Ali DEMİREL

Yazar - Ziraat Mühendisi

Başbuğ Melikşah’ın Öldürülmesi

 

Bu bölümde; Selçuklu İmparatorluğu’nun ünlü başbuğlarından Melikşah’ın zehirlenerek öldürülmesi ele alınacak. Ancak, bundan önce, çok değerli iki Türk Selçuklu başbuğunun şüpheli ölümlerine değinmeden geçilmesi eksiklik olur. Bu iki şüpheli ölümden birisi:

BAŞBUĞ TUĞRUL BEY’İN ŞÜPHELİ ÖLÜMÜ

Bilindiği gibi Selçuk Bey, Selçuklu İmparatorluğunun kurucu, ilteriş başbuğudur. Kurduğu devlete, atalarından Dukak’ın oğlu Selcuk’un (Selçik) adını vermiştir. Askeri dehasının yanı sıra, o çağın siyasi gelişmelerini çok iyi bilmekte olan Tuğrul Bey, gerek kardeşlerini ve emmilerinin çocuklarını gerekse Kınık boyunun diğer ileri gelenlerini çok iyi idare etmiş ve onları büyük bir imparatorluğun esaslarına göre yönlendirmiştir. Dedeleri Selçuk zamanında ve onun yönlendirmesiyle toptan Müslüman olan, Oğuzların Kınık boyu; Cent yöresinden ayrılarak daha güneye göç etmeye ve yerleşmeye başlamışlardı. Henüz devlet kurmadan, yöredeki diğer Türk Devletleri ile hep çekişme içinde oldular. Ama hemen her seferinde Selçuk Bey’in askerleri galip geldi.  O zamanın en büyük devleti olan (bir başka Türk İmparatorluğu) Gazneliler ile büyük bir savaşa tutuşan Selçuklular, M.S. 1040 yılında Gazne Hükümdarı Mesud’un ordusunu, çok daha az askerle Dandanakan’da yendiler. Bu savaş ve sonucu bütün bölge ülkelerinde yankılandı… O zamanlarda İslam Halifesinin oturduğu Bağdad’da çok sıkıntılı günler yaşanmaktaydı, şöyle ki: Abbasi halifeliği başlangıçta bir Arap imparatorluğu gibiydi ama zamanla gücünü kaybetti. Arap – Acem çatışmasının yanı sıra, gerçek İslam’ın (Kur’an ve Peygamberimizin Sünnetine göre) dışında olan sapık guruplar Hilafet Makamını adeta oyuncak haline getirmişlerdi. Bunlar Buveyhler, Şiiler, Fatimiler hatta Karmetiler Halifeyi kendilerine göre yönlendiriyorlardı. Halifenin onlara karşı gelebilecek gücü yoktu, sadece kendi koruması durumunda olan, daha önce ortalık Asya’dan getirilen bir avuç Türk kökenli askeri vardı. Her yönden sıkıştırılan Halife, Tuğrul Bey’in başarılarını duyunca hemen yardım istedi. Tuğrul Bey, Hicri 429 (miladi 1037) da Horasan’da Padişah ilan edilmişti; Halife bu durumu hemen onayladı. Artık Padişah olan Tuğrul Bey; Ebu İshak Fuka’i adındaki (bilgili ve iyi konuşan biri) kişi ile Halife el-Kaim Biemrillah’a mektup gönderdi. Mektup şöyle başlıyordu: “Biz Selçuki kullar öyle bir Milletiz ki, daima devlete, Makamı Mukaddes-i Nübüvvetin halifelerine itaat eden ve bu makama boyun büken ve taraftar olan kimseleriz…”  Anlaşılacağı gibi Tuğrul Bey, gerçek İslâmiyet’i ve Halife el-Kaim Biemrillah’ı kurtarmaya gelecekti… Tuğrul Bey ünlü baş veziri Amid ül-Mülk’ü de yanına alarak Türk ordusuyla, 25 Ramazan 447 (Milâdî 1055) de Bağdad’ın Bab eş Şemmasiye mevkiine geldiler… Halife Tuğrul Bey’i hararetle karşıladı; Abbasi saraylarında hiç olmayan şeyler oluyordu: Halife, daha önce hazırlattığı ve hemen yanına koydurduğu ikinci bir tahta Tuğrul Bey’i oturttu. Yedi kat kıymetli hilatlar giydirdi. Halife kendi eliyle; mücevherlerle bezenmiş Acem Tacını Tuğrul Bey’in başına koydu, ayrıca Arab’ın İmamesini de Tuğrul Bey’in başına taktı… Bütün bu merasimlerin anlamı; artık İslam’ın korunması ve kollanması Türklere tevdi edilmişti. Halife Tuğrul Bey’e bir de isim (lakap) taktı: “Sultanüş-şarkîve’l garb” Yani doğunun ve batının padişahı…

Bu arada Türkler ile halife arasında bir akrabalık da oluştu. Tuğrul Bey, çok sevdiği Peygamberin sülâlesi ile akraba olmayı saf – tertemiz inancının gereği olarak istiyordu. Halife de Türk Devletinin koruması altında kendisini sürekli emin ellerde görmek için akrabalık peşindeydi. Arada vezirler işi pişirdi ve Tuğrul Bey’in yeğeni, kardeşi Çağrı Bey’in kızı (Alpaslan’ın kız kardeşi) Aslan Hatun Halife el-Kaim Biemrillah ile evlendirildi. Vezirlerin asıllara vekâlet etmesiyle, Muharrem 445 (Milâdî 1056) nikâh kıyıldı. O sırada Merv’de bulunan Aslan Hatun ancak Şaban ayında Bağdad’a doğru yola çıktı…

Anlaşılacağı gibi Selçuklu İmparatorluğunun Tuğrul Bey zamanında olan olayların pek çoğunu, hiç anmadan geçiyorum, sadece konumuzun anlaşılmasına faydası olacakları özetliyorum.

