Oğuz ÇETİNOĞLU

Ekonomist, Araştırmacı-Yazar

ocetinoglu1@gmail.com

Nazif Okumuş ile Ramazan Sohbeti - 2...

 

Gazeteci-yazar, 21. dönem İstanbul milletvekili Nazif Okumuş ile sohbetin 2. bölümünde; hayatî bir  mesele ele alınıyor:

 

BİLGİLİK / SÜMELA MANASTIRI:

Trabzon'un Maçka İlçesinin Altındere Köyü sınırları içinde Altındere vadisine hakim Karadağ'ın eteklerinde sarp bir kayalık üzerinde kurulmuş olan Sumela Manastırı’nın tarihini Milat öncesine dayandıran bilgilerin inandırıcı bir kaynağı yoktur. Vadiden yaklaşık 300 metre yükseklikte bulunan yapı, bu konumuyla manastırların şehir dışında, ormanlarda, mağara ve su kenarlarında kurulma geleneğini sürdürmüştür.

Sumela’ adının siyah anlamına gelen ‘melas’ kelimesinden geldiği söylenmektedir. Bu ismin de manastırın kurulduğu koyu renkli Karadağlardan geldiği düşünülür.

Rivayete göre; M.S. 380’li veya 390’lı yıllarda kurulmuş olan manastır 6. yüzyılda onarılarak genişletilmiştir. Manastırının şimdiki durumuyla varlığını 13. yüzyıldan itibaren sürdürdüğü bilinmektedir.

Doğu Karadeniz kıyılarının Türk egemenliğine girmesini takiben Osmanlı Padişahları pek çok manastırda olduğu gibi Sümela'nın da haklarını korumuşlar, bazı imtiyazlar vermişlerdir.

Sumela Manastırı'nın 18. yüzyılda bir çok bölümü yenilenmiştir. 19 yüzyılda büyük binaların ilave edilmesi ile manastır muhteşem bir görünüm kazanmış, en zengin ve parlak dönemini yaşamıştır. Bu dönemde son şeklini alan manastır pek çok yabancı seyyahın ziyaret ettiği, yazılarına konu edilen bir yer haline gelmiştir.

Trabzon'un 1916-1918 yılları arasındaki Rus işgali sırasında manastıra el konulmuş, 1923'den sonra tamamen boşaltıldı ve buradaki Rumlar Yunanistan’a gönderildi.

Sümela’da son âyin, 1922 yılında yapılmıştı. Bu âyinden sonra papazlar Sümela Manastırı’nda bulunan ikonu bazı kıymetli eşyalar ile birlikte manastırın 400 metre uzağındaki Agia Barbara adlı küçük kiliseye saklamışlar ve 1923’de mübadele ile Yunanistan’a gitmişlerdir. 15 Ağustos 1931 târihinde Yunanistan’da yapılan bir törende papazlar ikonla ilgili hikâyeyi anlatmışlar. Dönemin Başbakanı İsmet İnönü  Atina’ya gittiğinde, Yunanistan Başbakanı Venizelos, papazın sakladığı yerden ikonu almak için izin istemiştir. Gerekli izin verildi ve ikon, Atina’ya götürüldü.

Dünyanın hiç bir yerinde eşine rastlanmayan manastırın tabiat manzarası şâhânedir.  Tarihi ve kaderi hakkında inanılmaz masallar üretilmiştir. Manastırdaki Meryem Ana ikonasının kudsiyeti dolayısıyla, burada görevli papazlar, büyük gelirler elde ettiler. Bununla yetinmeyen bu papazlar, edindikleri bu dilencilik mesleğini Rusya, Tuna boyları ve Anadolu’nun içlerine kadar genişletmişler, ellerine aldıkları sahte ikonalarla önemli paralar kazanmışlardır.

Sümela Manastırı boşaltıldıktan sonra baş keşiş ve beraberindeki ekip tarafından korundu. Araştırmacıların özel ziyâretlerinin dışında hiçbir maksatla kullanılmadı. Son âyinden 88 yıl sonra, özel izinle, 15 Ağustos 2010 tarihinde ilk âyin yapıldı. Trabzon’da âyine katılacak Ortodoks Hıristiyan  bulunmadığından, Yunanistan’dan, Kıbrıs Rum kesiminden, Rusya’dan ve Gürcistan’dan özel kişiler dâvet edilmek suretiyle…

Yunanistan, Türkiye’nin lütufkâr izniyle Sümela manastırı’nda âyin düzenlediği gün, kendisine uzatılan zeytin dalına, çirkin saldırılarla cevap verdi: Fanatik Rumlar, Türkiye’nin Selanik Konsolosluğu’na molotoflu  saldırı düzenlediler. Gümülcine’de de, Türk mezarlığına saldıran başka bir grup fanatik Yunanlı, 20’ye yakın mezar taşını kırdı. Bu saldırılar medya tarafından kamuoyuna duyurulmadı. Yetkililer hesabını sormadı.

