Ali DEMİREL

Yazar - Ziraat Mühendisi

Fatih Sultan Mehmet Han’ın Zehirlenerek Öldürülmesi

Milletimizin, pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da bildikleri sadece, kasıtlı olarak verilen yalan, yanlış ve eksik bilgilerden ibarettir. Aslında tarihimizle, neredeyse hiç ilgilenmeyiz. Yabancı kaynakların, çoğu kasıtlı olarak verdikleri bilgilerle yetiniriz. Böylece her yabancı tarihçinin yazdıklarını düşünmeden kabul eden, etkilenerek yabancı hayranı haline gelen, hatta atalarımıza ve de kendimize düşmanca tavır takınabilen zavallı nesiller yetişmektedir. Yerli tarihçilerimizin (istisnalar hariç) yazdıklarını makbul kabul edenler de aynen yanlış, yalan ve de eksik bilgi edinmiş olurlar. Çünkü onların kaynakları da yabancı tarihçiler ve onların yazdıklarıdır. Araştırmayan, bilgi birikimi olmayan tarihçilerimiz (yine istisnalar hariç) işin kolayına kaçarak bazı yabancı tarihçilerin kuyruğu olurlar. Bazı sözde tarihçilerimiz ise hamagadırlar. Çok az olan gerçek Türk tarihçileri ise ne yazık ki seslerini fazla duyuramamaktadırlar. Hoş duyurmaya çalışıyorlar ama okuyan ve dinleyen kim?..

Fatih Sultan Mehmet Han’ın zehirlenerek öldürülmesi gerçeğinin üzeri sürekli kapatılmaya çalışılmıştır, bu çaba halen sürmektedir. Ta öldürüldüğü zamandan beri yabancı yazarlar ve onların kuyrukları olan yerli hamagalara göre; Fatih zaten hastaymış, hanedan mensuplarının zaten irsi bir hastalığı (nikris) varmış, mış, mış… Hayır! Onların yazdıkları ve söyledikleri gibi değil. Fatih, zehirlenerek öldürülmüştür, bunu tartışmak bile gaflet içinde olmaktır. Fatih’in nasıl öldürüldüğünü elbette aşağıda, olabildiğince ayrıntılı olarak açıklamaya çalışacağım ama öncelikle bilmemiz gereken husus; Fatih’i kim veya kimler (hangi millet, milletler) öldürdü? Bu sorunun yanıtını anlamak, dolayısıyla durumu tam olarak kavramak için Fatih’in hangi sebeplerden ötürü öldürüldüğünü irdelemek gerekir. Şimdi ben burada, birkaç cümleyle şu şu sebeplerden dolayı bu cinayet işlendi, der cinayetin ayrıntılarına geçebilirim. Ama şunu biliyorum; insanlarımızın çok büyük bir çoğunluğu, kısaca (birkaç cümleyle) yazacağım sebepleri, ne yazık ki kavrayamazlar çünkü okumadıkları için Türk tarihini bilmezler. Doğrusu böylesi konularda, gerçek yazarlarımızca okuyuculara sunulacak bilgiler de ne yazık ki yeterince yayınlanmamakta, okuyuculara ulaştırılamamakta, ulaştırılmamaktadır.

