Oğuz ÇETİNOĞLU

Ekonomist, Araştırmacı-Yazar

ocetinoglu1@gmail.com

‘Şekilsiz ibâdet olmaz. Fakat yalnızca şekle riayetle ibâdet edilmiş olmaz.’

 

‘Ramazan Kur’an Ayıdır. Rahmet ve Mağfiret Ayıdır. Yapılan Her İbâdete Karşılığının Fazlasıyla Verildiği, Mükâfat Kazanma Ayıdır. İbâdetlerin Çokça Yapıldığı Bir Aydır.’

Prof. Dr. Mehmet  ERDOĞAN ‘Şekilsiz ibâdet olmaz. Fakat yalnızca şekle riayetle ibâdet edilmiş olmaz.’ Diyor.

 

GİRİŞ

İslam âleminin mukaddes saydığı mübârek üç aylara; Recep ayı ile başlamıştık. Şaban ayını ve mânevî değeri yüksek olan mübârek kandil gecelerini idrak ederek, Kur’an-ı Kerim’de adı geçen ve değerine vurgu yapılan yegâne ay olan Ramazan ayına erişmiş bulunuyoruz.

Değerli okuyucularımın Ramazanını tebrik eder, sevdikleri ve sevenleriyle birlikte Ramazan Bayramına… nice ramazanlara ve nice bayramlara sağlık ve mutluluklarla ulaşmasını niyaz ederim.

Ramazan ayının diğer aylara göre hayatımızda ayrı bir yeri vardır. İnsanlara doğru yolu gösteren Kur’an-ı Kerim, bu ayda inmeye başladı. Oruç, bu ayda farz kılındı. Bin aydan daha hayırlı Kadir Gecesi bu aydadır. Varlık sâhiplerinde mânevî bir ferahlığa, fakirlerde sevinçlere vesile olan fitre ve zekât, bu aylarda verilmektedir. Ramazan ayında tevbe ve dualarımızla günahlarımızdan arınırız.

Hadis-i Şerif’e göre; Ramazan ayında cennet kapıları ardına kadar açılır, cehennem kapıları kapanır. Şeytanlar kötülüklerden men edilir. Ramazan; evveli rahmet, ortası mağfiret (bağışlanma-affedilme), sonu ise cehennemden kurtuluş fırsatıdır. 

Bütün bu nimetlerin Ramazan ayında bol olarak ihsan edilmesi  sebebiyle Müslümanlar bu ayda, diğer aylara göre daha fazla ibâdet ederler. İslamiyet’i ve Müslüman olarak görevlerini öğrenmek için daha fazla gayret içerisinde olurlar.

Değerli okuyucularımızın gayretlerine, ‘çorbada tuz’ ölçüsünde olsa bile, hiç değilse hatırlanmasına  katkıda bulunmak maksadıyla, Prof. Dr. MEHMET ERDOĞAN Hocamızla, İslamiyet ile ilgili temel meseleleri konuştuk.

Hayırlara vesile olur inşallah…

OĞUZ ÇETİNOĞLU 

Oğuz Çetinoğlu: İslam’da ‘İbâdet’ kelimesinin anlamını açıklamakla başlayabilir miyiz hocam?  

Prof. Dr. Mehmet Erdoğan:İbâdet’ kelimesi ile ‘kul’ anlamına gelen ‘abit’ kelimesi ve  ‘kulluk’ anlamına gelen ‘ubudiyet’ kelimesi aynı köktendir.

İbâdet’ kelimesi, insanın Allah (cc)’a karşı olan durumunu en iyi şekilde ifâde eden kelimelerimizden biridir. Bir tarafta yaratıcı olarak Allah, öbür tarafta da O’nun kulu olarak insan. Dolayısıyla ‘ibâdet’, yaratıcı olan Allah ile O’nun yarattığı varlık olan insan arasındaki ilişkilerin geniş anlamıyla ifâdesidir.

Efendi ve kölesi arasında da ilişki vardır.

Nasıl bir ilişki?

Kölenin, efendisine saygı göstermesi gerekir. Önce ismini saygıyla anacak. Onun yanında laubali değil, kendine çekidüzen vererek durması beklenir. Hareketleri de saygılı olmalı.

Daha düzgün, daha saygılı ve daha derin anlamlı benzer tavırlar,  kul ve Allah arasında  olmalı, Biz, ‘Allah’ dediğimiz zaman hemen arkasından ‘Celle Celalühu(1) diyoruz. Yâni O’na saygımızı ifâde etmiş oluyoruz. O’nun adını, sıradan bir insanın adını söyler gibi söylemiyoruz. O’nun ismini söylerken bir mehâbet, onun heybetini kendi özümüzde duymak gibi bir tavır içersinde oluyoruz.