Bütün bu hengâme içinde Tuğrul Bey’in hanımı Altun Can Hatun ölmüştü (Zilkade 452 – Milâdî 1060). Koca başbuğ yetmiş yaşına gelmesine karşın çok sağlıklıydı, hâlâ savaşlarda at üstünde orduya komuta ediyor ve savaşıyordu hatta fırsat buldukça ava çıkıyordu. Ve, evlenmek istiyordu. Ama o sadece sıradan bir evlilik peşinde değildi. Peygamberimizin halifesi ile ikinci bir akrabalık düşünüyordu. İşte bu amaçla Halifenin kızı Seyyide Fâtıma el-Betül ile evlenmek için harekete geçti. Onun bu fikrini, başta Vezir’i Azam Amid ül-Mülk olmak üzere bütün devlet erkânı benimsedi… Tuğrul Bey, Kadı Ebu Saad’ı Halifeye göndererek resmen kızıyla evlenmek istediğini bildirdi. Bunun üzerine Bağdad’da Halifenin sarayında kıyamet koptu! Acemlerden ve din dışı sapık guruplardan, en önemlisi de Fatimilerden, Türkler sayesinde kurtulan Araplar’ın, Arap ırkçılığı depreşmişti. Halifeyi de etkileri altına almışlardı. Ve bu evliliğe kesin karşıydılar. Bu Arap ırkçısı zümrenin başında ise Halifeye çok yakın olan Ebû Tûrâb b. El-Esiri gelmekteydi. Ayrıca Halifenin Ermeni asıllı anası Katrun-Nedâ’da bu izdivaca şiddetle karşı çıkıyordu…  Halife, çevresindeki yetkili ve de etkili Arapları karşısına alamazdı ve almadı. Adamlarından Ebu Temimi’ye şöyle bir emir verdi: “Tuğrul Bey’i ikna yoluyla bu evlenme işinden caydır, bunu başaramazsan, ödeyemeyecekleri, mesela üçyüzbin dinar mehriye ve Selçuklu’ya bağlı bütün ülkelerin gelirlerini iste.”  Halifenin adamı Selçuklu İmparatorluğu’nun başkenti Rey’e geldi. Amid ül-Mülk ile görüştü ve teklifini söyledi. Ulu vezir çok kızdı, ona sert bir şekilde şöyle konuştu: “Sultanın bu talebini red etmek Halife için hiç münasip değildir. Sultan bu işe aşırı derecede ehemmiyet veriyor. Bu mevzu üstünde ısrarla duruyor. Para ve mal istemek bahsine gelince, böyle şeyleri ileri sürmek gayet münasebetsiz bir durum olur. Çünkü Halifenin istediği bu miktarın birkaç mislini bile Tuğrul Bey’den alacaktır. Ancak bunu peşin olarak bir şarta bağlamak doğru olamaz.” Halifenin elçisi, Türk Başvezirin hiddetini görünce hemen değişti ve şöyle dedi: “Sen nasıl münasip görürsen öyle yap.” Arap elçinin bu cevabı üzerine vezir, Tuğrul Bey’e giderek “Halife isteğinizi kabul etmiştir” dedi… Tuğrul Bey, Halifenin hanımı olan yeğeni Aslan Hatun’a yüzbin nakit altın dinar ve yüzbin dinarlik da mücevher göndererek nişan işinin halledilmesini istedi. Para, mücevher ve diğer hediyeler, Başvezir Amid ül-Mülk başkanlığında bir heyet tarafından götürüldü. Bu sırada Aslan Hatun Bağdad’da sarayda idi. Halife, diğer Arapların kışkırtmasıyla, bağırdı, çağırdı, bu nişan olamayacak dedi ve Türk heyetini saraydan kovdu. Oysa Türklerin siyasi ve maddi desteği olmadan Halifelik bir hiçti. Bu durumu çok iyi değerlendiren, tecrübeli devlet adamı Vezir Amid ül-Mülk, hemen Bağdad’ın dışına (heyet halinde – koruma askerleri dahil) çıktı ve Nehruvan mevkiinde çadırlar kurdurarak oraya yerleşti. Ve bütün Türk heyeti, Vezirin emri üzerine siyah Abbasi sarığını ve elbisesini çıkarıp beyaz Türk sarık ve elbisesini giydiler. Bunun manası apaçık, Bağdad’ın yanıbaşında Abbasi saltanatına karşı gelmekti. Bu durum Arapları telaşlandırdı. Baş kadı ve Şeyh Ebu Mansur Türklerin yanına gelerek arabuluculuk yaptılar. Ama onların bu ziyaretleri pek işe yaramadığı gibi durumun kendileri için ne kadar vahim olduğunu göstermiş oldu. Halifenin veziri İbn-i Derâset, Amid ül-Mülk’ün gönlünü almak için evinde bir ziyafet verdi. Ziyafete bütün Türk heyeti davet edildi. Tam ziyafet sırasında Halifeden Türk vezirine bir mektup getirdiler! Halife mektubunda Amid ül-Mülk’e “Biz bu işi sana bırakıyoruz. Senin diyanetine ve emanetine de güvenimiz vardır.” … İşte böyle söylenmesine karşın yine nişan işini sürüncemeye bırakmaları Türk vezirini kızdırdı. Heyet götürdükleri