Cinayetin sebeplerini anlayabilmek için iki konuda yeterli bilgi sahibi olunmalı. Bunlardan birisi Fatih Sultan Mehmet Han’ı tanımak, diğeri ise, konu ile ilgili olan bölümleriyle Türk tarihini bilmek gerekir. Öncelikle Türk tarihinin ilgili bölümlerine bir bakalım: Son yıllardaki tarihi, arkeolojik ve dil bilimce yapılan araştırmalar sonucunda; Sümer Uygarlığının bir Türk Uygarlığı olduğu, Eti uygarlığının da öyle olduğu itirazsız kabul görmektedir. Eti Uygarlığının bir kolu olan Luvilerin uygarlık merkezi olan Turıya halkının da Asya kökenli Turani bir ırk olduğu (yani Türk oldukları) artık anlaşılmıştır. Homer’in destan şeklinde yazarak uzun uzun anlattığı Turıya savaşı, insanlık tarihi açısından çok önemlidir. Şöyle ki: Bir tarafta Asya kökenli, tek Tanrılı Türk Töresi temeline dayalı uygarlığın temsilcisi olan Turıyalılar. Ve Turıyalılarla aynı töreye sahip olan, yine Orta Asya kökenli 18 il sahibi devlet ve devletçik, Turıyalıların yanında yer almışlardı. Bu devlet ve devletciklerden bazıları şunlar: … Karialılar, kıvrık yaylı Palonlar, … Lelegler, Kaukonlar, Tanrısal Pelakslar, Lykialılar, Mysialılar, Thymbre çevresindekiler, Phrygialılar, atlı arabalarla döğüşen Malonialılar (İlyada – Homer)… Karşı tarafta ise, yine bir Türk ülkesi olan Pelaksların ülkesine, başlangıçta sığıntı olarak yerleşen, sonradan o bölgenin sahibi gibi davranan (Yunanistan toprakları) Akalar ve Ispartalılar ile batıyı temsil eden, o günün bütün kavim ve devletlerinin birleşmesinden oluşan (tıpkı binlerce yıl sonraki haçlılar gibi) barbarlar ittifakı vardı. Aslında bu iki karşıt taraf; iyi ile kötünün, hatta ilahi güçlerle şeytani güçlerin karşı karşıya gelmesidir. Bu iki karşıt gücün Turıya savaşından önceleri de yani insanlık tarihinin çok eski devirlerinde de defalarca savaştıkları muhakkaktır. Turıya savaşı; Aka/Yunan – Turıya/Asya, dolayısıyla doğu ile batının en büyük savaşlarından biridir, bir bakıma bilinen ilk dünya savaşıdır. Bu mücadeleye, zaman boyutunu hesaba katmadan evrence bakılırsa şu durum açıkça anlaşılır; Şeytani güçlerle İlahi güçler ezelden beri, insanın yaratılışından beri, savaş halindedirler. Bazen din savaşı şeklinde, bazen çıkar savaşı hatta çok basit nedenlerle savaşılıyormuş gibi olur. Genelde ise doğu ile batının savaşı şeklinde tezahür eder. Ama savaşın ve düşmanlığın ana sebebi hep aynıdır; İlahi ve Şeytani inanç ve anlayışların karşılaşmasından ibarettir. Turıya savaşında; Yunanlılar ve yandaşları kötü tarafı, Turıyalılar ve onların yanında yer alanlar ise iyi tarafı temsil etmişlerdir. Bu saptamayı sadece ben yapmıyorum; başta Turıya destanını yazan Homer, çeşitli vesilelerle yazıyor. Ayrıca Birgit Brandau gibi tarafsız olmaya çalışan batılılar da bu hususu açıkça yazmışlardır. Turiya savaşında, batının sapık ve barbar medeniyetini temsil edenler, şeytana hizmet için savaşırken insanlıklarını hep unutmuşlardır.  Fırsat ellerine geçtiğinde nasıl birer vahşi yaratıklar haline dönüştüklerini, içlerindeki albız duygularının nasıl ortaya çıktığını kavrayabilmek için şu iki örnek yeterli olacaktır sanırım: Irmak kıyısında yakaladıkları, daha çocuk yaştaki Turıyalı gençleri, askerlerinin ve komutanlarının karşısında diri diri boğazlarını keserek öldürmüşlerdir. İkinci örnek ise; Karadeniz kıyılarından bir gurup Amazon (Türk kadın savaşçı) anamız Turıyalı kardeşlerine yardıma gelmişlerdi. Amazonlardan biri savaş sırasında bir gurup düşman arasında kalmış ve öldürülmüştür. Amazonun cesedi yine asker ve komutanların önüne getirilmiş; hayasızların komutanı tarafından ölü bedene alenen tecavüz (cinsi ilişki) edilmiştir…

Turıya savaşında, bilindiği gibi şeytani güçler hile ile İlahi güçleri yani Turıya halkını ve onların yanında yer alanları yendiler. Bu arada Turıyalıların muhteşem kralı Hektor’un öldürülmesi, bence günümüzde bile yüreğimizin bir köşesindeki sızıdır… Düşmanların savaş sonunda uyguladıkları insanlık dışı vahşeti hiç yazmayayım!..