Kölenin efendisine karşı ikinci planda bizzat zatına yönelik hizmetleri söz konusu olur. Diyelim ki sabah kalkınca ne tür hizmet gerekiyorsa onu önceden hazırlamak lazım. Suyunu, yemeğini, gerekiyorsa çantasını, duruma göre atını, otomobilini… her türlü ihtiyacını hazırlar. Paltosunu tutar, şapkasını, bastonunu hazır bulundurur.

Dinî alanda da emredilen hareketler vardır. Bu hareketlerin hepsine birden ‘ibâdet’ denilir.

İbâdetlerimiz bir anlamda özellikle namaz ibâdeti tamamen, ‘kul’ olan insanın,  ‘efendi’ konumunda olan  Allah’a yönelik saygı davranışlarının bir terkibi hâlinde karşımıza çıkıyor.

Köle, efendisinin karşısında ayakta durur. Daha ileri giderek önünde eğilir. Hatta, bir istekte bulunacağı zaman ayaklarına kapanır.

Anlam itibâriyle çok farklı olmakla birlikte, benzer hareketleri namazda da görmek mümkündür. Kişi,  Allah’ın huzuruna, ayakta bulunarak çıkar. Namaz içerisinde buna ‘kıyam’ diyoruz.  Sonra saygıyı artırır, eğilir. Buna ‘rükû’ diyoruz. Daha sonra yere kapanma şekli gelir. Bu da ‘secde’dir.  

Üçüncü olarak  köle, efendisinin emirlerini yerine getirir. Efendinin bağı-bahçesi varsa,  bakımını yapar. Malını, mülkünü korur.

Kul da benzer şekilde Rabb’inin emirlerini yerine getirir. Burada yelpâze daha geniştir, daha derin anlamlıdır. Kul, Rab adına dünyadadır. Rab adına ne yapması gerekiyorsa, Rab tarafından ne emredilmişse onları yapmakla yükümlüdür. Rab adına bizim bu davranışımızın, duruşumuzun dinî literatürdeki karşılığı hâlifelik yoludur. Yâni ‘Allah, insanı yeryüzüne halife olarak gönderdi.’

Deniliyor ya… Halifelik neyi gerektiriyorsa onları yapmakla kendimizi hem yükümlü hem de yetkili görüyoruz.

Bismillahirrahmanirrahim’ bu alanın anahtar cümlesi, şifresidir. Bismillahirrahmanirrahim demek, ‘Rahman ve rahim olan Allah adına ve Allah adıyla…’ demektir. Yâni sen burada kul olarak halifesin. Allah namına ne lazımsa onu yapmakla yükümlüsün. Mesela dünya için ne lazım diyelim? Dünyanın imar edilmesi lazım. Yâni dünyanın bayındır hâle getirilmesi lazım. Buranın, numunesini kısa bir süre de olsa biz insanoğluna gösterdiği cennetin burada gerçekleştirilebilmesi lâzım. Yâni şu geçici olarak yerleştiğimiz dünyayı biz âbâd edeceğiz, bayındır hâle getireceğiz ve burayı yaşanılabilir, huzurla iş yapılabilir, yaşanabilir hâle getireceğiz.  Bizim vazifemiz bu. Halifelik; hem bir yetkidir hem de bir vazifedir.

Biz bu yetkiyi kullanarak, ‘Bismillah’ diyerek… yeri geldiği zaman bir canlıya bile kıyabiliyoruz. Bir hayvanı kesiyoruz. Bir ağacı kesiyoruz. Fakat bunu Allah namına bir amacı gerçekleştirme uğruna yaptığımız için bu bir anlamda bizim haddi aşmamız anlamına gelmiyor. Fakat biz bu şuurdan gafil olarak, görev ve yetkimizden habersiz olarak hareket edersek, yâni bir nâib (2) gibi bir halife gibi değil de sâhip gibi, keyfine göre hareket eden, istediği gibi davranan, bir sorumluluk hissi duymadan hareket eden biri gibi davranırsak… yanlış yapmış oluruz. Efendimizin, Rabb’imizin emirlerinden dışarı çıkmış, yetkimizi kötüye kullanmış oluruz.  İnsanlık özellikle endüstrileşme hamlesinden sonra maalesef böyle bir davranış içersine girdi. Bugün karşılaştığımız, çevre felaketi dediğimiz birçok olayların temelinde bu davranış biçimi yatıyor. Yâni sorumluluk hissetmeden olabildiğince keyfi davranışlarımız, tasarruflarımız, bayındır etmemiz gereken yerküremizi âdetâ cehenneme çevirmeye başladık.