Verilen izin gereği, Sümela’daki âyinler her sene tekrarlanacak. Umarız Yunanlıların çirkin saldırıları tekrarlanmaz…  

OĞUZ ÇETİNOĞLU

 

Oğuz Çetinoğlu: Sümela Manastırı’nda yapılan âyine katılan bir grup gencin tişörtlerinde nasıl bir resim vardı?

Nazif Okumuş: Âyin sırasında, Kıbrıs’tan getirtilen çok sayıdaki genç, âyin sırasında birden bire üzerlerindeki elbiseleri çıkartarak tişörtle kaldılar ve tişörtlerin arkasında Rum Pontus devletinin haritası çıktı. ‘İç Anadolu’ diyebileceğimiz ta Amasya’ya kadar varan ülkemizin vilayetlerini de içine alan bir harita çizmişler. Âyin sırasında böyle kaldılar.

Basın, kamuoyu oluşturmaya çalışan değil, olayları olduğu gibi kamuoyuna yansıtan bir güçtür. Haysiyetli basın böyle çalışır. Olayları, görüntüleri gizlemez. Basın bu rezâletin farkına varmadı ise, vazifesini yapamamış demektir. Gördü de kasten vermediyse… Bunun ne anlama geldiğinin takdirini, aziz ve necip milletimize bırakıyorum. 

Çetinoğlu:Efendim bir grup genç yapmış olabilir… Büyütmeye gerek yok…’ Diyenler çıkacaktır….

Okumuş: Hayır, bir grup genç değil. Orada önceden hazırlanmış, ciddî bir şekilde  oluşturulmuş bir grup var. Bu gün bunu yapanların, yarınlarda neler yapabileceğini tahmin etmek, hassas davranmak, tedbir almak gerekir.

Zihniyete bakın! Türkiye ören yeri olan yâni bir müze statüsünde olan Sümela’da çok özel izinlerle Fener Rum patriğinin başkanlığında bir âyin yapılıyor, bu âyin sırasında; milletimizin hoşgörüsü, dinlere olan saygısı ve insanların inanç ve değerlerine olan muhabbeti… hülasa iyi niyeti istismar ediliyor. Alınan izin, kendi propagandaları için kullanılıyor. Müsâmaha gösterdiklerimizin Sümela’da oluşturduğu destursuzluğa, yaşattığa çirkinliğe bakın.

Aleyhimize çalışanların, kuyumuzu kazanların sergilediği bu çirkinliği Türk medyası, milletinden saklıyor. Bunu Türk siyasetçileri de saklıyor. Buna izin veren zihniyetten saklıyor.

Ben isterdim ki bugün değil dün bu sahne ortaya çıktıktan sonra en azından Türkiye Cumhuriyeti Devleti adına bir kişi;  bu konuyla ilgili Türk milletinin hassasiyetine uygun bir açıklama yapsın. En azından, bu çirkinliği sergileyenleri kınasın.  Herkes kulağının üzerine yatmış, kendini kandıran bir anlayışla devekuşu misali bir politikanın, tiyatronun içersinde.

Türkiye’de bir tarafta bu var. Türkiye’de milletin gösterdiği hoşgörüyü, milletin gösterdiği asâleti, milletin gösterdiği saygıyı ve muhabbeti istismar edenlere, hak ettikleri sözü söyleyemiyoruz. Alt tarafı, birkaç cümledir. O cümlenin söylenmesi, yeni çirkinlikleri önler. Kötü niyetlilerin cesâretlerini yok etmese bile törpüler…

Çetinoğlu: Sessiz kalmak, tâviz vermektir. Tâvizler, yeni tâvizlere verilmesine yol açar.

Okumuş: Bu kadar fedakârlık, bu kadar sessizlik… millette eziklik duygusu uyandırır. Eziklik duygusu, ezilmeye çıkartılan dâvetiyedir. Türk milleti, böyle bir zilleti asla hak etmiyor.

Bu tabii ki acı bir şey. Hele ramazan ayında böyle bir sahneyle karşılaşmamız milletimizi bence üzmüştür, derinden yaralamıştır.

Bizler bu günlerde, Anadolu topraklarında ramazanı yaşıyoruz. Ramazan, insanların birbirlerine hoşgörüyle baktıkları, yaklaştıkları bir zaman dilimidir.  Bizler, bu coğrafyada  farklı dinlere mensup insanlara hoşgörüyle yaklaşabilen asil bir milletin mensuplarıyız. Çünkü o insanların da  en az bizim kadar bu coğrafyanın sâhibi olduklarını düşünürüz. Bu coğrafyadaki eserlerin de sahibidirler.

Ayrımcılık, fitne ve fesat tohumları ekilinceye kadar. Fitne tohumları daha toprağa saçılmadan hoşgörümüz biter. Bitmeli.

Bunu yapmaya kalkıştıklarında sâhiplik de sona erer.         

Sergiledikleri çarpık bir anlayışla birbirleriyle kucaklaşmış insanları, ramazan ayında kör gözle mertek hesabı Sümela’da böyle bir âyinle karşı karşıya bırakmak, insanımızı incitmenin ötesinde yaralar öldürür. Bunu göremeyen basın, bunu görmekten kaçınan bir anlayış bizleri üzmektedir.