Savaş sonunda; kargaşa sırasında kaçarak kurtulabilen Turıyalı komutanlardan asil Aeneas ve yanındakilerin Fransa tarafına giderek Marsilya kentini kurdukları, Yaşlı Turıya kralı Primaus’un küçük oğlu Paris’in kurduğu kente ise Paris adının verildiği… Ve benzeri iddialar pek çok batılı tarihçiler tarafından yazılmıştır…    

Anadolu’daki, özellikle Ege Bölgesindeki Türklerden bir kısmının, Başlarında Turhan Bey olduğu halde, gemilerine binerek, Ege Adalarını geçip, ta İtalya’nın batısına kadar gittikleri bilinmektedir. Günümüzde bile İtalya’nın batısındaki denizin o bölümüne Tirhen (Turhan) Denizi denmektedir. Karaya çıkan Türkler; başta Floransa ve Po ovası olmak üzere İtalya’nın o yörelerine yerleştiler. 12 tane kent kurdular. Bu kentlerden bir tanesi de, Turhan Bey’in yakınlarından Tarkan’ın kurduğu kenttir. Günümüzde bu kentin adı Tarkanium’dur… O çağda İtalya’nın yerli halkı olan Latinler, vahşi ve barbar idiler ve de ilkel bir yaşantıları vardı. Latinlerin ileri gelenleri Türk beylerinden, kendileri için şehir kurmalarını istediler. Türkler de Tiber ırmağının kenarına Roma kentini kurdular. Latinler bir başka şey daha istediler; Türklerin yönetici olarak başlarına geçmelerini istediler. Böylece Roma İmparatorluğu kurulmuş oldu. İki çocuğu emziren bozkurt efsanesi yeni imparatorlukta da sembol olarak benimsendi. Roma İmparatorluğunun İlk 5-6 İmparatorunun adıyla sanıyla Türk oldukları tespit edilmiştir (bu konuda ayrıntılı bilgi edinmek isteyenler Adile AYDA Hanımefendinin araştırmalarını okuyabilirler). Bütün tarihi vesikalar ve deliller önlerine konulsa bile bazı hamagalar (hain, mankurt ve güdük akıllılar) asla inanmak istemezler ve körü körüne aksini iddia etmekle kalmayıp alay bile ederler. Ama inanın şimdilerde ben onlarla alay ediyorum. Sebebi şudur: Prof. Guido Barbujani ayrıntılı olarak yaptığı gen (DNA) araştırması sonucunu 08.12.2004 yılında “Genler, lisanlar ve evrimleri; Etrüsklerin genetik analizi”  başlıklı raporu ile Etrüsklerin Türk olduklarını açıkça ilan etmiştir. Araştırma ve laboratuar incelemelerinin sonunda hazırlanan söz konusu raporun, maddeler halinde son bölümü şöyle:

1) Farklı arkeolojik bölgelerden alınan örnekler arasında önemli bir ayrılık çıkmadı. Bundan çıkan sonuç, Etrüsklerin sadece kültürel bir topluluk olmadığı, aynı zamanda genetik birliği olan bir toplum olduğudur.

  1. Genetik olgunlukları, günümüzün modern toplumlarının seviyesindedir.
  2. Etrüskler, genetik açıdan bu günkü Doğu Akdeniz insanı ile akrabadır. İtalyanlarla değil, günümüzde yaşamakta olan Türklerle çok kuvvetli akrabadırlar. (Son Truvalılar – Sinan Meydan)

Yukarıda yazdığım tarihi gerçekler, çok çok kısaltılmış özetlerdir. Bunları yazmak zorundaydım çünkü Fatih’in öldürülme sebebinin anlaşılması için bunların bilinmesi gerekiyor.