Bu açıklamadan da anlaşılacağı gibi, kulun Rabbe karşı sorumluluk alanı en geniş biçimiyle bu alanda kendini gösteriyor. Biz buna geniş anlamda Türkçe’de ‘kulluk’ diyoruz. ‘Kul’ veya ‘tapınmak’ tâbir ediyoruz.

İbâdet çok dar anlamda kalıyor. Bizim burada halife olarak Allah namına kendimizi yetkili ve sorumlu görüp bunun gereğini ortaya koymamız bunun belli bir alanda sınırlanması da söz konusu değil. Son derece geniş, hem yetkili hem de sorumlu olarak burada bize biçilen bu rolü en iyi biçimde yapmak, yapmaya çalışmak… İbâdet budur.

Kur’an’ı Kerim, insanın yaradılış amacının bu olduğunu söylüyor. Meâlen buyruluyor ki; ‘Cinleri de ve insanları da ancak bana ubudiyette (3 ) bulunsunlar diye yarattım.’ Oradaki ‘yabudun’ kelimesini dar anlamda ‘ibâdet’ diye anlarsak, yanlış olur, eksik olur. ‘Bana kulluk etsinler, bana tapınsınlar, benim nâmıma hareket etsinler, yetki ve sorumluluklarının bilincinde bu vazifeyi en iyi bir biçimde yerine getirsinler diye yarattım’ şeklinde anlarsak o zaman yaratılış amacımızı daha iyi kavramış oluruz.  İnsanlığımıza yaraşır bir şekilde de davranmış oluruz. Tabii bu dar anlamda köle ve efendi arasındaki ilişkileri izah ederken O’nun adına dahi saygı göstermek sonra zâti hizmetlerini görmek şeklindeki ibâdetlere karşılık gelen dar anlamdaki kulluğu yok farz etmemizi gerektirmiyor. Bu onun içinde mündemiç (4) kabul ediliyor.

Çetinoğlu: İslam’da ibâdetin şartları var. Genel şartlar ve şekille ilgili şartlar… Bu şartlar da önemli. Çünkü bu şartlar yerine getirilmeden ibâdet yapılmış olmuyor. Bu şartlar hakkında neler söyleyeceksiniz?

Erdoğan: İbâdetlerin âdetlerden ayrılması gerekiyor. Âdet, her gün, kalktığımız zaman, dünkü yaptığımıza benzer şeyleri yeniden yapmaktır. Mesela sabah kalkarız elimizi yüzümüzü yıkarız, kahvaltı yaparız sora işimize gideriz. Bunlar günlük rutin davranışlarımız. Bunlar insan olarak devamlı olarak yaptığımız hareketlerdir. Bu hareketleri kendimiz için yapıyoruz.

Rabbimiz için yaptığımız hareketlerin, ‘âdet’ olarak adlandırılan hareketlerden ayrılması gerekiyor. Bunun ayrılabilmesi için de evvela ibâdetlerde şekil şartı aranıyor. Zaten ben hareket ederken eğiliyorum kalkıyorum, yürüyorum, hareket ediyorum. Yattığım zaman bir sükûn hâli var. Bunlar var, bunların ibâdet olabilmesi için onların daha bir özel şartları olması gerekiyor ki bu şekil şartı bütün ibâdetlerimizde bulunuyor.

Şekil şartı.

Diyelim ki namaz. Namazın aslı niyazdır. Kişinin Allah’la bir anlamda hemhal olması, onunla hasbıhal etmesi, niyazda-istekte bulunması... Nihai anlamda namaz bu demektir.

Bunun sayısız şekilleri var. Bu niyazın, Allah’la hasbıhali, hemhal olmanın birçok şekli olabilir. Bunun ibâdet şekliyle Allah’a arz edilebilmesi için âdetlerden ayrı olarak bunun bir şeklinin olması gerekiyor.

Çetinoğlu: Bu şekil olmasa ne olur?

Erdoğan: Suyu muhafaza etmemiz gerekiyorsa illa ki bir kabı olacak. Aksi takdirde onu tutamıyoruz. Bu anlamda ruhun bedenle kaim olması gibi. İbâdetlerde de mutlaka bir şekil şartı aranıyor. O şekil şartından sıyırdığınız zaman artık o ibâdetin nasıl bir hal alacağını önceden kestirmesi mümkün değil.