Çetinoğlu: Sümela âyininde olanlar, hoşgörümüzün, müsamâhamızın istismarının ilk örneği değil. Mostar’ı hatırlarsınız…

Okumuş: Elbette…6 sene önce, Avrupa’nın ortasında Saray Bosna’da Mostar Köprüsü’nü yapıyoruz. Köprünün açılış merâsiminde Mostar Köprüsü yanındaki dağa, daha önce orada bulunmayan hiç olmayan bir haç  dikiyorlar. Bizim yaptığımız köprünün hizmete açılış töreninde, onlar kendi inançlarının reklamını yapıyorlar.

Düşünmek gerek: Osmanlı orada 500 yıl kaldı. Hiçbir dağa Hilal sembolü koymadı.

Bu haksızlığa İslam dünyası olarak kahrediyor ve üzülüyoruz. Batılıların bu istismarın ötesinde düşmanlığını unutamıyoruz. Daha önce orada olmayan bir haçı bir dağın üzerine şimdi dikmek  düşmanlık değil de nedir?

Düşmanlık gösterileri sorgulanmazsa, yeni düşmanlıklar sergilenir. Nitekim sergiliyorlar.

Çetinoğlu: Yakın zamanlarda yaşanmış Akdamar Kilisesi olayı var…

Okumuş: Akdamar’daki kiliseyi tamir etmekle kalmıyor olmayan haçı oraya da dikiyor. Niçin dikiyor? Şimdi biz bunları söylerken başka dinlere karşıyız, başka dinlerin düşmanıyız, düşmanlık duygularımız kabardığı için bunları ifâde ediyor değiliz. Bunu anlatmak zordur. Dolayısıyla sözlerimin ne kadar keskin olduğunu, ne kadar ağır olduğunu ben biliyorum. Ama benim bu sözlerimin incitici oluşu, ağır oluşu, keskin oluşu inanç ve değerlerime olan sadâkatimdendir. Başka dinlere, başka insanların inanç ve değerlerine olan düşmanlığımdan değildir. Benim dinim de bunu koymuş zaten ‘leküm dinikum veliye din’ demiş. ‘Senin dinin sana, benin dinim bana.’ Başkasının dinine sonsuz şekilde saygı gösteririm. Saygı göstermenin ötesinde onun ibâdet etmesini alkışlarım, takdir ederim. İnanan insanlar dünyada ahengi oluşturan insanlardır. İnanan insanlar dünyada birbirini anlayabilecek olan insanlardır. Bunu çok önemserim. Ama dinler arası muhabbet başka dinler ararsı ilişikleri ortaya koyarken mutlaka karşılıklı saygı esastır.

Böyle bir tiyatronun aktörü de olamam. Türkiye’de yıllarca lafa başlarken % 99’u Müslüman halkım diye cümle kuranlar,  % 99 Müslüman halkını sanki değişmiş de bu halkın çok farklı dinleri varmış o dinler kahir çoğunluklar oluştururmuş gibi bir havaya büründüler. Türkiye’de farklı inançlara mensup insanlar var. Ama o farklı dinlere mensup insanların oluşturduğu sayı bir mânâ ifade etmiyor. Bir tane de olsa biz onlara saygı göstereceğiz. Bir tane de olsa şefkatle kucaklaşacağız. Merhametimizi karşılıklı olarak birbirimize yansıtacağız. Sayının hiç önemi yok.  Türkiye niçin bir etnik mozaik mantığı içersinde değerlendirirken hem ırkî anlamda hem de dinî inanç anlamında bu kadar farklıklar ülkesi olarak tanıtılıyor?

Bu Türkiye’ye haksızlık… Bu coğrafyada yaşayanlara haksızlık... Bu Türkiye’nin varoluş sebeplerine, kodlarına haksızlık… Bunları niye yapıyoruz? Bugün için bizi belki alkışlayabilirler. Bugün için belki bu söylediklerimize karşılık veren ve karşılığında ‘sen ne kadar büyük bir devlet adamısın, sen ne kadar büyük bir siyaset adamısın, sen ne kadar takdir edilecek siyâset aktörüsün’ diyebilirler. Fakat bugün yöneticilerimizin, yabancılar tarafından takdirle karşılanan sözleri, yarınlarda;  aleyhimize kullanılacak. Milletin altını oyacak. Milleti kendi değerlerinden uzaklaştıracak.

Ülke yöneticisi, evindeki kendi çocuğunu korur gibi milletini de koruyacak. Âyet-i kerime böyle emrediyor. Cenab-ı Allah’ın buyurduğu şekil içersinde yer alan ölçüler evde, çevrede hayata geçirilmeli. Çocuğunu kötülüklerden, çocuğunu yanlışlıklardan kurtarmaya çalışanlar, aile efradını korumaya çalışanlar, milletini de korumalı. Milleti niçin kendi dinî değerlerinden, hassasiyetlerinden, ananelerinden uzak tutmaya çalışmak doğru değildir.

