Oğuz ÇETİNOĞLU

Ekonomist, Araştırmacı-Yazar

ocetinoglu1@gmail.com

19 Mayıs 1919

Mustafa Kemal Paşa, 19 Mayıs 1919 târihinde, ‘Ordu Müfettişi’ sıfatı ve 47 kişiden oluşan heyet ile Samsun’a gitti.  Bu târih, Kurtuluş Savaşı’mızın başlangıcı olarak kabul edilir. 19 Mayıs günü ilk defa, 1926 yılında Samsun’da ‘Gazi Günü’ adı ile kutlandı. 24 Mayıs 1935’de ‘Atatürk Günü’ olarak ilân edildi. 19 Mayıs 1938’de ‘Gençlik ve Spor Bayramı’ adını aldı. 1981 yılında bu isim, ‘Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı’ olarak değiştirildi.

19 Mayıs 1919’da sembolik olarak başlayan Kurtuluş Savaşı, Türkiye Millet Meclisi Hükümeti’nin aldığı kararla fiilen başlatıldı. Savaş 30 Ağustos 1922’de Başkomutanlık Meydan Savaşı ile askerî alanda, 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması ile siyâsî mânâda sona erdi. Aynı yılın 29 Ekim gününde, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurulduğu dünyaya ilân edildi.

19 MAYIS 1944

Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı kutlamaları sebebiyle Ankara’da, stadyumda Türk Milleti’ne hitap etti.  ‘İnönü’nün 1944 Nutku’ olarak anılan konuşmada;  Hüseyin Nihal Atsız’ın, 3 Mayıs Türkçülük dâvâsının açılmasına sebebiyet veren açıklamalarına cevap olabilecek cümleler yer alıyordu.

Devlet başkanının bizzat kendisinin irad ettiği bu nutuk, Türkiye'nin fikir ve siyâset  târihinde çok mühim nirengi noktalarından biridir. Millî ve milliyetçi bir devletin, kendi milliyetçilerini ağır bir şekilde ‘zararlı’ sayıp sanık sandalyesine ilk defa oturtulmuştur. Bu târihten itibâren Türk milliyetçiliği, maksatlı kimselerce aşırı ve zararlı akımlar arasında görülmeye, gösterilmeye başlanmış, milliyetçiler zaman zaman kendi devletlerinin görevli organ ve unsurlarınca sakıncalı personel sayılarak tâkîbe uğramışlardır. Bu nutuk, İsmet Paşa ile devlet partisi CHP'nin 6 okundan biri milliyetçilik olduğu halde, milliyetçilerle ilgisinin bir daha onarılamayacak şekilde kopması neticesini doğurmuştur. Devlet başkanının ağzından böyle bir nutkun verilmesi, Türk düşmanları için eşsiz ve bulunmaz bir fırsat ve yıllar boyu devam edecek bir imkân teşkil etmiştir. Atatürk devrinde yegâne fikir olan ve kimsenin dolaylı olarak bile aleyhinde bulunamadığı Türk milliyetçiliği, yediği bu ağır darbe ile tam anlamıyla perişan edilmiş ve ayaklar altına alınmıştır.

Kalemşorlar ve mikrofon bülbülleri, bed sesleriyle ve her vesile ile ‘ırkçı-Turancı’ etiketini yapıştırdıkları Türk milliyetçilerine saldırdılar. Gerek Türkçülük dâvâsının mağdurları gerekse onları destekleyenlerden hiçbiri, milliyetçiliğini ırk esasına dayandıran kişiler değildi. Türk ırkından olmayı, yalnızca mensubiyet ifâde etmek için kullanmaktaydılar. Turancılık ülküsüne gelince: Bu düşünce hiçbir zaman esir Türkleri kurtarmak için onlara tahakküm eden devletlere savaş açmak maksadını taşımıyordu. Dünya üzerindeki bütün Türklerle kültürel ilişkilerin korunması, onların varlığının unutulmaması - unutturulmaması hedef alınmıştı. Bu mânâda en büyük Turancı, hiç şüphesiz ki Mustafa Kemal Atatürk idi.  Bu gerçeğin en kuvvetli delili, O’nun 29 Ekim 1933’te, Türkiye Cumhuriyeti’nin 10. yılında yaptığı târihî konuşmadır. Aynen şöyle diyor:

‘Bugün Sovyetler Birliği, dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat yarın ne olacağını kimse bugünden kestiremez. Tıpkı Osmanlı gibi, tıpkı Avusturya -Macaristan İmparatorluğu gibi parçalanabilir, ufalanabilir. Bugün elinde sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından kaçabilirler. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir. İşte o zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir. Bizim bu dostumuzun idâresinde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onlara sâhip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak yalnız o günü susup beklemek değildir. Hazırlanmak lâzımdır. Milletler buna nasıl hazırlanır? Mânevî köprülerini sağlam tutarak… Dil bir köprüdür... İnanç bir köprüdür... Târih bir köprüdür...

Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü târihimizin içinde bütünleşmeliyiz. Onların (Dış Türklerin) bize yaklaşmasını bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gerekli...