Nitekim bazı Bâtınî (5) fırkalar çok güzel söylemlerle yâni fevkalade insanı cezbedici söylemlerle bunlara yorumlar getiriyorlar. Ve sonra öyle bir yere varıyor ki artık sözünü ettiği o öz buharlaşıp gidiyor. İş şirazesinden çıkıyor. Öz esastır, testinin içindeki su esastır ama onu koruyabilmek için mutlaka testiye ihtiyacımız vardır. İbâdette şekil, bu anlamda yüce yaratıcıya karşı olan saygımızı, muhabbetimizi, samimiyetimizi sunabilmenin özel formlarıdır.

Çetinoğlu: Şekiller nasıl belirlendi?

Erdoğan: Bu şekiller, bizzat Peygamberimiz Hazret-i Muhammed (sav) (6) Efendimizin örnekliği üzerinden bize öğretilmiştir. Ve biz o şekiller üzerinden ibâdetlerimizi yapmaya çalışıyoruz. Burada dikkate alınması gereken bir husus var: Şekil şartı yerine getirildiğinde  ibâdet edilmiş sayılmıyor. Yâni testimiz sağlam ve çok güzel. Fakat içinde su yok. Testiden umulan faydanın sağlanabilmesi için mutlaka içine su doldurulması lazım.

Bu anlamda, Kur’an’da olsun hadislerde olsun genelde İslam’da namazın son derece önemli olduğunu görüyoruz. ‘Namaz  dinin direği’ olarak ifâde ediliyor. Son derece önemli. Belli ki hep şekiller var. Öncesinde var, içinde var. Ama maksat bu şeklin içini doldurmak. Tabii bu ha deyince olmayan bir şey. Bunun için de insanların uğraşması gerekiyor. Birçok zorluklar; alıştırmalarla, hareketlerin tekrarlanması ile zaman içerinde kolayca elde edilebiliyor. İşte o kıyamda yâni ayakta dururken, niye ayakta durduğunu, kimin huzurunda olduğunu, bilerek durması gerekiyor.

Okuduğu, terennüm ettiği âyetler var, dualar var… Bunların ne anlama geldiğini, kime söylendiğini, bilmesi, bilincinde olması gerekiyor. Bu da zamanla elde edilen bir şey.

Çetinoğlu: Bazı kişiler; ‘Ben namaza duruyorum aklıma olmadık kötü şeyler geliyor artık  kılmayacağım…’ gibi saçma sapan şeyler söylüyorlar…   

Erdoğan: O zaman, namazın  içi boş kalıyor. İçini doldurmaya çalışacağız. Bu, zamanla olacak. Fakat içini doldurmadan önce kabı bulacağız. Kabını bulmadan içini doldurma çabası bir anlam ifâde etmiyor. O anlamda bütün ibâdetlerimizde şekil şartı var.

Çetinoğlu: Abdest hakkında neler söylenebilir?

Erdoğan: Abdest… doğrudan ibâdet kabul edilmiyor. ‘İbâdete hazırlayan ön şartlardan biri’ olarak ifâde ediliyor. Şekilsiz bir ibâdet  yoktur. Az önce sözünü ettiğimiz hayatımızın her alanında ortaya koyduğumuz kul olarak insanların hareketleri şuura dayalı olmalı. Yâni benim bir insan olarak bana biçilen rolü en iyi şekilde oynamam, verilen görevi en iyi şekilde yerine getirmem gerektiğini bilmeliyim.

Allah namına atılan, adımların sorumluluğunu ve yetkisini taşıma bilinci bütün davranışlarımızı ibâdete dönüştürür. 

Diyelim ki, iş yapıyoruz. Niye iş yapıyoruz? İşte çoluk çocuğumuzun nafakasını kazanmak için. Bu gündelik bir iş... Bu dünya için ve kendimiz için yaptığımız bir iş. Allah için yaptığımız işleri, bilinçli ve inançlı ve de samimiyetle yaptığımız zaman, o hareketler ibâdet oluyor.

Çetinoğlu: İbâdet’in geçerli olması için  şartlar var…

Erdoğan: Her ibâdetin de kendine göre mutlaka olmazsa olmaz  şartları var. Mesela namazı söz konusu ettiğimiz zaman… namaza daha henüz başlamadan, yerine getirilmesi gereken bazı şartlar var. Bu şartları yerine getirmediğimiz zaman namaz ibâdetinin henüz içine girmiş olmuyoruz. Ve içinde de bu defa o ibâdeti îfa ederken de mutlaka adına ‘rükûn(7) dediğimiz o ibâdetin unsurlarını oluşturan ögeleri durumunda olan şartları var, kısımları var. Bunları yerine getirmediğimiz zaman o hareketler, ibâdet olmuyor.