parayı da yanlarına alarak geri döndü. Bu sırada Tuğrul Bey Hamedan’da bulunuyordu, oraya gittiler ve durumu anlattılar. Tuğrul Bey çok kızdı. Bağdad Kadil Kuzat’ına ( Bağdar baş kadısı) ve Şeyh Mansur’a mektup yazarak; kendisine haksızlık edildiğini, verilen sözlerin yerine getirilmediğini bildirdi. Duruma çok sinirlenen Tuğrul Bey, sadece mektup yazmakla yetinmedi. Amid ül-Mülk’e ve Reîsü’l Irakayn’a da emir vererek; Halifenin tahsisatının kesilmesini, ikta arazilerinin gelirlerinin verilmemesini, hatta halifeye nakit para dahi verilmemesini buyurdu. Halifenin İkta arazilerinin gelirlerinden mahrum edilmesi demek yaklaşık 500 bin dinar (yaklaşık 250 Milyar lira) gelirden mahrum kalması oluyordu. Ayrıca Türk Devleti’nin hazinesinden Hilâfet makamına tahsis edilmekte olan yıllık ödenek paraları da kesilecekti. Lüks ve israf içinde yüzen Halife sarayının bu gelirler olmadan ayakta kalması mümkün değildi. Tuğrul Bey, ayrıca yeğeni Aslan Hatun’a da haber salarak, Halifenin sarayını terk etmesini, göndereceği askerlerin muhafazasında Rey’e dönmesini istedi… Artık büyük bir hadise kopacağı belli olmuştu. Bunu anlayan halife hemen yine fikir değiştirdi. Muharrem 454 (Milâdî 1062) halifenin bu izdivaca rıza göstermesiyle; Amid ül-Mülk nikah için vekâlet gönderdi. Kadil-Kuzat ve İbn-i Yusuf’un şahit olmaları kararlaştırıldı. Ebu Ganâim ve İbn-i el-Mahleban nikâh evraklarını yanlarına alarak, o sırada Tebriz’de bulunan Tuğrul Bey’e götürdüler. Şaban 454 (Milâdî 1062) nikah merasimi tamamlandı… Nikâhtan sonra bir süre Azerbaycan’da kalan Tuğrul Bey, Muharrem 455 (Milâdî 1063) Bağdad’a geldi. Veziri Azam Amid ül-Mülk’ü, gelini alıp gideceğini bildirmesi için Halifeye gönderdi. Ama Halife yine yan çizdi! Şöyle diyordu; “Tuğrul Bey, Hanedan-ı Nübüvvetle alâka kurmak istemiştir. Bu isteğine de nail olmuştur, artık gelini götürmesine gerek yoktur…”  Arap tarafının bu evliliğe bu kadar karşı olmalarının sebebi; ‘biz peygamberin amcası Abbas’ın sülalesindeniz, biz üstünüz, bizim kızımız ancak biz gibi üstün bir kabileye gelin gidebilir…’ diyorlardı. Hani üstünlük takvadaydı! Tuğrul Bey’in Allaha ve Peygambere olan inanç ve sevgisi tartışılamaz bile… Her neyse, yapılan baskılar sonucu gelinle damadın görüşmeleri kararlaştırıldı. Tuğrul Bey Bağdad’da saray gibi bir eve yerleşmişti (bazılarına göre büyük bir Türk çadırı – otağ), gelin o eve getirildi. Ne var ki, gelin Tuğrul Bey yanına geldiğinde ayağa bile kalkmıyordu, Tuğrul Bey de onun peçesini bile açmıyordu. Bir hafta boyunca, çok kıymetli hediyelerle gelinin yanına giden damat aynı olumsuz tavırlarla karşılaştı, bir türlü emeline ulaşamamıştı. Bu arada Halifenin eşi Aslan Hatun, emmisine karşı takınılan bu tavırlardan hiç hoşlanmamıştı. Tuğrul Bey’le de konuşarak hep birlikte Bağdad’ı terk etmeye karar verdiler. Türk tarafının bu kararı Arapları yine telaşlandırdı. Halifenin bütün harcamalarını Türk devleti karşılıyordu, direk para olarak ödenek şeklinde verilenlerin dışında pek çok Selçuklu yönetimindeki ülkelerin gelirleri doğrudan Halifeye tahsis edilmişti. Bu gelirler olmazsa Halifelik ayakta kalamazdı. Dahası Türklerin koruması olmasa, Şiiler, acemler, Fatimiler, karmetiler vb. hepsi halifeliğin başına çullanmak için fırsat kolluyorlardı. Kısacası Türklere karşı olmak akıl kârı değildi. Araplar toplandılar, konuştular ve sonunda; Halife el-Kaim Biemrillah’ın kızı Seyyide Fâtıma el-Betül’ün, kocası Tuğrul Bey ile Rey’e dönmesine razı olduklarını açıkladılar. Arap ileri gelenleri ile konuşunca kızını Tuğrul Bey’le evlendirmekten cayan, Türk heyeti ile görüşünce de tekrar bu izdivacı onaylayan Halifeye karşı güven kalmamıştı. Türk tarafı hemen hazırlandı; henüz gerdeğe girmemiş damatla gelinin de içinde bulunduğu kafile Başkent Rey’e doğru yola çıktı.

