Prof. Dr. Taner TATAR

Akademisyen

tatartaner@gmail.com

Ölümün Edebî Yüzü

Eyvâh!.. Ne yer ne yâr kaldı,
Gönlüm dolu âh u zâr kaldı.
Şimdi buradaydı gitti elden,
Gitti ebede geldi ezelden.
(Abdülhak Hamit Tarhan)

Bütün ömrünü varacağı menzile hazırlıkla geçirenler için ölüm yâr ile buluşacakları düğün günüdür. Kutlu doğumu anlatan mevlid-i şerif, vuslata erenler için düğün namına okunur. Geride kalanlar için ayrılığın feryadıdır. Feryat dilde değil gönüldedir. Kavuşan için sevinç, ayrılan için hüzün! “Ak kefen” giden için gelinlik, “kara toprak” geride kalan için yastır. Yas üstüne yas, ciğeri kabristan eyler. Dilini ciğerine bağlayan, ağıt söyler. Ayrı düşenlerin sözü yüzünden okunur. Yaş, sineye akar. Sırtını yasladığı dağlar ufalanır, kabrin üstüne yağar. Alp Er Tunga ölür, kötü dünya kalır, felek öcünü alır ve yürek yırtılır. Garip başını sevdaya salan ey canlar! “Nice âşık kondu göçtü buradan. Ağlatırsa Mevla’m yine güldürür”. Selvi boylu yârden ayrılan garipler! Dostun bağında tekrar beraber olunacak dem sanılandan da yakındır. Uzakları yakın eyleyen, her ne ihsan buyurursa karşılıksız veren Vehhâb’a hamdolsun. Her canlıya ölümü tattıran Mümît’e yakarışımız daim olsun. Mahşerde ölüleri dirilten Bâis’e secdemiz baki olsun.

“Ya Mümît
Ölüm ne güzel bir yoldur yürür geliriz

Öteler öteler öteler deriz büyük bir bilgiçlikle
İçimizdeki içimiz, öte
Ötemizdeki öte, içimiz
Neredeyizdeki burası
Buramızdaki neresi
Sana ölürüz biz, öldükçe geliriz…
Öl de!
 Dirileyim”. (Erdal Çakır)

Öldükten sonra dirilen şehid,
Ölmeden evvel ölen mürşid,
Ölü çok, diri neredeyse yok.
Öl de!
Olayım.
Olamasam da
Sana doyayım.

Doyamadığımız hayat ve hayatın doyuramadığı biz! Arzuları kamçılanmış doyumsuz bir nesil! Yalan dünya üzerine bestelenmiş türkülerin sesi, taş plaklar kırıldığından beri kısık. Aheste çekilmiyor kürekler, insanlar haz peşinde koşuyor. Arzular, dizginlenemeyen çılgın bir boğa gibi sahibini takmış terkine uçuruma sürüklüyor. Sessiz Gemi batmış, Titanic şehvet kabartıyor. Epiküros dirilmiş, kötülerin en kötüsü olan ve hayatın tadını kaçıran(!) ölümü maskeliyor. Gerçek kötülük ise yüzündeki maskeyle sırıtıyor. Yırtılan kaçıncı maske bu? Bu batan kaçıncı Titanic. Geriye bakarken daha ne kadar taşlaşıp kalacağız? Ölümüne sevdiğimiz hayatı ölümle nasıl tımar edeceğiz?