Abdestsiz namaz kılmak gibi. Temizlik şartı var mesela. Bu son derece önemli. Elbisemiz temiz olacak, bedenimiz temiz olacak ve namaz kılacağımız yer de temiz olacak. Yâni çevre de temiz olacak.

Çetinoğlu: Yerin tamamı değil herhalde?

Erdoğan: Secde edeceğimiz kısmın temiz olması yeterli… Buna rağmen meseleyi o dar anlamda tutmamak lâzım. Temizlik konusunu geniş anlamda ele aldığımız zaman Peygamberimizin bir sözünü hatırlıyoruz: Resulullah diyor ki; ‘Yeryüzü bana mescit kılındı.’ Çevremiz, insanoğlunun yaşadığı her yer temiz olacak. Bu İslam’da çevrecilik zihniyetidir. Teyemmüm (8)  abdesti almak için toprağın temiz olması gerekiyor.

Peygamberimiz bize öyle bir ufuk gösteriyor ki yeryüzünün tamamı, rahatlıkla namaz kılacağımız, içimiz rahat olarak teyemmüm abdesti alabileceğimiz derecede temiz olacak. Cenab-ı Allah, kâinatı temiz yarattı. Çevreyi kirletmeyeceğiz, kirletmiş isek temizleyeceğiz. Böyle olursa, bugünkü o çevre felaketlerinin çoğu olmaz.  

Caminin temiz olması lazım, mescidin temiz olması lazım. Dağ başında namaz kılmak gerektiğinde, namaz kılacak kadar bir yerin temiz olması lâzım. Dar anlamdaki temizlik, ibâdet için yeterli. Geniş anlamdaki çevrenin temizliği, insanlık açısından önemli. İslâmiyet meseleyi geniş tutuyor.   

İbâdetler bizi mecburî olarak belli bir takım şartları oluşturmaya zorluyor. İşte elbise temizliği, çevre temizliği gibi bir davranış ortaya koymayı dinine, disipline uymayı gerektiriyor.

Çetinoğlu: İbâdetlerde niyet de gerekli…

Erdoğan: Hareketlerin ibâdet olabilmesi için başta niyet gerekiyor. Ve her şeyden evvel Allah için olması gerekiyor. Tabii bunun dışında her ibâdetin kendine özgü daha başka şartları bulunuyor.

LÜGATÇE:

(1) Celle Celalühu: Allah’ın adı anıldığında kullanılan bir saygı ifâdesidir. ‘Azâmeti yüce ve ulu oldu’ demektir. Kısaca (cc) şeklinde gösterilmektedir.

(2)  naip: Bir kimsenin yerine bakan kimse. 

(3) ubudiyet: Kulluk, bağlılık, itaat anlamındadır. Allah’a bağlılık için kullanılır. İnsan Allah7a karşı yapmış olduğu kulluk göreviyle sâdece O’nun emirlerini yerine getirmiş olmaz, aynı zamanda her türlü söz ve davranışlarında gösterdiği saygı ve sevgi ile de O’nun hoşnutluğunu kazanmış olur. Ubudiyet, ibâdetten üstündür.   

(4) mündemiç: Bir şeyin içinde var olan, içinde saklı bulunan.

(5) Bâtınî: Dinî hükümlerin görünür mânâlarını kabul etmeyen, gerçek mânâyı ancak Allah ile ilişki kurabilen mâsum imamın bilebileceği temel görüşünü savunan inanç gurubunun ortak adı.

(6) (sav): ‘sallahü aleyhi vesellem’  ifâdesinin kısaltılmış şeklidir. Peygamber efendimizin adı geçtiğinde, saygı ve selam ifâdesi olarak kullanılır.

(7) rukûn: Namazın içerisindeki farzlar. Namazı oluşturan; kıyam, kıraat, rükû, secde, ka’de gibi namazın bölümlerinden her biri.   

(8) teyemmüm: Su kullanma imkânı bulunmadığında, abdest almak için temiz toprağa sürülen ellerle yüz ve iki kolun meshedilmesi şeklinde yapılan hükmî temizlik.     

OĞUZ ÇETİNOĞLU

 

                                                                                                                      (DEVAM EDECEK)