibi "amele" ler yetiştirmek daha iyi... 

Sabahattin Ali, bunu şöyle ifâde ediyor: 

"Bir garson, bir kayıkçı, şahsî fikirleri olmak, gördüğü ve öğrendiği şeyleri kendine mâl etmek bakımından, bizim bu münevverlerin hepsinden üstün ve kıymetlidir. Konuşurken birçok şeyler öğrenirim ve karşımda bir insan görürüm, hazin ve geveze bir kukla değil..."

Kukla bunlar, kısacası...

Kafa kırpıntı bohçası... 

***

Y. Kadri Karaosmanoğlu da meşhur "Yaban" romanında köylüleri “kirli, geri, düşüncesiz, kaba insanlar” olarak tasvîr etse de sonunda vicdânının sesine yenik düşer ve bir îtirafta bulunur:  

"Ben, asıl ben, bu toprağın malı olmayan ve hepsi dışarıdan gelen maddeler, unsurlarla yoğrula yoğrula âdetâ sınâî, âdetâ kimyevî bir şey hâlini almışım..."

Evet, Avrupa sanâyii malı, kimyevî beyinler...

Üniversiteler çoğaldıkça bunlar da artıyor nedense...

Türkiye’nin Maârif (MEB) sistemi ve üniversiteler artık uyanmalı.

Yetiştirdiğimiz elemanların çoğu “kırpıntı bohçası” gibi...  

Ülkemize ve insanlığa bunlardan bir fayda yok.

Faydadan geçtik, zarar vermekteler.

Velhâsıl, sözün hakçası:

Yetti kırpıntı bohçası!..