Bunlar üçüncü bin yılda Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yöneticilerinin millete dikte ettirmeye çalıştığı şeyler olmamalı. Üçüncü bin yıl, Türk milletinin insanlık sahnesinde tekrar nizam-ı âlem ülküsünün hayata geçirebileceği ve dünyanın her köşesinde bu milletin evlatlarının bütün dünya milletleri tarafından saygıyla karşılanan bir devir olmalı.  Her tarafta, Türk milletinin evlatları gelmiş, Osmanlının çocukları gelmiş, Osmanlının evveliyatından Büyük Selçuklu Devleti’nin torunları gelmiş denilerek milletim saygı görmeli.

Avrupa’nın içlerine doğru giderek daha da evveliyatında İslam’la müşerref olmadan tek tanrı inancına mensup Mete Han’dan bu tarafa insanlığa örnek olmuş adaletiyle, devlet yönetimiyle, bakışıyla örnek olmuş bir milletin çocukları olarak üçüncü bin yılı bizim her şeyiyle katkı vererek, omuz vererek şekillendireceğimiz bir dönem olarak görmemiz gerekiyor.

Üçüncü bin yıl eğer böyle olacaksa ki hedeflerimiz bu, Allah’a şükür siyasetin sağındaki solundaki ortasındaki hiç fark etmiyor bütün aktörlerimiz söze geldiğimiz zaman üçüncü bin yılla ilgili bu hassasiyetleri taşırlar. En azından hatırlattığınız zaman hayır demezler ve bunun keşke mümkün olsa da gerçekleşse diyerek, gerçekleşmesi konusunda hassasiyetlerini paylaşırlar. Böylesine bir ortamda biz üçüncü bin yıla hangi değerlerimizle gireceğiz?

Üreten değerlerimizle. Üretim sadece sanayi alanında, sadece tarım alanında emeğe dayanarak veya fabrika dişlilerin çalışmasıyla değil. Bu üretim onun yanı sıra kendi değerlerimizi, kültürel değerlerimizle ortaya çıkarak, hayat anlayışımızla ortaya çıkarak insanlık camiasıyla kucaklaştırarak olmalıdır. Bu bir üretimdir. Kazanılmış değerlerden yeni değerler ortaya çıkarmaktır. Bu işi çıkartabilecek kudrete sâhip bir millet niçin çok küçük hassasiyet alanlarında karşı karşıya getirilmeye çalışılıyor? Niçin umutları törpüleniyor? Ve niçin bu milleti bu azim ve kararlılıkları mahrum bırakılmaya  çalışılıyor.

Bunu anlamak mümkün değil. Böyle bir ramazanda medyanın, siyasetçilerin hangi adreste olurlarsa olsun bu milletin içinden çıkan ve bu millete sözcülük yapmaya çalışan neticede ister medya olur, iletişim alanında insanlar olur, ister sivil toplum alanındaki vakıf ve dernek yöneticileri olur, ister siyâset alanındaki muhalefette veya iktidardaki yöneticiler olur, aktörleri olur. Bunların hepsi bunu dikkate almalı ve bu çerçevede milletin hayat standartlarını geliştirirken hayat anlayışını da zenginleştirebilecek ölçüleri dikkate alarak olanı muhafaza etmeli. Muhafaza ettiğini de zenginleştirmeye çalışarak insanlıkla buluşturmalı.

Çetinoğlu: Tâviz vererek insanlıkla buluşmak mümkün mü?

Okumuş: Değil tabii ki…

Biz insanlıkla, sadece vererek buluşmaya çalışıyoruz. İnsanlığa kendi değerlerimizi vererek değil. İnsanlığın bizden talep ettiklerini vererek buluşturmaya çalışıyoruz. Bizden talep ettiği insanlığın bizim zengin kültürel değerlerimiz değil, bize miras olarak kalmış, korumakla mükellef olduğumuz değerlerdir.

Çetinoğlu: Ayasofya hiç gündemde yok…

Okumuş: Akdamar kilisesi açıldı, Sümela manastırı açıldı…Tamam açalım. Fakat bu arada, orası da  bir ören yeridir. O da bir müzedir. Buyurun açalım Ayasofya Müzesi’ni de… İbâdethâne satasünde olup da dünyada hâlâ müze olarak kullanılan tek mekândır.

Dolayısıyla son gelişmeleri dikkate aldığımız zaman birtakım örnekler vererek Türkiye’de ramazana uygun gelişmeler yaşanıyor mu? Türkiye’de matbuat ve Türkiye’de bir şekilde kamuoyunu etkileyen unsurlar bunları dikkate alarak gereğini yerine getirebiliyor mu demiştiniz sorunuzda.

Ben onu yerine getiremediğini, getirmemekle kalmayıp tam tersi hareket ederek insanları adeta iğdiş etmeye çalıştığını da söyleyebilirim. Ve maalesef bu gerçeğimizi de üzülerek sizlerle paylaşıyorum.

