İsmail KAHRAMAN

Belgeselci - Gazeteci

belgeselciismail@gmail.com

İnsan Haklarının Temeli Adalettir

Adalet ve hukuk sadece Türkiye’de değil, bütün dünya ülkelerinde tartışılıyor. Mahkeme salonlarında  büyük harflerle 'Adalet Mülkün Temelidir' yazısı  çok anlam ifade eder.

Adalet, her bakımdan çok önemlidir. Adalet, insan haklarının da temelidir.

İnsan haklarını en çok dile getiren Avrupa ülkelerinde sığınmacıların yaşadıkları acı durum, Avrupa’nın gerçek yüzünü gösteriyor.

İslam coğrafyası ise Avrupa'dan daha kötü, birçok İslam ülkesinde gördüklerim insan hakları ve adalet açısından hem üzücü ve hem de düşündürücü.

Kur'an ayeti ile yüce Allah'ın kesin emri olan adaletli olun emrine rağmen, adalet hep tartışma konusu olmuş, birçok İslam ülkesinde insan ve hayvan haklarına saygı gösterilmemiş.

Türkiye Devleti olarak, adalet reformundan söz edildiği bu günlerde 30 yıldır tanıdığım değerli hukukçu arkadaşım Av. Necmi Özen Bey'in insan hakları ve adaletle ilgili yazıp, bizimle paylaştığı yazıyı bugün sizlerle buradan paylaşmak istiyor ve kendisine teşekkür ediyorum.

***

İNSAN HAKLARI,  ULUSLARARASI HUKUK ALANINDA  İSLAM ÜLKELERİ  NEDEN YOK

İnsan Hakları ve  adalet, ülkemizin dünyanın ve uluslararası hukukun en çok kullandığı kavramlardandır.

Günümüzde de  tüm dünyanın en çok gündemini işgal eden bir konudur. Birleşmiş Milletler ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi gibi büyük organizasyon ve uluslararası kurumlara rağmen hak ihlallerinin günümüzde artarak devam ettiğini görüyoruz. 

Son yüzyılda, dünyanın hakim gücü olan batı uygarlığı insan hakları alanında seküler, liberal ve laik  anlayışını dini değerleri dışlayarak evrenselleştirmeye çalışmaktadır.

Dünya ve insanlık bunun acı sonuçlarını yaşamış yaşamaya da devam etmektedir.   

Modernizmin kurucularından,  Jürgen  Hoberman  dahi post modernizm çağında  dindar bir insan kendini ifade edemiyorsa, dini değerlerin  hukuk düzeninde yer alması gerektiğini ifade etmiştir. Batının günümüzdeki bu  anlayışını  John Esposito laikçi köktencilik olarak nitelendiriyor.

1789 tarihli,  İnsan ve Vatandaş  Hakları Beyannamesinin John Loce  gibi kurucu liderlerinin  hıristiyan doğmalarından hareketle beyannameyi hazırlamış olmalarına rağmen bugün gelinen nokta Avrupa ve dünyamız  adına üzüntü vericidir.

Avrupa ülkeleri,  bugün insan haklarının korunması ve uygulanması  hususunda  dünyanın diğer ülkelerine  göre, daha ileri noktada olmasına rağmen, sömürgecilik anlayışını halen devam ettirmeleri, insani müdahale hakkını, sadece sömürü düzenini devam ettirmek  amacıyla  yaptıkları  için insanlık, korkunç trajedilerle karşı karşıya kalmaktadır. Öyleki sekülarizmin ve sömürgeciliğin pençesinde olan batı uygarlığı kendi milletlerini refah toplumu yaparken tüm insanlığı emperyalist amaçlarına kurban etmektedir. Batıda hakim olan bu anlayış kendi toplumlarını da zamanla etkileyecektir.

Batının, dini kamusal alandan dışlayan,  ben merkezli, bireyi esas alan özgürlük anlayışı, insan hakkının bir amaç değil araç olarak kabul eden hakim insan hakları paradigması, sorgulanmalıdır. Ülkemizde de aynı anlayış  tezahür etmiştir. Ülkemizde, Batı ülkelerinin  en katı ve  seküler yönetimlerinden daha seküler bir yönetim anlayışı, dini ve sosyal değerleri toplumsal hayatın dışına atan yönetim tarzı, sergilenmiştir.  Neredeyse, insanların yatak odası dışında kamusal alan ilan edilmeyen alan bırakılmamıştır. Kamusal alanda başörtüsü takanlara cezalar verilmiş temel insan haklarından biri olan eğitim hakkı engellenmiştir.

Batının  bu, ben merkezli özgürlükçü paradigması, kişiyi, aileyi ve toplumu yıpratmaktadır.  Batıda ve ülkemizde  aile müessesesi çatırdamakta evlilikler sona ermektedir. Batı uygarlığında  Homoseksüellik ve türevleri  zirve yapmış,  hem cinslerin evliliği aile müessesesi'ni temelden sarsmıştır.  Avrupanın bu yaklaşımı ülkemizi ve  diğer ülkeleri de etkilemektedir. İlimizde bir meclis üyemizin adını bana bildirdiği,  bir mahallede  bir yılda yapılan 12 evlilikten 11 tanesinin boşanma suretiyle neticelendiği bilgisi karşı karşıya olduğumuz tehlikeyi ortaya koymaktadır.

Batı sekülarizmi tüm dünyaya dayatmaktadır. Batılı ülkeler, insan haklarını  gerekçe göstererek " İnsanı Müdahale  Hakkı "  çerçevesinde  Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararı ile başka ülkelere müdahalede bulunmaktadır. Tarafgir davranarak kararlar alınmakta emperyalist amaçlarla müdahale edilmektedir.