Şehirde ölmek

Yaşanılan mekân ölümsüzlük yanılsaması yaratabilmektedir. Açlığın, sefaletin, salgın hastalıkların, savaş ve terörün her gün onlarca cana mal olduğu bir mahalde yaşamakla güvenliğin zirve yaptığı bir yerde yaşamak arasında hayatî fark vardır. Birinde her gün ve her an ölümle yüz yüze ölümlü bir hayat; diğerinde âdeta ölümü kendisinden sürgün etmiş ölümsüz bir hayat! Mezarlarını bile kendisinden uzaklaştırırken, onlarla birlikte Azrail’i de dışarıda tuttuğu duygusu! Etrafında ölümü hatırlatacak hiçbir şeye tahammül edemeyen ölümsüz insan! Öyle ki yaşlılarını da bakım evlerine göndererek gençler ve çocuklardan müteşekkil bir çevrede yaşayan bedbahtlar! Etrafında ölümü hatırlatacak hiçbir şeye tahammül edemeyip ölümden kaçan insan! Ölüm kime yaklaşmışsa ondan kaçmak ya da onu uzaklaştırmak lazım düşüncesinin malûlü kaçkınlar! Yetişkinlik dönemine geçmiş olmakla birlikte herhangi birisinin ölümüne tanıklık etmeden yaşayan bir nesil yetişiyor. Sanal âlemde vuku bulanlar ise sadece ‘sanmak’la neticeleniyor. Hâlbuki ölümün olmadığı yer gerçek bir tabut. Tabut, ne kadar büyük, şatafatlı ve konforlu da olsa aslî özelliğinden bir şey kaybetmez. Lüks içerisinde bulunmakla birlikte yaşadığı şehri mezarlığa çevirmiş bir batı söz konusu. Babil kulesi misali Tanrı’ya meydan okurcasına inşa ettiği göğü delen binalar aslında kabrin başına dikilmiş taşlar gibi ölümü ilân ediyor. Şehirler, gökdelen denilen mezar taşlarıyla döşeniyor. Bir mezar taşına yüzlerce ölü! Taşlardan etrafa saçılan ışık göz alıyor ama göze fer vermiyor. Taşların arasından oluk oluk insan akıyor. Lâkin birinin diğeriyle teması yok. Geçenler-gidenler ne birbirinin gözüne bakıyor ne de selam veriyor. Filmlerde seyrettiğimiz, öldüğünden habersiz bedenlerini sürükleyen zombiler gibi yürüyorlar. Aralarındaki yegâne fark görünüşle sınırlı. Zombinin soğuk bedeninin perişan görünümüne karşı görünüşü şatafatlı sıcak ölüler! Zaten ölümü hatırlatacak saçlardaki bir ak derhal karartılır; yüze değen bir çizgi elleri mahir bir estetikçinin ‘yeniden yaratışı’na teslim edilir. Aynalar yalan söylemez ama yüz aynaya yalan söyler. Ayna, inanmış gibi yapar, gördüğü yalanı yalancının yüzüne yansıtır. Kendi yalanına inanan yalancı, yüzüne bir mutluluk maskesi takar. Maskeler de eskir, lâkin yeni bir maske bulmak zor değildir ölümsüzlük pazarında. Bildiğini bilmezlikten gelip mutluluk yanılsamasına düşerken, deruni bir hüzne kapılır insan. Sıcak ölüler geçidi şehirler! Etrafından sıcak ölüler geçer, kendisinin de geçtiği gibi: dokunmayan ve dokunulmayan bedenler çarşısı. Bu bedestende şehvetli bakış çok, ne yazık ki gözlerinde kaybolacak yâr yok. Deli Dumrul’a kimse can vermedi yârden gayri okuyan yok. Parçalara ayrılmış işlerin her bir parçasını üstlenen çok, aynı yükün altına girip derdi bölüşecek yâran yok. Mükâfatı önceden belirlenmiş bitirilmesi gereken iş çok, dertlere giriftar olunacak kutlu bir yara yok. Yâr, yâran, yara ölmüş, salasını duyan yok.