Çetinoğlu: Türkiye, yönetimi Türklere bırakılamayacak kadar önemli bir ülke diyenler yabancı devlet adamları  var…

Okumuş: Türkiye’nin yeraltı zenginlikleri fazla. Yani bulunduğumuz coğrafyanın ne kadar stratejik bir coğrafya oluğunu hepimiz biliyoruz. Dünya da bunu biliyor. Üç tarafı denizlerle çevrili diye söze başlarız. Üç tarafı denizlerle çevrili bu ülkenin Cenab-ı Allah’ın özel olarak yarattığı bir coğrafya olduğuna da inanırız. Dolayısıyla bu kadar zenginliklerin içersinde milletimize ait farklı zenginlikler de var. Bunlardan bir tanesi inançlarıdır, mânevî değerlerimizdir. Bu inanç ve değerlerden kaynaklanan öyle bir zenginliklerimiz var ki, çok tabîi bir durum olarak görüldüğünden farkına varamayız. Bunlardan bir tanesi şehitlik ülküsüdür. Bu dünyada hiçbir ülkeye nasip olmayan bir zenginliktir.  Müslüman ülkelerde bile bu zenginliğin bizdeki kadar güçlü olmadığını görürüz.

Şehitlik bütün İslam coğrafyasındaki ülkelerin insanların ulaşmaya çalıştığı bir mertebe olmalı. Ama en çok bu konuda hassasiyeti Türk milleti ortaya koymuş. Sahabe asr-ı saadet döneminden sonra, sahabe döneminden sonra... Sahabenin o şehitlikteki hassasiyeti tartışılmaz bile. Ama ondan sonraki en büyük hassasiyeti Türk milleti ortaya koydu. Bugün bile hâlâ Allah’a şükürler olsun vatanın bölünmez bütünlüğüyle ilgili, İslam dünyasındaki hassasiyetlerle ilgili yani sadece Türkiye’de coğrafyasındaki bölücülükle ilgili değil, Saray Bosna’daki, Mostar’daki, Kosova’daki, Üsküp’teki, Batı Trakya’daki, Deliorman’daki, Bulgaristan’daki, Kırım’daki, Çeçenistan’daki, Karabağ’daki hatta İran’daki, Kırgızistan’daki, Afganistan’daki, Doğu Türkistan’daki, Irak’taki Suriye’nin Bayır Bucağı’ndaki dünya coğrafyasını neresinde olursa olsun Türk kardeşlerimizin, Müslüman kardeşlerimizin yaşadığı coğrafyalarda şehitlik ülküsü çok ayrı bir şeydir. Ayrı bir zenginliktir. Bu zenginliği inançlarımızdan alıyoruz. İnançlarımız bize Allah yolunda, vatan için ölmeyi emrediyor. Allah yolunda bir din kardeşimizin sıkıntısını ortak olabilmeyi emrediyor. Bu yolda ölenleri şehitlik mertebesine ulaştırıyor ve Cenab-ı Allah’ın bize verdiği Müslümanlar olarak verdiği bu müjdeyi, bu zenginliği yaşayıp, yaşatmayı nesilden nesile sürdürüyoruz ve görev addediyoruz. Böyle zenginliklerimiz var. Bu kadar zenginliklerimizde millet olma şuurumuz da pekişiyor. Dayanışma ve kaynaşma şuurumuz da pekişiyor. Ve nesilden nesile aktarılıp gidiyor. Bu sebeple, tarih boyunca Türk yurtlarının yönetimi hep Türklere ait oldu. Tarih durdukça da Türklere ait olacaktır.

Bu kesin hükmün ilelebet yürürlükte kalmasının bir şartı vardır: Değerlerimize sâhip çıkmak. Değerlerimiz eğer yok edilirse, değerlerimiz ortadan kaldırılırsa fakir-fukara oluruz. Fakir-fukaralık ele-yabancıya avuç açmaktır. Fakir-fukaralık yok olup gitmedir. Fakir-fukaralık bir süre sonra neslinin, soyunun tükenmesi demektir. Maddî anlamda fakir-fukaralıkla manevî anlamda fakir-fukaralık arasında bir fark yoktur. Birinde karnın doymaz. Dolayısıyla zayıflıktan ölürsün. Öbüründe kalbin, gönlün doymaz zayıf düşersin kimseyi tanımazsın. Gene yok olup gidersin.

Böylesine bir ortamda zenginliğimizi çoğaltacak ve zenginliğimizi arttıracak gayretlerin içersinde olabilmeliyiz. Bunu yapabilirsek, korkacak bir durumla karşılaşmayız.

Gazeteci-yazar, 21. dönem İstanbul milletvekili Nazif Okumuş ile sohbetin 3. ve son bölümünde;

Türkiye’nin etnik yapısını anlatıyor.