Şimdi biraz da Fatih Sultan Mehmet Han’ı tanıyalım. Her şehzade gibi o da, daha küçük yaşta özel öğretmenler tarafından eğitim ve öğretim altına alındı. Fatih’in, çok zeki ve Allah vergisi kabiliyetleri olmasının yanı sıra Akşemsettin gibi o çağın, maddi bilimlerde çağının üstünde olan ve de manevi mertebesi yüksek olan hocaların elinde yetişmiş olması, onu çok özel bir kişi haline getirmişti. Bilgiliydi, bilgeydi. Arapça, Farsça, İbranice, Keldanice, Slavca, İtalyanca, Rumca, Latince ve eski Yunanca dillerini biliyordu. Manevi yüceliği ve de İlahi olarak yüklendiği görevi herkesçe malum. Osmanlı İmparatorluğu sarayında ilk defa büyük bir kütüphane kurulmasını sağlamıştı. Çok kitap okuduğu da bilinmektedir. Manevi yönünün kuvvetli olmasının yanı sıra akli bilimlerde de bilgiliydi ve de bilim insanlarını el üstünde tutuyordu.

Şimdi gelelim Fatih Sultan Mehmet Han’ın zehirlenerek öldürülmesinin sebeplerine: Doğu Roma İmparatorluğu; batının sapık inançlarına sahip yani çok tanrılı, barbar ve diğer insanları ve milletleri sömürmeyi yaşam biçimi haline getirmiş bir devlet şekline dönüşmüştü. Yani batılı zihniyetin temsilcisi haline gelmişti. Fatih ilk iş olarak Doğu Roma İmparatorluğunu ortadan kaldırdı. Sonra batılı zihniyetin (çok tanrılı zihniyetin) egemenliği altında bulunan Yunan topraklarını ele geçirmeye başladı. Osmanlı İmparatorluğu’nun içine kattığı bütün ülkelerde ve o ülkelerin insanları arasında adalete ve insan haklarına dayalı yönetimler kurmaktaydı… O bütün bunları yaparken; iyi ile kötünün savaştığının, batı ile doğunun uygarlık mücadelesi yaptığının farkındaydı. Doğruyu, doğuyu ve de İlahi güçleri Türk milletinin temsil ettiğinin bilincindeydi. Ama batılılar (bütün haçlı kavimler ve de Vatikan – Papalık),  Fatih’in böylesi evrensel bir bilinç içinde olduğunun farkında değillerdi, fakat bunu anlamaları uzun sürmeyecekti. Fatih, kendisi için Kayzer-i Rum (Roma Başbuğu), yönetimi altındaki ve de yönetimine alacağı topraklar için de Diyar-ı Rum diyordu. Kendisini Roma İmparatorluğunun varisi olarak görmekteydi. Papalık ve de batılılar önce Fatih’in bu söylemleriyle ne demek istediğini anlayamadılar, daha doğrusu yanlış anladılar. Dönemin Papası II. Pius, Fatih Sultan Mehmet’e bir mektup yazarak, ‘Vaftiz’ olarak Hıristiyanlığı kabul etmesi halinde kendisini dünyanın hâkimi yapmayı teklif etti… Fatih bir başka şey daha söylüyordu; ‘Ben Karahanlıyım’, diyordu. Bu söylem hem Karahanlı devletini (ilk Müslüman Türk Devleti) kuran Türkleri ifade ediyor hem de Oğuz Kaan’ın babası Karahan’ı işaret ediyordu. Yani o Türklüğünün