Filistinle ilgili Birleşmiş Milletlerde alınan kararların hiçbiri uygulanmadığı gibi  Bosna, Libya, Suriye, Irak, Somali ve Ruanda da Birleşmiş milletlerin tutumu, endişe verici niteliktedir. 

Birleşmiş Milletler, İslam ülkeleri sözkonusu olduğunda çifte standart uygulamaktadır. Koruma sorumluluğu ilkesi çerçevesinde İnsanı Müdahale Hakkını istisnai olarak  kullanan batılı güçler, sömürü düzenlerini devam ettirmek   amacıyla bu ilkeden istifade etmektedirler. Bizdeki seküler insan hakları savunucuları ile İslam dünyasının batıda eğitim almış liberal seküler İnsan hakları savunucuları da bu durumu görmezden gelmektedirler. Hatta bununla kalmayıp   İnsan Hakları konusunda  milat olarak batının tarihini esas almaktadırlar.

Afrika, Asya kıtasında  ve İslam dünyasında insan haklarının seyri farklı olarak değerlendirilmelidir.

Peygamber efendimizin Medine sözleşmesi ve Veda hutbesi, insan hakları konusunda dünya tarihinde bir inkılaptır. Veda Haccı hutbesi, insanın değerini, evrensel insan kardeşliğini, ırk, renk ve sınıf gibi mülahazalara dayanan bütün ayrımları kaldırıcı bir kardeşliği savunan prensipler ihtiva etmektedir. Burada canların, malların mukaddes olduğu ilan edilmiştir. O insanlara hitaben: " Hepiniz Adem'in çocuklarısınız. Adem ise topraktan vücut bulmuştur." demiştir.

İslam' da bütün insanlar adalet karşısında eşittirler.  İslam hukukçuları özellikle İmam Ebu Hanife bir müslümanın bir zımmiyi (gayrı müslim tebaayı) öldürmesinin, müslümanın müslümanı öldürmesinden daha ağır olduğu görüşünü beyan etmiştir. (Kaşani, VII/237,İbnu Melek, 37.) Sonuç olarak insan mü'min olsun olmasın, Allah'ın kulu ve güzel emanetidir.   İnsanlar arasında, insan olma bakımından her hangi bir fark görmemek, onları eşit hak ve değere sahip varlıklar olarak kabul etmek, İslamın'ın hümanizma anlayışıdır. (Akşit, M Cevat, İslam Ceza Hukuku ve İnsani Esasları s.13) 

Yeni doğmuş  köpek yavruları zarar görmesin diye, ordunun yönünü değiştiren, yavruların başına  nöbetçi koyan  bir peygamberin ümmetinin insan hakları konusundaki hassasiyetinden şüphe etmemek gerekir. Bugün Osmanlı imparatorluğunun yüzyıllarca hakim olduğu coğrafyada her dinden her ırktan insan özgürce yaşamıştır. İslam devletleri, Peygamber Efendimizden itibaren hem islam coğrafyasında hem de etki alanlarında insan haklarının teminatı oldular.

Osmanlı imparatorluğu  uzun yıllar  Avrupadaki uluslararası hukuk ve kamu hukuku alanındaki  gelişmelere seyirci kaldı. İlgide duymadı. Kendi değerler sistemini içselleştirmiş, özgüveni  vardı. Çünkü Avrupa ile yaptığı her savaşı kazanıyordu. Avrupadan çok daha ilerdeydi.  Ulus devlet sistemine de soğuk bakıyorlardı.

Osmanlı aydınları, batılıların kamu hukuku alanındaki gelişimine  şüpheli bakıyor, bu hukuk sistemini, Avrupanın sömürü aracı ve hakimiyet kurmak için kullanılan bir araç olarak düşünüyorlardı. Osmanlılar 1856 Paris anlaşması ile  Avrupa hukukunun parçası olmuştur.

Prof. Berdal Aral' ın da ifade ettiği gibi Osmanlı hukukçuları 19. yüzyılda  Uluslararası hukuk alanında  çok önemli çalışmalar yapmışlardır. Bu çalışmalarda ve yazdıkları eserlerinde Osmanlının hukuk alanında değişim yapması gerektiğini savunmuş ve uygulamaya koymuşlardır. Uluslararası hukuk alanında çok değerli çalışmalar yapmışlardır. Bu dönemde dört beş yabancı dili anadili gibi bilen çok sayıda uluslararası hukuk uzmanı hukukçular yetişti.

Osmanlı imparatorluğunun yıkılması ile birlikte  islam hukuku, islamın temel hak ve özgürlükler alanındaki  temel prensipleri ve görüşleri Birleşmiş Milletler ve Avrupa Ülkeleri nezdinde temsil edilmemiştir.  İnsanlık bu değerlerden mahrum kalmıştır.

Günümüzde, İslam ülkelerinin durumu  içler acısıdır. İslam ülkeleri Avrupada olduğu gibi bir araya gelmek zorundadır. Birlikte İnsan Hakları Komisyonları, ISLAM ÜLKELERİ, İNSAN HAKLARI MAHKEMESİ gibi kurumları kurma mecburiyeti hasıl olmuştur.  İslam ülkeleri ve Türki Cumhuriyetler,  birlikte,  Ortak Pazar ve Gümrük Birliği  benzeri Uluslararası Organizasyonları kurmaları gerekmektedir. Bu organizasyonların kurulması  neticesinde islam devletlerinin yönetimleri ve idarecileri  insan hakları konusunda  islami değerlere uygun hareket etmek zorunda kalacaklardır.

(Kaynak: Eğitimci ve Hukukçu  Av. Necmi ÖZEN)