 

YAZISI)

(KÖŞE YAZILARI YAZDIĞI GAZETEDEN, ÜSTLENDİĞİ SİYÂSÎ GÖREV SEBEBİYLE AYRILIRKEN YAZDIĞI VEDÂ
 

 

Oğuz Çetinoğlu: Sümela Manastırı meselesi üzüncü bir olay. Bu ve benzeri müsamâhaların gösterilmesi, tâvizlerin verilmesi, batılılara; ‘Türkiye demokratikleşiyor’ dedirtmek için mi?

Nazif Okumuş: Sorunuza, Ermeni Patriği Mutafyan’ın sözleriyle cevap vereyim:

Şimdi hasta olan ve kendisine Cenab-ı Allah’tan şifa dilediğim Mutafyan; 2 yıl önce kendisine sorulan;  ‘Türkiye’de azınlıklarla ilgili olarak yapılan değişikliklerden memnun musunuz’ şeklindeki soruya şu cevabı veriyor:

Evet, yeni ve önemli haklar elde edeceğimizden çok memnunuz. Bize ait olduğunu düşündüğümüz birtakım mekânlara, vaktiyle  el konulmuştu. En azından bunları vakıflarımız kanalıyla tekrar elde edeceğiz ve sahipleneceğiz. Ama bir şey var. Her şey istenildiği gibi olmuyor. Biz yıllarca üzerimdeki dîni kıyafetlerimizle, kendimize özgü papaz kıyafetlerimizle sokağa çıktığımız zaman sokaktaki insanların çoğu bize tebessüm eder, hatta birçok anne-baba yanlarındaki çocuklara bizi göstererek gülümserlerdi. Biz de olara gülümseyerek karşılık verirdik. Ama demokratikleşmek her şey demek değil. Şimdi sokağa çıktığımız zaman insanların büyük bir kısmının bize öfkeyle baktığını görüyorum ve bundan çok tedirgin oluyorum. Demokratikleşme bizi bir araya getirmedi. Demokratikleşme bizi kucaklaştırmadı. Demokratikleşme birbirimizi daha çok anlamamızı sağlamadı. Dolayısıyla demokratikleşme olmadan bu anayasal ve yasal haklara sahip olmadan önceki dönemde bir tehlikenin nereden geleceğini şimdiki gibi düşünmüyordum.’

Bunu Mutafyan söyledi. Söylediğinde çok büyük bir gerçek var.

Batının dayattığı demokratikleşme operasyonları ile azınlıklara bâzı haklar verildi. Verilen haklar, yeni talepleri gündeme getirdi. Gündeme gelen bu talepler ve verilen haklar sebebiyle birbirimizden uzaklaştık. Birbirimize ‘İyi ki varsın kardeşim!’ demek imkânını kaybettik.

Ben Adapazarılı bir ailenin çocuğuyum. Adapazarı’na babam 93 Harbi’nde Kafkaslardan gelmiş.  Anne tarafım da, aynı 93 Harbi’nden sonra sınırlar yeniden çizilip Osmanlı toprak kaybına uğrayınca Balkanlardan gelmiş. Onlar da İzmit’e yerleşmiş. Başka insanlar da Osmanlı coğrafyasında kaybedilen topraklardan; Kırım’dan, Trablusgarp’tan, Irak’tan, Suriye’den Yemen’den; ‘Bizim vatanımız Osmanlı toprağıdır. Biz ancak Türk bayrağı altında yaşayabiliriz’ diyerek Anadolu’ya gelmiş.

Adapazarı hem Osmanlı’nın hem de cumhuriyetin iskân politikasının, iskân siyasetinin uygulandığı bölgelerden bir tanesiydi. Ve en önemlisi bana göre şimdi 21. yüzyıldayız, 2010’dayız, üçüncü bin yıldayız. Türkiye’de etnikçilik yapan zihniyet bunu görebilmeli.

Türkiye eğer,  iddia edildiği gibi etnik mozaikse bu mozaiğin en mükemmel örneği Adapazarı’dır. Sakarya vilayetidir. Türkiye’de onların ifadesine göre bu mozaiği oluşturan parçaların eşit miktarda ve hepsinin bir arada yaşadığı tek vilayet Sakarya’dır. Kayseri’ye gidersiniz. Kayseri’de Uzun Yayla civarında Çerkezleri görebilirsiniz, Kafkas orjinli insanları. Ama başkasını göremezsiniz. Mersin’e gidersiniz 300 bin Güney Doğu’dan göç etmiş ana dilim Kürtçe diyen insanları görebilirsiniz. Ama gerisi Yörük’tür. Bursa’ya gidersiniz İnegöl ve civarında Kafkaslardan gelen Çerkezce, Gürcüce, Lazca konuşabilen insanları görürüsünüz. Ama sonrası tamamen bir Balkan Türkleridir. Bir tek Adapazarı’nda 20.000 civarında Çerkezce, 20.000 civarında Abazaca, 20.000 civarında Gürcüce, 20.000 civarında Lazca, 20.000 civarında Boşnakça, 20.000 civarında Arnavutça…konuşan insan görebilirsiniz. Hepsi bir arada ve birbirine üstünlük iddia etmeden yaşarlar. Niçin Adapazarı’nda bölücülük yok? Asla bölücülük yok. Her aile birbirine kaynaşmış. Benim ailemde rahmetli annem Balkan. Benim eşim Güneyli. Ailemin içinde Gürcü eniştem var. Ailemin içinde Çerkez yengem var. Ailemin içinde Abaza eniştem var. Ailemin içinde Arnavut gelinimiz var. Hemhâl olmuş ama hiç kimsenin aklına kendisini tarif ederken ‘Ben Arnavutum, ben Lazım, Çerkezim’ demek gelmiyor. Herkes Adapazarı’nda benim ailemdekiler gibi kendilerini Türk ve Müslüman olarak târif ediyor. Bu mensubiyet şuurunun ötesinde bir şey. Sadece mensubiyet şuuru ile kendini târif ederken böyle demiyor. İçine kadar işlemiş, damarlarına kadar işlemiş. Hiçbir şey söylemesine gerek yok. Böylesine bir milleti nasıl parçalayacağız? Nasıl etnik anlamda târif edeceğiz?