Ölümün yalnızlığı

Günümüzde Amerika’da ölümlerin yüzde 80’inden fazlası kurumlarda ve hastanelerde vuku buluyor. Yüzde 20’lik bir kesim huzur evlerinde son nefeslerini veriyor. Öz yatakları yerine hastane ve bakım evlerinin kim bilir kaç canın çekildiği, ısısını çoktan kaybetmiş duvarları gibi soğuk yataklarda, başucunda gözlerine bakan bir çift muhabbetli göz olmaksızın bir tutanı bulunmadığı boş kalmış eller yanına düşüyor. Ölenler yapayalnız, Hz. Azrail can alırken bir başkasıyla tanışamıyor. İnsanlar sadece can verirken ölüm meleğiyle karşılaşıyor. Azrail hazretlerinin şöyle bir hitabı var mıdır, bilinmiyor. “Hatırlar mısın, annenin elini tutarken, babanın başında Yasin okurken sesinle tanışmıştık? Hani sen beni hissetmiştin ama görmemiştin. Korkma! Ellerim hafiftir, annenden-atandan bilirsin. Baban canını teslim ederken nasıl da tebessüm etmişti? Şimdi tebessüm etme sırası sende, bak bir vakitler senin gibi evlatların da nöbette. Hadi tut elimi, ebediyete seyahatte sana refakat edeyim, seni sevdiklerinin yanına götüreyim”. Azrail’in gözlerinin içine bakarken, bir ömür boyu çektiğimiz nasıl bir film seyredeceğiz? Görmek istediğimiz film, yaşadığımız hayat mı?  Şeridin koptuğu yer, filmin sonu mu? Gösterime girmemiş filmlerin afişi mezar taşları. Taşının altında kalmış nice el vardır ki kendi afişini yırtmak ister! Nice taş vardır ki başa tâcdır, okunmak ister. Başucunda sevdikleri bulunan bir kişi ölümü beklerken eski günleri yâd etme imkânına kavuşur. Sevenler birbirine teselli pınarı olur. Ölmeden evvel ölüm sonrasındaki merasimleri belirlemede ve bir anlamda onlara katılma imkânı bulur. Geleceğe dair vasiyetiyle huzur bulur. Pişmanlık ya da öfke de içerse son sözlerini söylemekle vazifesini yapmış olmanın huzuruna erer. Müşterek hatıralar dile geldikçe, son yolculuğunda hatırlı olduğunu hisseder. Bitirilmemiş işlerle ilgili bir teselli verilmezse gözler açık gider. Doymadığı hayat, doyamadığı sevdikleri, biçare olarak düşündüğü geride bırakılanların olduğu bir ölümde derin bir hüzün vardır. Bir kişinin ölümü hayatımızda ve gönlümüzde kapladığı yer kadar boşluk oluşturur. Hayat sürekli bir özlemle devam eder. Ölüm kabul edilse de aradan geçen zaman ateşi küllese de çeşitli vesilelerle hasret ve özlem ateşi tutuşuverir. Unutmayanlar için mekâna, eşyalara, nesnelere, dağlara, ovalara, sözlere sinmiş hatıralar vardır. Nesnelerin canı yok ise de ona sinmiş hatıralar nesneyi dahi canlı kılar. Ölümü öldürmeyi bilim tanrısına havale ettik. Bilimdeki gelişmeler ve ölümün inkârı, kaçınılmaz olanı geciktirmekte, can çekişme süresini uzatmakta ve ölümü zorlaştırmaktadır: Tek başına, uzun sürede ve ağrılı bir ölüm! Ölümü geciktirdiğini düşünen insan mutlu görünüyor. Ölümü çağırdığında ise davete icabetin geciktiğini düşündüğü her an onu tarifsiz ıstıraba boğuyor. Dünya hızlanırken atlıkarınca duruyor. Çocuklar yetişkinleri yakalayamıyor, yetişkinlerse hayatı! Yetişkinler umutsuz, çocuklar mutsuz. Atlıkarınca ölüyor! Karıncalar öldüğünden beri hiçbir şey kararınca olmuyor. Atlar ise çoktan kanatlandı! Kanatları güneşte yandı.

Ölüme adım adım

Ölmek için yaşıyoruz. Her attığımız adım bizi bekleyen sona doğru. Kırdığımız her kalpte bir insan ölüyor. Ne de çok kalp kırıyoruz. Hoyratça kırdığımız her kalpte bir insan öldürüyoruz.