Ve… Yarı yolda Tuğrul Bey hastalandı. Zifaf Rey’de olacaktı. Daha yoldayken Tuğrul Bey iyice bitkin düştü. Hiçbir hastalık belirtisi olmayan, sapasağlam, savaş ve av peşinde at dizginleyen koca Başbuğ bir anda bitmişti… Rey’e vardıklarında ölmek üzereydi ve öldü!.. (8 Ramazan455 Milâdî 1063)

Bazıları sıcağa dayanamadı öldü diye yazmış. Şaka gibi, bazıları da soğuğa dayanamadı öldü diye yazmış tarihlerinde! Bence Ulu Başbuğlarımızdan Alperen Tuğrul Bey, zehirlenerek öldürülmüş olma ihtimali çok yüksektir. Başka görüş veya iddiası olan var mı?.. Düşmanları: Fatimiler, Karmetiler, Acemler ve benzerleri ve elbette İslam’ın koruyuculuğunun Türklerin eline geçmesini bir türlü hazmedemeyen, gerçek İslam yerine Arap ırkçılığını din edinen bazı Araplar… Sizce katil hangi gurup? Yoksa işbirliği mi yaptılar?..

Sonuç olarak benim kişice kanaatim, Tuğrul Bey Atamızın ölümü kesinlikle şüpheli bir ölümdür…

Ruhu Şad olsun, dedeleri Dukak ve Selçukla birlikte Uçmağ’da olsun…

Şüpheli ölümlerden ikincisi ise:

BAŞBUĞ ALPASLAN’IN ÖLDÜRÜLMESİ

Emmisi Tuğrul Bey’in ölümünden sonra, hanedan arasında kısa bir belirsizlik dönemi yaşansa da hiçbir aksaklığa meydan vermeyecek kadar kısa bir süre içinde, Alpaslan devletin başına geçmiştir. Daha çocukluktan itibaren özellikle gençliğinde; Selçuklu İmparatorluğunun daha kuruluş döneminde, savaş ve mücadelelerin içinde yetişmiştir. Babası ünlü komutan ve devlet adamı ve de Tuğrul Bey’in kardeşi Çağrı Bey’in oğludur. Babası öldükten sonra Horasan Valiliğine atandı. Kendi arkadaşları ile özel olarak oluşturduğu askeri birlikle, Dandanakan savaşında gösterdiği başarı, onun yiğit bir komutan olduğunu ortaya koymuştu. Dini inancı çok kuvvetliydi. Gelecekle ilgili öngörüleri ve tasarıları vardı. Anadolu ele geçirilmeliydi. Bu amacına yönelik olarak Oğlu Melikşah’ı da yanına alarak Doğu Anadolu yörelerini fethetmeye girişti. Gürcistan’ı ve Doğu Roma İmparatorluğunun elinde bulunan nice beldeleri ele geçirdi. Halife Kaim bi-Emrillah bu fetihler sonucu Alpaslan’a “Ebu – Feth” (Fetihlerin babası) unvanını verdi (Milâdî 1064). Ayrıca Halife Bağdad’da Başbuğ Alpaslan adına hutbe okunmasını da emretti. Birçok hediye ve hilatlar hazırlatarak, Nakib Tarrâv ez-Zeynebî Alpaslan’dan bi’at almak ve hilatları törenle giydirmek üzere Başbuğ Alpaslan’a yolladı. Halifenin Naibi geldiğinde  Başbuğ Nahcivan’daydı. Alpaslan, Ortalık Asya tarafına kısa bir sefer düzenleyerek Üst –Yurt ve Mangışlak yörelerini ve o yörenin halkı olan Kıpçakları yönetimi içine aldı (Milâdî 1065) Bu arada Cent kentine de giderek dedesi Selçuk Bey’in mezarını ziyaret etti. Ortalık Asya’dan dönüşünde; Kirman yöresinin Valisi olan kardeşi Kavurt, söz dinlememeye, bir çeşit isyana yönelmişti onunla uğraştı (Milâdî 1066 – 1067). Başbuğ Alpaslan Ortalık Asya ve Kirman tarafında olsa da, Küçük Asya olarak da bilinen15 bin yıllık Türk Yurdu Anadolu’nun yeniden ele geçirme mücadelesi sürmekteydi. Aslında fetih hareketleri Tuğrul Bey tarafından başlatılmıştı, Alpaslan tarafından hız verildi. Emir Afşin Milâdî 1067’de, Kayseri dahil, o yöreleri ele geçirdi. Sonra Malatya ve Konya’ya hücum edildi. Başbuğ Alpaslan tekrar Gürcistan tarafına yöneldi ve Tiflis’i ele geçirdi. Oradan Halep tarafına harekete geçti. Mısır Fatimileri iyice korkmuşlar adeta kabuklarına çekilmişlerdi. Bu arada Melik Atsız, Er-Remle’yi ve Kudüs’ü Fatimilerin elinden aldı. Mekke Şerifi Muhammed b. Ebî Hâşim, Mekke’de hutbenin Abbasi Halifesi ve Selçuklu Sultanı adına okunduğunu bildirdi.