Günümüz Türkiye’sinde en büyük hassasiyetimiz bu olmalı. Etnik tuzağa düşmemek…

Çetinoğlu: Bizi kendi kendimize bıraksalar, etnik tuzağa düşmeyiz…  

Okumuş: Hüzünle, acıyla görüyorum ‘Irkçılık yapmayın’ Ayet-i Kerime’sini bilen, ‘Türk milliyetçisi’ olarak tanınan insanlara,  o Âyet-i Kerime’yi hatırlatan insanlar, şimdi ırkçılık yapıyorlar. Ve milleti tarif ederken, ‘milletimiz’ demesi gereken insanlar, Türk milletini 36 etnik kökenle birtakım dinî farklılıklarıyla târif etmeye çalışıyor. Asıl ırkçılığı şimdi onlar yapıyorlar. Kur’an’ı Kerim’de Cenab-ı Allah’ın reddettiği o pis ırkçılığı inşallah bilmeden yapıyorlardır. Bilerek yaparlarsa çok daha üzülürüm. Onların nasıl imanını kaybedeceklerini not edecek insan değilim. Onu tartacak baskülü bulunan bir insan değilim ama ne olursa olsun o insanlardan korkarım. Bundan uzaklaşmalarını tavsiye ederim.

Çetinoğlu: Sohbetimizin baş tarafında, basının milletimizle ilişkisini anlattınız. Meseleye bir de milletimiz açısından bakar mısınız? Milletimiz basın hakkında ne düşünüyor?

Okumuş: Milletimiz basını güvenilmez buluyor. 35 senelik basın mensubuyum. 1973’de fikir işçisi olarak, yani muhabir olarak başladığım medyada Allah hep bana yöneticilik nasip etti. Ve Türkiye’de bu toplumun değerleriyle, inançlarıyla kavga eden medyada da maalesef diyeceğim, ilk yetkili olarak hemen hemen birçoğunda çalışan ben oldum. Yâni birçok gazetede yazı işleri müdürlüğü, haber müdürlüğü, genel yayın müdürlükleri yaptım. Ve gittiğim her gazetede mümkün olduğu kadar da bu milleti bilen arkadaşları istihdam etmeye, onları kadrolaştırmaya çalıştım. Dolayısıyla bunu çok net görüyorum. Çok iyi biliyorum. Medyada öyle bir hava var ki, medya çalışanlarının o medyada topluma tabii ki fikir emekçisi diyebileceğimiz, neticede düşüncesini topluma yansıtan, nakleden insanları kastederek söylüyorum. Sözüm onlara.  Orada bir de beden işçileri var farklı alanda. Onlara hiçbir sözüm yok. Medyada kalemşör olan yani aydın sınıfının içersine girerek milletin ülkenin meselelerini yorumlayan veya kendi düşüncelerini millete aktarmaya çalışan insanların ağırlıklı bir bölümünün bu milletin değerlerinden habersiz olduğunu çok kesin bir şekilde söylüyorum. Gördüm.

Çetinoğlu: Neler gördünüz?

Okumuş: Dalga geçerlerdi… Cinler var mı? Cinler yok. Periler var mı? Periler yok. Gülerlerdi… Cinlerin perilerin olmadığını iddia eden bir zihniyet, ramazanda da Müslümanlaşmaya başlardı. Toplumun buna tepkisinin ne olduğunu da biz çok açık bir şekilde görürdük. Toplum inanılır ağızları keşfediyor. Milletimiz âlim değil ama  âriftir. Âriflerde anlama yeteneği, kabiliyeti insanları keşfetme yeteneği kimden nasıl bir malzeme çıkar bunu tespit etme yeteneği çok yüksektir. Onun için milletimiz bu tip medyayı ayırt etmesini bilirdi.

Çetinoğlu: Günümüzde durum nasıl?