Öldürdüğümüz her insanda aslında kendimizi öldürüyoruz. Ölüm asude bir bahar ülkesi midir? Sorunun cevabını bizatihi yaşadığımız hayat kulağımıza fısıldıyor. Gürültü ve şamata o kadar çok ki o sesi duyamıyoruz. Yaşamak ve yalan! Yalan, hiçbir kelimenin yanına bu kadar yakışmıyor. Hayat mı bize yalan söylüyor, yoksa biz mi hayata söylediğimiz yalanların yankısını duyuyoruz? O kadar çok yalan söyledik ki içinden doğruları çekip çıkaramıyoruz. Ölüm ve gerçek! Gerçek, hiçbir kelimenin yanına bu kadar yakışmıyor. Yalan, kendisini gerçeğe yakıştırmıyor. Uzakta tutulan yakîn gerçeklik kalplerde sesleniyor:

Ben de bu dünyaya bir insan olmaya geldim,
Fenadan bekaya kurulan sıratı geçmeye geldim.
Cehennemde cennetin lezzetlerini tattım,
Cennette cehennemin azabına düştüm,
Ne kadar güzellik varsa düşümde yaşadım.
Gül dalında ele döşeli dikeni sevdim,
Dikenler içinde baş vermiş güle kapıldım.
Cennetten de cehennemden de yere atıldım,
Köle pazarında karalara boyandım,
Ben de alındım, ben de satıldım,
Tüccarın gam yüklü kervanına yalın ayak katıldım,
Ne bölebildim dert yükünü ne de çekebildim.

Ömrün sonu, yolun başı
Daha dün halkedildi, kaçtır ki Âdem’in yaşı?
Deli Dumrul da kazanamadı bu savaşı!
Ecel denilen arkadaşın hatırını sormaya geldim,
Ben de bu dünyaya bir insan olmaya geldim.

İnsan olmak görünür olmak mı? İz bırakamadığımız şu dünyada resimleriniz dolaşsa ne olur! Ölü suretler geçidi geçip gidiyor ama bir an olsun görünmek arzusu hiç bitmiyor. Kalem tutan bir el bulmak ne kadar da zor. Yazmak çilesini resim çekmeye, okumanın lezzetini bakmaya tercih ediyoruz. Elimizde cep telefonu, her dem özçekim peşindeyiz. Ölümsüzlüğün sanal âlemde dolaşan birkaç resimden ibaret olduğunu sanıyoruz. Sanal âlemin çocuklarıyız, sanarak yaşıyoruz: Haydi, selfie çekelim! Çekilmeyelim, çekelim!

Özümüz can çekişirken, adına da özçekim diyelim! Özümüzün aynasını kıralım, patlayan flaşa bakalım. Kaç çekim gördüm, hiçbirinde öz yok. Özden gelen, özlü bir ses yok! Özümüz gülümsemese ne olur! Benliğimiz sırıtıversin. Pek de mahçup değil, hiç de mütebessim değil. Ya Ben çekmeyim de öleyim mi? Bir kez olsun Ben de görünmeyeyim mi? Ölüler selfie çekemez diyelim, ölelim. Benliğimizi gömelim, hayata özümüzle gülelim. Kulak ver kalbinin sesine, ne diyor? Her çarpmada ölüm geliyorum diyor. Ecelin ayak seslerini dışarıda aramak ne gaflet! Ölüm, göğsünün içinde çırpınıp duruyor. Ne kadar hızlı kaçarsan kalbin de o kadar hızlanıyor. Ölüm denilen menzile koşarken mesafe kısalıyor.