bilincinde olarak, kimlere karşı, niçin mücadele ettiğinin farkındaydı. Roma İmparatorluğunu atalarının kurduğunun bilinciyle papalığa şöyle bir mektup yazdı: “İtalyanların bana düşman olmalarına şaşıyorum. Biz de İtalyanlar gibi Troyalılar’ın soyundanız. Yunanlılardan, Hektor’un öcünü almak benim kadar onlara da düşer. Onlarsa bana karşı Yunanlıları tutuyorlar.” Fatihin böylesine bilinçli olarak yazdığı mektup batılıları (haçlıları) tedirgin etmeye yetmişti. O hem yeni Roma İmparatoru olmaktan söz ediyor hem de Roma İmparatorluğunu atalarının kurduğunu işaret ediyordu. Fatih’in batılıları ürküten ve korkuya kapılmalarına sebep olan ikinci bir çıkışı ise Çanakkale yakınlarındaki Turıya harabelerini ziyaret etmesi olmuştur. Fatih, Midilli seferi sırasında Turıya harabelerinin olduğu yere gelir. Sessizce kentin kalıntıları içinde dolaşır. Ve şöyle der: “Allah beni bu şehrin ve halkının dostu olarak bugüne kadar esirgedi. Biz bu şehrin düşmanlarını yendik ve onların vatanlarını aldık. Burayı Yunanlılar, Makedonyalılar, Teselyalılar ve Moralılar ele geçirmişlerdi. Bunların biz Asyalılara karşı kötülüklerinin öcünü, aradan birçok devir ve yıl geçmesine rağmen onların torunlarından aldık.”   Turıyalıların Türklüğü ve öcünün alınması ile ilgili düşünce ve tespit sadece Fatih’le sınırlı değildir. Doğu Romalı Kardinal İsidore, Fatih’ten söz ederken ‘Truvalıların Prensi’ olarak bahseder.  Daha İstanbul fethedilmeden, Katalanlı gezgin Petro Tafur; Türklerin Turıyalılar olduğunu bu nedenle bir gün mutlaka öçlerini alacaklarını, söylemiş-yazmıştır. 1444 yılında (yine istanbulu’un fethinden önce) İstanbul’a gelen gezgin Ancolani Cyriak’a göre: Dünya ikiye bölünmüş durumdadır. Bir yanda Yunanlılar ve çocukları (yandaşları) diğer yanda ise Turıyalıların çocukları olan Türkler vardır. Görüşünü böyle ifade eden Cyriak aslında şunu ifade etmektedir; Dünyada iki köklü inanç kültürü vardır, biri batı medeniyeti diğeri ise Türk medeniyeti… Turıyalıların Türklüğü ile ilgili yazan daha çok Avrupalı tarihçi adı sayabilirim ama gerek yok sanırım… Net olarak anlaşılmaktadır ki; Fatih Sultan Mehmet Han, Turıyalıların Türklüğünü bilmektedir. Onların neyin mücadelesini verdiklerinin de bilincindedir. Yani evrence yüksek düzeyde, Adem neslinin şeytani güçlerle mücadelesinin farkındadır. Sadece düşünce bazında bu bilinç düzeyinde kalmayıp, milletinin ve ordusunun başında, İlahi amaçlara yönelik bir savaşın baş savaşçısı konumundadır. Fatih’in nasıl bir bilinç içinde olduğunu ve neleri yapmak istediğini anlayan batı tedirgin olmuştur, ürkmüştür, korkmuştur…

