Oğuz ÇETİNOĞLU

Ekonomist, Araştırmacı-Yazar

ocetinoglu1@gmail.com

Laiklik

Laiklik kelimesi de kavramı da Türkiye'ye batıdan gelmiştir. Yunancadaki ‘laikos’ ve Latincedeki ‘Laicus’ kelimelerinin kökünü oluşturan ‘laos’ kelimesinden türetilmiştir. Laos halk demektir.

Orta çağda iki grup devlet memuru vardı. Klerisi: Bunlar okullarda, ibâdet yerlerinde ve ordu karargâhlarında dînî bilgiler vermekle vazifeli idiler. Laisi: Bu gruptaki memurlar din dışında kalan her türlü bilgileri öğretmekle meşgul olurlardı. Laisi'ler, din dışındaki bilgileri veriyor olmalarına rağmen dinsiz değildiler. Kilise ve havra gibi dînî toplanma mahalline gidiyorlar, ibâdetlerini yapıyorlardı.

Lâiklik düşüncesi Fransa'da doğdu ve gelişti. Dinin; devlet, ilim, sanat ve kültür üzerinde baskı kurduğu devirler Rönesans ile geride kalınca, yeni anlayışa ‘lâiklik’ adı verildi. Rönesans’tan önce ilim, dînî otoritenin disiplini altında idi. Din ve ilim, devamlı olarak münâkaşa hâlinde idi. Laiklik  münâkaşalara son vermek maksadıyla benimsendi.

Türklerde, din adamı-ilim adamı çatışması olmamıştır. Çünkü İslâmiyet ve ilim iç-içedir. Biri diğerinin desteğidir. Hatta ilimde üst noktalara çıkanlar daha fazla İslâmiyet’e yönelmişlerdir. Fâzıl ve kâmil din adamları, pek çok ilim dalında; âlim mertebesine yükselmişlerdir. Bu sebeple lâiklik, hiçbir zaman ihtiyaç olarak hissedilmemiştir.

Genel geçer görüşe göre laiklik; devletin, belli bir dinin taraftarı veya muhalifi olamayacağı prensibidir.  Devlet; her türlü dînî inançlar karşısında tarafsızdır. Yine devlet, idâresi altındaki insanlara, inançlarının gereğini yapmalarına veya yapmamış olmalarına, hatta inançlı veya inançsız olmalarına da karışamaz. 

Şahıslar, inanacakları dini seçmekte, herhangi bir mezhebe, dînî cemaate intisap etmekte tamamen serbesttirler. Şahıslar, seçtikleri dinin gereklerini tek başlarına veya toplu olarak yerine getirirlerken, karşı görüştekilerin muhtemel müdâhale ve baskılarına karşı devletin koruması ve teminatı altındadırlar.

Günümüzde lâik olmayan devletler de vardır: İngiltere, Norveç, Danimarka, Hollanda gibi. İngiltere, devletin Anglikan Kilisesine bağlı olduğunu kabul etmiştir. Avam Kamarasının kabul ettiği kanunlar, başpapazın imzasından sonra yürürlüğe girer. Bütün okullarda her gün derslere, papazların yönetiminde yapılan dînî merasimden sonra başlanır. Norveç anayasasının 2. maddesinde “Norveç'in resmî dini Avenjelikal Lüteryan'dır” hükmü yer alır. Danimarka anayasasında Hıristiyanlığın, devletin temel inanç kaynağı olduğu yazılıdır.

Din ile devlet işlerini birbirinden resmen ayıran ilk ülke ABD olmuştur. ABD anayasasında, din hürriyeti ve kanunlar karşısında bütün dinlerin eşitliği kabul edilmiştir. Bu anayasa, devletin bir dine bağlanmasını, herhangi bir dinin yasaklanmasını ve ABD vatandaşlarının siyasî ve medenî haklarını kullanırken dinleri sebebiyle farklı bir muameleye tâbi tutulmalarını suç kabul eder.

İkinci olarak Fransa 1905 yılında din ile devlet işlerini birbirinden ayırdı.

Lâiklik, devletle ilgili bir sıfattır. Türkiye'de yer yer ve yanlış yorumlamaktan kaynaklanan ‘lâik insan’ anlayışına batıda rastlamak mümkün değildir. Çünkü lâiklik kelimesi tahribâta mâruz bırakılmış, ‘din ile alâkası olmayan’ mânâsına büründürülmüştür. Tabii ki kelimeye bu mânâyı vermek mümkün değildir. Lügatlerde de böyle bir târife rastlanmaz.

Bâzı felsefeciler îmanın, aklın sâhasına müdâhale etmemesi gerektiğini iddia ederler. Bâzıları ise aksi görüştedir. Bunun en çarpıcı örneğini; ikisi de Fransız olan filozofların sözlerinde görmek mümkündür.  Ernest Renan (1823-1892): ‘Hiçbir zaman bir câmiye, üst seviyede heyecan hissetmeksizin, hatta îtiraf edeyim, Müslüman olmadığıma hayıflanmaksızın girmiş değilim.’ Diyor. Denis Diderot (1713-1874) ise: ‘Felsefeye doğru atılan ilk adım inançsızlıktır.’ İddiasında bulunuyor.

İngiliz yazar George Jacob Holyoake (1817-1906) tarafından temelleri atılan ve laikliğin, ana bir - baba ayrı kardeşi olan Sekülerizm; din dışılığı, daha da ileriye taşıyıp, din aleyhtarlığı denilebilecek bir noktaya yerleştirmektedir. 

Türklerde laiklik kavramı, 1876 yılında, Kanun-ı Esâsî olarak adlandırılan Anayasaya konuldu. Fakat sistem tam dînî olmadığı gibi tam laik de değildi. Bu sebeple tartışılıyordu.