Okumuş: Günümüzde de ayırt edebilir. Fakat şimdi farklı bir şey ortaya çıktı. Kendi hedeflerine varmak için çok tehlikeli bir ortam oluşturuldu. Türk medyası çok tehlikeli bir ortamda. Kendi dünyevî, küçük hedeflerine varabilmek için her şeyi âlet edebilir, her şeyi istismar edebiliyor şu anda. Dün bu milletin değerlerine materyalist olan, milletin materyalist Allahsız bildiği, milletin değerlerine sahip olmadığını bildiği, milletin geçmişine küfretmesinden ötürü tanıdığı insanlar vardı. Medya aktörleri vardı. Millet onları hiç dikkate almazdı ve dolayısıyla tanıdığı için, onlar kendilerini böyle gösterdiği için millet onların söylediklerini dikte ettirdiklerinin etkisinde fazlaca kalmazdı.

Çetinoğlu: Şimdi?

Okumuş: Dilinden ‘Allah’ adı düşmeyen, ‘İslam kardeşliği’ kavramı düşmeyen insanlar çok farklı şeyler söylüyor. O insanlar şimdi ‘sosyal uzlaşma’ diyerek, ‘demokratikleşme’ diyerek inanılmaz çevrelerle kol kola girebiliyorlar. O insanlar çok küçük siyâsetler uğruna çok büyük yıkımları, felaketleri hazırlayabiliyorlar. O insanlar milletin kahramanlarını bile değiştirmeye çalışıyorlar. Çok eski kahramanlara gitmeyelim. Yani bu milletin, Anadolu insanının gönlünde 20. yüzyılın 2. yarısının en büyük kahramanı belirlemek için bir anket yapılsa, inanıyorum ki, Rauf Denktaş ismi öne çıkar. Kısa günün kârı peşinde siyaset yapanlar Rauf Denktaş’a ve O’nun gibilerine saldırıyorlar.

Denilebilir ki düşmana şöyle sesleniyorlar: ‘Ey düşmanım sen benim irademde hızımsın gündüz geceye nasıl muhtaç ise ben de sana muhtacım.’ Çünkü batı, Rauf Denktaş’ı sevmiyor ya… Bunlar da sevmiyorlar. Hatta bir adın öne gidip, düşmanlıklarını ilân ediyorlar. O’nunla kavgaya hazırlar. Kavga için en az iki kişiye ihtiyaç olduğundan kavga çıkmıyor. Milletin bu durumda bir travma yaşaması da çok tabiidir.

Bu hareketler millete haksızlık değil mi?

Çetinoğlu: ‘Batıya yaranmak’ dediniz… Batıya yaranmak için Anadolu’nun değişik yerlerinde kiliseler açılıyor…

Okumuş: Gayrimüslimler şu veya bu sebeple Alanya’ya, Didim’e  yerleşmişler. Orada yaşıyorlar.. E tabi onların ibâdetlerini yapacakları, neye inanıyorlarsa… kiliseye, sinagoga, havraya ihtiyaçları var. Yapsınlar tabi. Tabii yapacaklar. Bizim insanımız da, bir Müslüman da, dünyada farklı bölgelere gidebilir, oralarda ibâdet edebileceği bir mescit, câmiye ihtiyacı olacaktır.  Yapması gerekir tabii. Kütahya’da, Şanlıurfa’da başka dinlere mensup insanlar mı var da biz dinler bahçesi adı altında caminin, kilisenin, havranın bir arada olduğu mekânları açıyoruz. İhtiyaç varsa, açılacak elbette. Fakat ihtiyaç olduğunu düşünemiyorum.

Gazetede okudum. Sivas’ın Hafik ilçesinden bir haber:  Hafik Belediye Başkanı; ‘İlçemizde hâlen samanlık olarak kullanılan bir eski Ermeni kilisesi tespit ettik. Onu şimdi gün yüzen çıkartıp, Kültür Bakanlığımızla da görüştük, ortaklaşa restore edip ibâdet ve turizme açacağız.’ Diyor. Aradım. O zannetti ki tebrik edecek. Beni de tanıyor. ‘Başkan sana mı düştü?’ dedim. ‘Sivas’ta yaşayan Ermeniler… ve de Turistler…Hafik’te bir Ermeni kilisesi açılsa da ibâdet etsek diye bekleşiyorlar mıydı? Kaç kişidir bunlar? Veya ‘Hafik’te  kilise açın da, görmeye gidelim, hem de alış-veriş yaparız, Hafiklileri zengin ederiz…’ Diyerek talepte bulunan mı oldu?    

Çetinoğlu: Malatya’da cami yaptırma derneğinin alışılmadık bir teşebbüsü var…

Okumuş: Malatya’da bir mahallenin Cami yaptırma derneği, Hırant Dink’in çocukluğunun geçtiği mahalledeki kiliseyi restore edip ibâdete açacaklarmış. Gerekiyorsa bunu devlet yapmalı.  Eğer kiliseye gelip ibâdet edecek Ermeni varsa… Ben o projenin, cami yaptırma derneği üyelerinin kafasında oluşmuş olabileceğine ihtimal veremiyorum.  

Çetinoğlu: Teşekkür ederim.