Burada konumuza kısacık ara vererek bir hususa açıklık getirmek istiyorum. Daha önceleri yazdıklarımdan da görüldüğü gibi; Yeryüzünde Şeytani güçlerle İlahi güçlerin sürekli savaş halinde olduklarını yazıp durmaktayım. Bazı okurlar şöyle bir düşünceyi sorguluyorlar; ‘batılılar ve yandaşlarının hepsi düşman mı?’ Hayır, tam da öyle değil. Bilenler bilir; Şeytani güçler, dahası Şeytana tapanlar, Adem nesli içinde çok küçük bir azınlıktır. Her devirde olduğu gibi günümüzde de böyledir. Sayıları birkaç bin kadardır. Dünya ekonomisinin büyük bir bölümü kontrolleri altındadır. Dünya basın yayınının çok büyük bir bölümü ellerindedir. Dolayısıyla dünya siyasetine yön verebilecek güçlere sahiptirler. Ekonomik güçlerini de kullanarak kendilerine bağlı pek çok kurum ve kuruluş oluşturmuşlardır. Demokrasi, insan hakları, toplumların kalkınması için yardım ve borç programları, yardımlaşma gibi hususlar kullanılarak insanları istedikleri şekilde yönlendirmektedirler. ‘Batılı’ tabirine gelince: Şeytana hizmet nedenler; bazı insanların ve bazı toplumların yaşam koşullarını üst düzeylere çıkarırlar, bunun için diğer insanların sömürülmesi esastır. Dünyevi – bedensel arzu ve isteklerinin tatmininden başka amacı olmayan insan ve toplumlar oluştururlar. İşte bu insan ve toplumlar ‘BATILILAR’dır. Şeytani güçler bir başka inanç gurubunu da hep yanına almıştır. İsa Peygamberin yolundan sapan ve de Haçlı zihniyetinde olanlar, Şeytani güçlerin taşeronluğunu üstlenmiş durumdadırlar. Sözünü ettiğim bu toplumlarda – milletlerde – devletlerde yaşayanların içinde (sayıca çok az da olsalar) Şeytani güçlerin emirlerini yapmayan hatta Şeytani güçlerin farkında olanlar vardır. Ama bu iyi insanlar sayıca çok az olduklarından içinde bulundukları toplumun davranışlarında değişiklik yapacak etkinlikler ortaya koyamazlar. Sonuç olarak; Şeytani güçlerin tamamı birkaç bin kişi artı onların taşeronları konumunda olan (bunların sayıları da birkaç bin kişi) Haçlılardan ibarettir. Bu iki şer ittifakın güttüğü insan sürüsündeki kişi sayısı ne yazık ki 3 milyar civarındadır! Bu koca insan sürüsünün içinde ise bir avuç uyanmış insan… Bu uyutulamayan (batılıların arasındaki) insanlar arasında bilim insanları, tarihçiler ve fikir adamları da vardır. Durum bu! 

Batılılar tarihin her devrinde, Türk milleti içinde hainler yetiştirmişlerdir. Artı, kendi içlerinde yetiştirdikleri ajanlarını Türklerin üst düzey yöneticilerinin içine - yakınına sokmayı hiç ihmal etmemişlerdir. Fatih zamanındaki hainlerden biri de Maestro Lacopo idi. Tarihçi Franz Babinger'in yazdıklarına göre; Fatih zehirlenerek öldürülmüştür. Bu işin arkasında papalığın olduğu ise kesindir. Sürekli Haçlılarla işbirliği yapan Venedikliler Fatih'i öldürmek için 14 kez teşebbüste bulunmuşlardır. Sonunda bu işi; İtalya'dan, uydurma bir kaçışla Osmanlı'ya sığınan Yahudi asıllı tabip Maestro Lacopo yani Yakup Paşa vasıtasıyla başarmışlardır. Sinsi, bir köle gibi itaatkâr ve çalışkan olan bu casus, bütün marifetlerini kullanarak Fatih’in en önemli doktorlarından biri olabilmiştir. Bu arada sağladığı güvenin de sonucu olarak, paşalık unvanı ile taltif edilmiştir. Artık Fatih’in en yakınlarında bulunabilmektedir.

Fatih, bütün dünyayı yönetimi etkisine alabilmek ve Yüce Yaratıcının insanlığa gösterdiği yolda ilerlemesini sağlamak amacıyla yepyeni bir Roma İmparatorluğu oluşturmak istiyordu. Bunun için İtalya ele geçirilmeliydi. Ertrüks (Latinlerin atalarımıza verdiği ad bu) atalarımızın kurduğu o muhteşem imparatorluğun merkezini ele geçirmek istiyordu. Tasarladığı fetih için Toronto başlangıç merkezi olacaktı…