Türklerin Anadolu’yu yavaş yavaş ama sürekli bir şekilde yöre yöre ele geçirmelerinden çok tedirgin olan Doğu Roma İmparatoru hemen savaş hazırlıklarına başlamıştı. Kendi ordusunun yanı sıra Makedon, Bulgar, Maldav, Macar, Avusturya, Norman ve Frank askerini de ordusuna kattı. Bunlardan başka, Ermeni, Peçenek, Kıpçak ve Abhazaları da yanına alarak o zamanın en büyük ordusunu oluşturdu. Doğu Roma ordusunu; Zubdet üt-Tevarih ve Ravdat us-Safa müellifleri üçyüzbin olarak, İbn-ir-Ravendi ise yediyüzbin olarak yazmıştır. Bence asker sayısı, İbn-i Esir’in yazdığı ‘ikiyüzbinden biraz fazla’ tesbiti doğru olandır.

Hazırlıklarını Tamamlayan Doğu Roma İmparatoru Romen Diojen önce Ahlat’a geldi oradan da Malazgirt ovasına yöneldi. Ovaya geldiğinde ordugâhını orada kurdu. Başbuğ Alpaslan ise bu sırada Halep’te idi. Doğu roma İmparatoru’nun büyük bir ordu ile Malazgirt ovasına kadar geldiğini öğrenince hemen, Azerbaycan’ın Hoy Kenti’ne gitmek üzere yola çıktı. Oraya vardığında durumun ne kadar vahim olduğu daha iyi anlaşıldı. Hemen bir şeyler yapılması gerekiyordu. Türk ordusunun tamamının toplanması zaman gerektiriyordu, bunu beklemek ise çok riskliydi. Ne yapılacaksa hemen karar verilmeliydi. Başbuğ Alpaslan hiç telaşa kapılmadan gerekenleri yapmaya başladı. Önce Harem hatunlarını, şehzadeleri ve çocukları, Başvezir Nizam ül-Mülk nezaretinde Tebriz’e (bazı tarihçilere göre Hemadan’a) gönderdi… Durum çok tehlikeliydi, düşmanın asker sayısı çok çok fazlaydı dolayısıyla Başbuğ olacak savaşı bir ölüm – kalım meselesi olarak görmekteydi. Korkuyor muydu? Asla!.. Yaklaşık kırkbin (ünlü tarihçi Mevdudi’ye göre sadece onbeşbin) askeriyle 4 Zilkâde 463 (Milâdî 1071) Ahlat tarafına hızla harekete geçti. Malazgirt Ovasına geldiğinde, düşmana iki fersah mesafede (yaklaşık 12 Km) ordugâhını kurdu. Töre gereği Kayser’e haber gönderip barış teklifinde bulundu. Doğu Roma İmparatorunun cevabı ve Türk Başbuğu’nun karşı cevabı herkesçe bilinmekte… Türk ordusu, 26 Ağustos 1071 Cuma günü savaş düzeni aldı. Başbuğ Alpaslan askerlerine şöyle bir konuşma yaptı: “Ey Müslümanlar! Önümüzdeki bu savaş, İslam’ın mukadderatını tayin edecek bir savaştır… Kim şehitlik saadetine erişmek istiyorsa, bizimle gelsin. Kim ki, bunu istemiyorsa çıkıp gidebilir. Bu gün artık ne padişah, ne sultan ne de subeyler var… Hep Müslüman kardeşleriz… Hep kılıca sarılacağız… Bu savaş diğer savaşlara benzemez, Allah yardımcımız olsun.”  Savaş başlamadan hemen önce; Doğu Roma ordusundaki (henüz Müslüman olmamış) Peçenek ve Uz askerleri kendi aralarında bir durum değerlendirmesi yaptıktan sonra, altın karşılığında kardeşlerimizle savaşmamalıyız kararı aldılar. Başlarında bulunan Tamış Beg, Başbuğ Alpaslan’a bir haberci gönderdi ve hepsi birlikte Türk ordusunun saflarına katıldılar… Savaşın nasıl olduğu ve sonucu malum…

Başbuğ Alpaslan 465 (Milâdî 1072)’de ordusunu topladı ve Ortalık Asya’ya doğru harekete geçti. Amacı, irili ufaklı bütün Türk devletlerini ve boylarını Selçuklu bayrağı altında toplamaktı. Gidiş yolu üzerinde Karir Kasabasında, Selçuklu İmparatorluğuna bağlı bir kale vardı. Kale yıkık dökük durumdaydı; tamir ve onarımı için Yusuf Harezmî adında biri görevlendirilmiş, gerekenden fazla da para verilmişti. Ordu söz konusu kaleye yaklaştığında, Yusuf Harazmî’nin isyan ettiği haberi geldi! Akıl alır bir durum değildi, bu adam, kaledeki bir avuç askerle koca Selçuklu Ordusuna ne yapabilirdi. Bu densizin haddi bildirilmeliydi. Kale hemen kuşatma altına alındı. Ama o da ne! Yusuf Harezmî teslim bayrağını çekti… Başbuğ’un huzuruna getirilen Yusuf Harezmî hemen, ani bir hareketle, deri çizmesine sakladığı hançeri çıkarıp saldırdı. Ne yazık ki daha ilk hamlede Başbuğ’un göğsünde ölümcül yarayı açmış oldu! O anda hain, askerler tarafından parçalandı. Neye Yarar ki, daha işin başında olan ama bütün dünyayı İslami bir düzene sokmak isteyen Ulu Başbuğlarımızdan Alpaslan 42 yaşında öldü… (25 Kasım 1072)