Türkiye Cumhuriyeti’nde 1921 anayasası, hâkimiyeti millete verirken, kanunların dînî esaslara uygun olmasını da kabul etmişti. Bu hüküm, 1924 Anayasası’nda da yerini aldı. 1931 yılında yapılan Cumhuriyet Halk Partisi Kongresi’nde; Cumhuriyetçilik, Halkçılık, Milliyetçilik, Laiklik, Devletçilik ve İnkılâpçılık olarak isimlendirilen parti doktrini, yeniden şekillendirilince, lâiklik anlayışı gündeme geldi ve güç kazandı. 1937 yılında laiklik, Anayasa’ya dâhil edildi. 1961 ve 1982 anayasalarında da kavram, anayasadaki yerini korudu.

Bu gelişmelerden cesâret alanlar, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın devlet kuruluşları arasında yer alışının lâiklik prensibine aykırı olduğunu, yüksek sesle iddia etmeye başladılar.  Bir zamanlar öyle katı laiklerimiz oldu ki, başındaki fötr şapkası rüzgâr sebebiyle havalanıp, câmi avlusuna düşse, lâikliğine halel gelir endişesiyle avluya girmekten bile çekinirlerdi. Hattâ getiren olsa bile, ‘şapkanın dindarlaştığını’ zannederek, başına koymazdı.

Sovyetler Birliği döneminde, okullarda ‘Allah’sızlık dersleri vardı. 1991 yılından sonra, orada bile dine dönüş hareketleri ciddî bir şekilde gelişti. Hatta Putin, Moskova yönetiminin şemsiyesi altında Müslüman Türklerin bulunduğunu gerekçe göstererek, Rusya’nın İslam İşbirliği Teşkilatı’na üye olarak kabul edilmesi talebinde bulundu.

Bizim katı laikçilerimiz, hâlâ inatlarından vazgeçemediler.

Bilinmektedir ki İslamiyet’in ve İslam’ın özüne uygun düşünebilen Müslümanların laiklikle de sekülerizmle de bir problemi yoktur. Laiklik tartışmalarının problem hâline gelişi bâzı aydınlarımızın, bâzı hakikatleri anlamakta zorlanmaları sebebiyledir. O hakikatleri şöylece özetlemek mümkündür: Din vardır ve lüzumludur. En mükemmel din İslam’dır. Onun mükemmelliği, akla, mantığa ve insan fıtratına uygun oluşundan kaynaklanmaktadır. Lâiklik, Müslümanlığın içindedir. Müslümanlık (farz-ı muhal) zaafa uğratılırsa, laiklik yürürlükten kalkar, insanlar ve insanlık zarar görür. Müslümanlık, öğüttür, tavsiyedir, nasihattir, tebliğdir. Tebliğ ve tavsiye edilenin yapılmamış olması, beşerî hukuka göre cezayı gerektirmez. Dînî hükümlerde emirler ve yasaklar vardır. Bunların hesabı ise ahrette görülecektir. Adan öldürmek, hırsızlık yapmak, başkalarının malına canına zarar vermek, bütün dinlerde ve devletlerde, cezâsı dünyada verilecek suçlardır.

Hz. Muhammed (sav) Mekke’yi, Selahaddin Eyyübî Kudüs’ü, Fatih Sultan Mehmed Han İstanbul’u fethettiklerinde; ilk beyanları, hangi dine mensup olurlarsa olsunlar, bütün insanların inançlarına saygı gösterileceğinin taahhüdünü ihtiva etmektedir. Laiklik budur ve ülkemizde bu gün de aynen tatbik edilmektedir.

Netice yerine:

Lâiklik, din işlerinin devlet işlerine karıştırılmaması, dînî ve siyâsî sistemlerin bağımsız olması demektir. Devlet, vatandaşlarını bir dine inanmak veya inanmamak hususunda serbest bırakır.  Dînî inançlar ve bu inançlara uygun davranıp davranmama meselesi, kişiyle Allah (cc) arasındaki bir ilişkidir ve devlet bu ilişkilere karışmaz. Devlet, vatandaşının sosyal hayatı ile ilgilenir ve hukûkî düzenlemeler yapar. Bu sistem, dinin devlet tarafından inkâr edilmesi mânâsına gelmez. Din olgusunun, fertlerin vicdanına bırakılması ile alakalıdır. Zira laik devlet sisteminde din işleri, doğrudan doğruya şahısları ilgilendiren bir meseledir ve her ne suretle olursa olsun dinî inanç ayrımı yoktur. Devlet, dinî esaslardan ayrı olarak kurulup icra edilir. Böyle olmasına rağmen kanunların dinî esaslara aykırı olmamasına dikkat edilir.

Lâiklik kavramı, doğru bir tercihle Türk hukuk sistemine konulmuştur. Fakat din-lâiklik münâsebeti yeterince işlenemediği için tartışma konusu olmaktadır.

Anayasada laiklik kavramının bulunması, bâzı samîmi dindarları, devletin dinle mesâfeli olduğu düşüncesine sevketmiş, onları, ‘din elden gidiyor’ diye gürültü çıkaran yobazların arasına itelemiştir. Bâzı laikler de lâiklik vurgusunun dozunu kaçırdıklarından laiklik kavramının dinsizlik olduğu kanaatinin meydana gelmesine sebebiyet vermişlerdir. 

İfrat ve tefrit iç huzurumuzu zedelemekte, zedelenen huzur, dış itibarımıza zarar vermektedir. Gerek sâmîmi dindarlarımıza gerekse, laikliği gerçek mânâsıyla benimseyenlere, hakikatleri anlatmakta daha gayretli olmalıyız.