Fatih çok sağlıklıydı, o kadar ki, 300 bin askerden oluşan büyük bir orduyla sefere çıkmak üzere, gereken hazırlıkları tamamlamıştı. Orduyu, son hazırlıkların yapılması için Tekfur Çayırı denen yerde konuşlandırmıştı. İşte bu hazırlıklar sırasında Fatih birdenbire hastalandı! Nedeni belirsiz. Her geçen gün ağrıları ve ıztırabı artmaya başladı. Doktor Maestro Lacopo yani Yakup Paşa tarafından tedavisine başlandı.  Doktor; aslında sağlık için çok riskli olan şerâb-ı fariğ denilen ilacı Fatih’e içirdi. Söz konusu ilaç zaten tehlikeliydi, öncelikle başkaca tedaviler denendikten sonra en son çare olarak kullanılabilirdi. İlacın içirilmesinden sonra, Sultan Fatih birkaç saat içinde hayatını kaybetti. Bu durumda pek çok soru akla gelmekte. Sağlıklı durumdayken neden aniden kötüleşti? İçirilen o ilacın dozu nasıldı? Dahası gerçekten o ilaç mı içirildi, yoksa zehir mi içirildi? Damla hastalığının (nikris), ani bir rahatsızlıkla bu kadar kısa zamanda ölüme sebep olamayacağı biliniyordu…

Önce Fatih’in ölümünü sakladılar. Sultan’ın rahatsızlandığını, ilk tedavisinin yapıldığını; iyileşmesi için İstanbul’a dönülerek hamamlarda tedaviye devam edileceğini söylediler. Fatih’in cesedi gizlice, özellikle askerlere gösterilmeden İstanbul’a götürülüyordu. Askerler Fatih’i çok seviyorlardı, üst düzey ordu komutanları durumdan şüphelendiler ve tahtı revanı durdurarak Sultanı görmek istediklerini söylediler. Yapılan itirazlara aldırmadan tahtı revanın perdelerini açtılar. Tahtı revanın içinde Fatih’in cesediyle karşılaşan askerler; bu bir cinayettir diyerek adeta çılgına döndüler! Bazı askeri birlikler Yahudi mahallesini basarak talan ettiler. Üst düzey komutanlar ise Saraya gidip baş vezirin kafasını kestiler (Tarihçi Alphonse de Lamartine). Yahudi Doktor Yakup Paşa’nın akıbeti hakkında çok çeşitli söylemler ve yazılanlar vardır. Bence en doğrusu; tarihçi Franz Babinger’in yazdıklarıdır. Bu tarihçinin yazdıklarına göre askerler Tabip Yakup Paşayı parçalayarak öldürmüşler…  Hamagalar, batılı sahiplerinin etkisiyle Fatih’in nikris hastalığından öldüğü yalanını söyleyip yazdılar! Burada üzücü gülünç (trajikomik) olan şey, bu iddialarına kaynak olarak Âşık Paşazadeyi göstermeleridir. Oysa Âşık Paşazade, Fatih’in hastalıktan ölmediğini, aksine zehirlenerek öldürüldüğünü yazmıştır. Bu konuda bir de şiiri vardır. Fatih’in suikast sonucu öldürüldüğünü, bazı yabancı tarihçilerin yanı sıra, hamaga olmayan Türk tarihçiler de açıkça yazmışlardır. Söz konusu tarihçilerimizden biri de Hayrullah Efendidir.

Fatih’i Zehirleyen kişinin kim olduğu anlaşıldı sanırım ama onun arkasında kimler vardı? Bu sorunun cevabı da bence açıkça belli. Sultan Fatih’in (onların deyimiyle Büyük Kartal’ın) ölüm haberini alan Papalık; Korkularını üzerinden atmanın rahatlığı ve sevinci içinde bütün haçlı âlemine emir verdi. 3 gün 3 gece bütün Avrupa Kiliselerinde, sevinç çanları çaldırdı… Asıl katil anlaşılmış olmalı! Yoksa anlaşılmadı mı?
Sonuç olarak; Fatih Sultan Mehmet Han atamız,  şeytana hizmet edenler tarafından şehit edilmiştir. Ruhu şad olsun, Uçmağ’da mutlu ve nurlu olsun. Türk Milleti, Yüce Yaratıcının Kutlu Kavmi olarak görevlerini yapmaya devam edecektir…              

 

 ***********************************************************