Kelime kelime ölüm

Kelimeler, ölümün soğuk yüzünü bile ateşe çevirir. Dağlar gibi sıralanmış, iskambil kâğıtlarından korkuları, lâtif nefesi ile birbiri üstüne devirir. Cehennem ateşini kalbinde yakar da ebedî hayatı cennete çevirir. Azrail’in ürküten ismini, toprağın cazibesi ile değiştirir; değiştirir de ölümü bile sevdirir: Ey çaresiz derdimin dermanı, bu dünyanın son fermanı toprak! Bağrında bana da yer aç, al kucağına sar beni. Ellerini dola boynuma, parmaklarınla boğ beni. Tanelerini dök gözlerime, görmesin Bir’den gayri kimseyi. Sevgi sözcüklerin tane tane kulaklarıma dolsun, işitmesin senden gayri sesleri, sar beni sar toprak. Göm yüreğine, çürüt bedenimi. Ne gam! Toprak arasında toprak. “Hayâtı râyihasiyle sindiren toprak/ Bugün ne semtine baksam çiçek, çemen, yaprak/ İçinde râhata varmış yatan aziz ölüler/ Demek ki böyle bahar örtüsüyle örtülürler.” (Yahya Kemal)

Beni gör, kendini tamamla
Mezarından toprak çalma ki naaşın üşümesin.
(Erdal Çakır)

Tamam olanı yarım eyleme
Çalıp çalıp toprağından
Üstüne keder eleme
Eleme ki canın elem çekmesin.
Bırak bir çift sevdalı el serpsin üzerine
Kalbine tane tane aşk düşsün

Çalma toprağını ki kalbinden aşk düşmesin.
Topraksız köy mü kurulurmuş, ya şehir?
Gel şehrini yıkma, bir avuç toprağa seril.
Anne eliyle kundakta sarmalanmıştın
Yâr eliyle mezarına devril.
Mezarından toprak çalma
Çalma ki kadife tenli gülün yaprakları düşmesin.
Çalacaksan topraktan toprağa maya çal
Çal ki naaşın tamamda tamamlansın.

Kelimeler bir kere hayatımızda yer ettikten sonra onların ölümü ya da sonu sadece ilanlarda kalmakla yetmiyor, sanki kendi varlığını bizatihi hissettirmek için ölümüne aramıza dalıyor: Tanrı’nın, Özne’nin, İnsan’ın ölümü! Hani ideolojinin sonu gelmişti? Sağlı-sollu çapraz ateşle sonu ilan edilen tarih, aramızda olduğunu tekrar tekrar hissettiriyor. Kelimelerden balonlar mı uçurduk gök kubbeye? Şişkin, lâkin içi boş; bir küçük iğnede patlayıveren, güneş ısıttığında sönüveren. Diğer tarafta yediveren, sevda ekip gül deren; rengârenk, kadife tenli, güneşe gülen, dikeni kendinden; utancından kızarıveren, al mor yanar sevgiden; hey gidi sevdası başını önüne eğdiren. Lâkin Yahya Kemal’in kelimelerinden beri: “Bir hayli demdir açtığı yok gonce-i gülün/ Feryâdı gelmez oldu bu gülşende bülbülün”.

Söylenmiş nice ölü söz var, gönülde demlenip de söylenmemiş diri sözler kadar. Söylenmiş nice diri söz var, sözü dinleyen ölüler kadar. Diri sözü ten denilen mezarda öldürenler de var, ölü sözü can denilen ölümsüzlükte diriltenler de. Söz var ki, cemre gibi düşer ölü tenleri bile canlandırır: “Söz ölür mü, sormam, tabutu hangi gönül / Ölüm meleğinden sorar mıyım / Kaç ölüm boşaldı ağzımdan” (Erdal Çakır). Candan cana seyahat eden sözler var: söyleyen diri, söz diri, dinleyen diri. Heyhat mı desem hayat mı; kendi kendimin salasını okudum, yazdığım her satırda! Anladım ki Rahman’ın nefesi olan sözlerde ölümsüzlük var. Yine anladım ki “müminin rahatlığı, ancak Allah Teâlâ’ya mülaki olacağı zamandır” (Hasan-ı Basri). Dünya, mümine her dem kara zindandır. Zindanın anahtarı ölüm meleğinin elindedir. Ölüm meleğine selâm olsun. Elimden tutup zindandan çıkaran yâr olsun.