Gelin şimdi bu cinayeti irdeleyelim: Yusuf Harezmî’nin kalede hiçbir tamir ve onarım yaptırmadığı görüldü. Kendisinin, terör ve cinayet örgütü Batînilerin mensubu olduğu, kale tamir ve onarımı için verilen paraların cinayet örgütüne aktarıldığı kanaati pekişti. Batîni katilleri, cinayetlerini hançer veya zehir kullanarak işlerler. Cinayeti işleyen örgüt mensubu (ünlü gezgin Makro Polo’nun açıkça yazdığı gibi) görevini yaptıktan sonra cennete gideceği hususunda yüzde yüz bir inanç saplantısı içindedir. Dolayısıyla verilen emri yerine getirdikten sonra kendisinin de ölmesini zaten arzu etmektedir… Yusuf Harezmî, o yıkık dökük kaledeki bir avuç askerle koca Selçuklu ordusuna isyan etmeliydi, çünkü: İsyancı da olsa yenilen veya teslim olan kişi mutlaka Başbuğ’un huzuruna çıkarılırdı, yani Başbuğ ile yüzyüze gelmenin en kestirme yoluydu bu!.. Batini cinayet şebekesinin (8. yy’dan beri) Hıristiyanlarla dost ve işbirliği içinde olduklarını, sanırım bilmeyen yoktur. Hıristiyanların, özellikle Doğu Roma İmparatoru ve ordusunu perişan ettikten sonra Başbuğ Alpaslan’ı öldürmenin yollarını aradıklarını düşünmek için çok akıllı falan olmaya gerek yoktur sanırım… Şimdi bütün bunların tuzuna- biberine bir bakalım: Yabancı tarihçiler ve özellikle Türk düşmanı olanlar, yazdıkları her konuda olduğu gibi Başbuğ Alpaslan konusunda da yalan yazma ve iftira atmalarını sürdürdüler. Avrupalı olsun olmasın bütün Hıristiyan tarihçiler, yazdıkları kitaplarda Başbuğ Alpaslan’ı sürekli kötülerler, hakaret ederler hatta küfrederler. Daha da ilginç olan; Yusuf Harezmî’yi bir kahraman gibi gösterirler! Ne acıdır ki bizim sözde tarihçilerimiz de, birer Hıristiyan militanı olan bu tarihçileri kaynak olarak alırlar. Daha beterini bilmek istersiniz sanırım; büyük iki Türk bankası, tek derdi Türk ve İslam düşmanlığı olan birinin kitaplarını Türkçeye çevirip, kültür faaliyeti imiş gibi, okumaları için insanlarımıza dağıtmaktadır! Hıristiyan bir Arap olan sözünü ettiğim yazar, Lübnan ve Fransa’da yaşamını sürdürür, sanırım kim olduğu anlaşılmıştır. Yazdığı kitaplarda, çoğunlukla doğruları yazar, arada kendi yorumunu da katar ama… Yazdıklarının arasına öyle söz, sözcük ve cümleler sıkıştırır ki, yenilir yutulur gibi değildir ve bu araya sıkıştırmalarda kesinlikle yalan yazar, kinini kusar. İşte o araya sıkıştırdıkları, okuyucuların belleğine bir pislik olarak yapışıp kalır. Bu Türk ve İslam düşmanı da diğerleri gibi Başbuğ Alpaslan’a iftiralar atar, hakaretler eder, Yusuf Harezmî’yi ise kahramanlaştırır…

Bunca irdelemeden sonra ne dersiniz?.. Sizi bilmem ama ben diyeceğimi diyorum: Başbuğ Alpaslan’ın öldürülmesi, sanıldığından farklı şüpheleri içermektedir, sıradan bir olay değildir. Bu cinayet; uluslararası ve dinler arası hatta uygarlıklar arası bir tezgâhın sonucudur.

Adı gibi Alp olan, Aslan gibi güçlü ve asil olan ulu atamız! Ruhun şad olsun…

BAŞBUĞ MELİK ŞAH’IN ZEHİRLENEREK ÖLDÜRÜLMESİ

Başbuğ Melik Şah’ın zehirlenerek öldürülmesinin nedenlerini ve katillerin kimler olduğunu anlayabilmek için; Başbuğ’un neler yaptığına ve neler yapmayı tasarladığına da bakmak gerekir.

Başbuğ Alpaslan’ın öldürülmesinden sonra, Yönetimde boşluğa yer vermemek için, zaten önceden Veliaht ilan edilmiş olan Melik Şah Başbuğ ilan edildi. Başta Ulu Vezir Nizam ül-Mülk olmak üzere bütün devlet erkânı ve askeri kesim yeni Başbuğ’a biat ettiler. Başbuğ Melik Şah hiç zaman kaybetmeden ortalık Asya tarafına sefer düzenledi. Bundan amacı o tarafı emniyete alıp sonra Ortadoğu ve batıya yönelmek istiyordu. Ortalık Asya ziyaretini kısa zamanda tamamladı ve oraları yönetmek üzere kardeşi Ayaz’ı yörenin valisi olarak görevlendirdi. Sonraları o bölgede bazı hadiseler çıksa da durum düzeltildi… Bu arada Hilafet makamından saltanat beraatı alınmak üzere Saad üd-Devle Gevher Ayin Bağdad’a özel elçi olarak gönderildi. Safer 466 (Milâdî 1073) de Halife tarafından yeni Başbuğ’a saltanat beraatı verildi…

İmparatorlukta bazı isyan hareketlerinin baş göstermesi, bunların bertaraf edilmesi hatta Ortadoğu’da yeni fetihlerin yapılması (bilhassa Atsız’ın başarılarını) gibi konuları yazmaya hiç gerek görmüyorum. Asıl konumuz olan cinayet ile ilgili veya ilgili olabilecek konuları irdeleyeceğiz.

Doğu Roma İmparatorluğuna karşı, hiç durmayan akınlar başlatıldı. Daha Alpaslan zamanında Anadolu’yu fethe başlayan; Kutalmışoğulları, Süleyman Şah, Alp İlig vb. Selçuklu Uç Beyleri, Başbuğ Melik Şah’tan aldıkları emirler üzerine fetihlere hız verdiler. Sonradan bu akınlara Emir Porsuk ve Bozan da katıldı. Bu akın ve fetihler sonucu Selçuklu İmparatorluğu’nun sınırları Doğu Roma İmparatorluğunun hemen yanı başına (İznik) kadar dayandı. İmparatorluğun Kirman bölümü bizzat Melik Şah tarafından güven altına alındı. Kirman’dan sonra Türk Karahanlı Devletinin batı ve doğu bölümleri de İmparatorluğun içine alındı. Diğer taraftan Arabistan’ın pek çok yeri, özellikle Hicaz yöresi İmparatorluğa bağımlı hale getirildi. Yemen tam olarak denetim altına alındıktan sonra Hind Denizi’ne bakan kıyıda bir askeri üst oluşturuldu. Böylece Selçuklu İmparatorluğu’nun sınırları; Kaşgar'dan, İstanbul'a, Akdeniz'den Kafkaslar'a hatta Yemen ve Umman Denizi'ne kadar (10.000,000 Km2) genişlemişti. Ülke içinde adalet ve güvenlik, hiç görülmemiş derecede sağlam temellere oturtuldu. Yepyeni bir takvim kullanılmaya başlandı. Bütün bu başarılar elbette bir kişiye yani Melik Şah’ bağlanamaz ama baş, baş olmazsa kollar yetenekli olsa ne olur, ancak çekişirler ve dağılırlardı. Başbuğ Melik Şah’ın kardeşleri, Selçuklu emirleri, beyleri ve komutanlarının her biri birer Bozkurt idi, işte bunlardan bazıları: Emir Savtekin, Emir Bozan, Emir Aksungur, Emir İsabörü, Emir Artuki, Emir Çabak, Emir Yağı Basan, Emir Çökermiş, Emir Ayaz,  Emir Tekiş, Emir Böribars, Emir Tutuş, emir Artsız… Ve daha niceleri… Bunlar o çağda Selçuklu İmparatorluğunun muhteşem insanlarıydı. Anlaşılacağı gibi o çağda Selçuklu Türk İmparatorluğuna karşı gelebilecek hiçbir güç yoktu. İmparatorluk, bütün dünyaya nizam verme yolunda ilerliyordu.  Bu durum; başta Hıristiyanlar olmak üzere, Fatimileri (Mısır’da) ve onların cinayet şebekesi Haşhaşileri (Batini terör ve cinayet örgütü) ve de fanatik ırkçı Arapları çok rahatsız etmekteydi. Selçuklu İmparatorluğuna ve tabii ki Melik Şah’a karşı besledikleri düşmanlıkları delilik derecesindeydi ama ellerinden bir şey gelmiyordu…

Selçuklu İmparatorluğu’nun bu evrensel çabaları sürerken başka bir gelişme de şöyleydi: Şevval 474 (Milâdî 1081) de O zamanın Halifesi El Muktedâ, Fahr üd-Devle Ebu Nasr ibn-i Cehiyr’i Başbuğ Melik Şah’a gönderdi. Halife; Selçuklu İmparatorluğunun eteklerine daha iyi yapışabilmek için yeni bir akrabalık tesis etme peşindeydi. Bu amaçla Başbuğ Melik Şah’ın kızı ile evlenmek istiyordu. Bu arada hemen belirtmem gereken bir şey daha var: Selçuklu İmparatorluğunun üst düzey kişilerini sayarken çok önemli iki kişiyi zikretmemiştim. Bunlardan biri Ulu Vezir Nizam Ül-Mülk diğeri ise Başbuğ Melik Şah’ın karısı Türkan Sultan’dır. Türkan Sultan çok önemliydi, o kadar ki, devletin bazı işlerini o yürütürdü, alınan bütün kararlardan haberi olurdu katkısı da olurdu hatta bazı komutanlar ondan emir almaktaydı. Türkan Sultan’ın koyu bir Türkçü olduğu da bilinmektedir… Halifenin dünürcü olarak yolladığı elçisi ile önce Nizam Ül-Mülk görüştü. Konu anlaşılınca Türkan sultana gidildi. Türkan Sultan kızını Halifeye vermek istemiyordu. Pek çok ricacı- aracı uğraştı ama Türkan Sultan’ı ikna edemediler. Halifenin adamları en son çare olarak, eski halifenin eşi olan Aslan Hatun’u devreye soktular. Aslan Hatun; İmparatorluğun gücünün artması ve Müslümanlar üzerinde mutlak hâkimiyet kurulabilmesi için böyle bir evliliğin siyasi çıkarların icabı olduğu konusunda Türkan Sultan’ı ikna etti. Türkan sultan bu evliliğe razı oldu ancak şu şartı da ileri sürdü: Halife kendi hanımından başka hanım veya cariye almayacak, dedi. Halife bu şartı kabul edince Safer 474 (Milâdî 1082) de evlilik gerçekleşti. Ama, Türkan Sultan, kızını, yaşı küçük olmasından dolayı beş yıl Bağdat’a yollamadı. Nihayet Muharrem 480 (Milâdî 1087) de gelin Bağdat’a gönderildi… Gelinin çeyizleri; 130 deve, 74 katır ve 30 beygire yüklenmişti. Altın paradan kıymetli mücevherlere, ipekli kumaşlardan mücevher işlemeli eşyalara kadar çok zengin bir çeyiz hazırlanmıştı. Gelin alayının başında, Türkan Sultanın çok güvendiği Emir Porsuk bulunmaktaydı. Kafile Bağdat’a vardığında büyük bir coşku ile karşılandı.

Halifenin oğlu oldu veya Başbuğ Melik Şah’ın torunu oldu. Adını Ebu’l-Fadl Cafer koydular. Evlilik, meyvesini vermişti ama pek de iyi yürümüyordu. Halife ile Melike arasında huzursuzluklar baş gösterdi, bu durum Selçuklu yönetimi ile Halifelik arasına da sıçradı. Sonunda Melike kocasını babasına şikâyet etti. Başbuğ Melik Şah da kızını kendi evine çağırdı. Melike baba ocağına döndükten üç-beş ay sonra öldü! Melike’nin ölmesi üzerine, iki taraf arasındaki, dondurulmuş sorunlar açığa çıkmaya başladı. Özellikle Arap tarafı (Arap tarafı diye yazıyorum çünkü nifak, Halifenin çevresindeki fanatik Arap ırkçılarından çıkıyordu) Türkler aleyhinde, dedikodu, kötüleme hatta Türk ve de İslam düşmanlarıyla ilişki kurma gibi hoş olmayan faaliyetler içine girmişlerdi. Bu nifak tohumlarının ekilmesinde en etkin kişi Halifenin Baş Veziri Ebu Şuca idi. Başbuğ Melik Şah Halifeye haber göndererek Ebu Şuca’nın bütün görevlerden azledilmesini istedi. Halife bunu asla kabul etmeyeceğini, Ebu Şuca’nın görevinde kalacağını bildirdi.  Bu kez Başbuğ Melik Şah, Bağdat tarafına ava geleceği haberini Halifeye gönderdi. Araplar Türkleri ve yöneticilerini iyi tanımışlardı, ava gelmenin ne demek olduğunu çok iyi biliyorlardı. Halife alelacele bir elçi yolladı. Elçi Başbuğ Melik Şah’a Ebu Şuca’nın bütün görevlerinden azledildiğini söyledi, bununla ilgili Halifenin emirname evrakını da elinde getirmişti… Başbuğ Melik Şah, Anadolu’nun tamamını, belki de Doğu Roma’yı ele geçirmek istiyordu. Ama öncelikle halletmesi gereken iki şey vardı. Batıya savaş açtığında İmparatorluğun arkası güvencede olmalıydı. Bunun için Mısır’ın Fatimilerden tamamen kurtarılması gerekiyordu. Ancak Mısır’a sefer düzenlemeden önce Halifelik makamının uzun vadeli bir güvenceye alınması şarttı. İşte bu amaçla Halifeye elçi göndererek; Halifenin oğlu ve de kendisinin torunu olan Ebul-Fadl Caferi, kendisinden sonra Halife olması için şimdiden veliaht ilan etmesini istedi. Halife El Muktedâ, veliahtlığın eski karısından olan büyük oğlu El Mustazhir Billah’ın hakkı olduğunu ileri sürerek bu teklifi ret etti. Bu cevaba hiddetlenen Başbuğ Melik Şah, bu kez daha sert bir şekilde haber göndererek, Bağdat tarafına hemen ava çıkacağı haberini yolladı ve de Bağdat tarafına hareket etti. Ve… Yolda avlanılan avlardan birinin eti Başbuğ Melik Şah’a ikram edildi. Zehirlendi ve öldü…

Cinayetin zehirle işlendiği belli, zehiri ete veya kürdana hangi hainin koyduğunun aslında pek önemi yok. Asıl kalleş katiller kimler? İşte size zanlı listesi: Hıristiyanlar, Fatimiler ve onların teröristleri Haşhaşiler ve de Fanatik Arap ırkçıları… Bunlardan hangisi ya da hangileri? Belki de hepsi! Çünkü hepsinin özellikleri, inanç ve tutumları Yerlik’in uşakları olduklarını açıkça göstermektedir.

Ne yazık ki düşmanların istediği olmuş, İmparatorlukta taht çekişmesi başlamıştır. Koca Selçuklu İmparatorluğu, o, dünya gücü olduğu heybetli günlerine geri dönememiştir.

Bütün Türk Milleti, hepsi Ulu Başbuğlarımızın torunlarıdır.

Melik Şah Ata! Torunların seni saygıyla anmaktadır. Erlik’in uşakları yeryüzünde hâlâ varlar. Ama Biz de varız!

Ruhun Şad olsun…

 ************************************************