Nuri GÜRGÜR

Avukat

Amasra’daki Maden Ocağında Yaşanan Facianın Düşündürdükleri

Geçen ay Amasra’da yaşanan grizu patlamasında, yerin 320 metre derinliğindeki maden ocağında ekmek parası kazanabilmek için canlarını ortaya koyarak çalışan 41 işçimizin hayatını yitirdiği, beşinin yoğun bakımda tedavilerinin sürdüğü facianın üzerinden bir ay kadar bir zaman geçti.

Kazanın ardından ilk günlerde medyada ilk haber olarak yer alan olay kısa sürede güncelliğini kaybetmiş görünüyor. Ancak dün Karar Gazetesi’nde manşetten verilen haber facianın rastlantı sonucu meydana gelmediğini, idarenin çok ciddi kusurlarının olduğunu açıkça ortaya koyuyor.

Patlamanın nedenlerini bulabilmek amacıyla savcılık tarafından oluşturulan, çeşitli dallardan yedi mühendisin yer aldığı bilirkişi heyetinin incelemelerinin ardından  hazırladıkları “ön rapor”, Amasra Cumhuriyet Başsavcılığı’na sunulmuş bulunuyor. Raporda son derece önemli tespitler yer alıyor.

Gazete  bunları  “dört ihmal bir facia” başlığıyla manşetten duyuruyor. Uzmanlardan kurulu bilirkişi heyeti özellikle dört hususun yahut ihmalin üzerinde duruyor:

1) Havalandırma yetersizdi. Bununla ilgili sorun yöneticiler tarafından  dört yıldır biliniyordu. Sistemin iyileştirilmesi maksadıyla 2019 yılında ihale yapılmış olmasına rağmen  proje dört yıl boyunca tamamlanıp hayata geçirilemedi. Geçen hafta TBMM‘de kurulan Araştırma Komisyonu’nda vekillerin sorularını cevaplandıran TTK Genel Md. Yardımcısı,  gecikmenin sebebinin pandemiden kaynaklandığını, yüklenici firmaya üç defa uzatma imkanı verildiğini, nihayet birkaç ay önce gerekli teknik cihazların ithalinin yapılarak montaj aşamasına gelindiğini, fakat takılmalarına zaman kalmadan kazanın yaşandığını söylüyor. Yani hukuk literatüründe “tevilli ikrar” denilen bir ifade kullanmış oluyor. Raporda “yetersiz ve etkisiz havalandırma sisteminin olayın meydana gelmesinde temel unsur olduğu“ belirtiliyor.

2) Kömür tozuyla mücadele edilmedi. Ocak içinde yeterli miktarda ve temiz hava dolaşımı sağlanamamış, bu nedenle yanıcı ve patlayıcı gazları ve “kömür tozları” insanların çalıştığı yerlerde seyreltme ve hızla ortamdan uzaklaştırma görevi yerine getirilmemiştir.

3) Metan drenajı yapılmadı. Metan seviyelerinin uzun süre yüksek seyretmesinden dolayı potansiyel patlayıcı ortam oluşmuştur. Tertip defterleri incelendiğinde maden ocağının kısmen dahi olsa boşaltılması yönünde bir önlem alındığı ve üretim miktarında azalma olduğu görülmemiştir.

4) Denetleme mekanizmaları çalışmadı. Metan drenajı uygulaması hayata geçirilmiş olsaydı meydana gelen kaza önlenebilirdi.

Facianın adli ve idari soruşturmaları umarız gecikilmeden yapılır, hukukun gereği neyse yerine getirilir. Ama ülkemizde bu tarz olaylar çoğu defa farklı bir seyir izleyebiliyor. Birkaç yıl önce Kozlu’daki maden ocağındaki patlamada 8 işçimiz hayatını kaybetmişti. Buranın işletme müdürünü mahkeme kusurlu buldu ve dört yıl iki ay hapis cezası verdi. Ama nasıl olduysa bu kişinin cezası evvela üç yıla indirildi ve ertelendi. Bu kişi  “makbul vatandaş”lardan olmalı ki cezası dikkate alınmadan terfi ettirildi; halen TTK Genel Müdürü olarak hizmetlerini sürdürüyor. Marmaris ve Manavgat’ta  ormanlarımız havadan gerekli müdahaleler yapılamadığından cayır cayır yanarken Tarım  ve Orman Bakanı olan kişi de hiç bir şey olmamış gibi uzun süre makamında kalmamış mıydı? Soma’da can veren 301 maden işçimizin acılarını ailelerinin, yetimlerinin dışında hatırlayan var mı? 

Bu hafıza zaafımız sadece insani bir sorun değil; millî ekonomimizi olumsuz etkileyen, toplumsal acılara yol açan olayların nereden kaynaklandığını, sorumluların kimler olduğunu araştırmak, yanlışlarla yüzleşmek, düzeltilmesi yollarını aramak ve ciddiyetle uygulamak gibi bir alışkanlığımız yok; yönetim yetkisine sahip siyasetçilerimiz çok defa gündemi hızla değiştirerek  olanları en kısa zamanda unutturmak isterler. Bunu yapmak mümkün değilse üst düzeydeki birkaç yöneticiyi sorumlu gösterip cezandırmak suretiyle hukukun gereğini yaptıklarını öne sürerek kendilerini aklamayı tercih ederler.

Türkiye dahil Müslüman ülkelerin Batılılarla en önemli farkı bir anayasa metninin veya bazı  yasaların bulunmasının,  seçimlerin yapılmasının, partilerin olmasının demokrasinin varlığı için yeterli sayılmasıdır. Oysa Batı’da siyasetçiler, akademisyenler, aydınlar asırlardan beri daha iyi bir yönetimin nasıl oluşacağını  araştırıyorlar, tartışıyorlar, gerekli yasal düzenlemeleri yaparak demokrasiyi adım adım  adım inşa ettiler. Başka bir ifadeyle demokrasi  toplumun ne tarzda yönetileceğini  belirleyen siyasi ve idari bir sistemdir, yaşama tarzıdır; bir veya birkaç kişinin  kararıyla değil, adeta merdivenden düzenli şekilde çıkılır gibi gerekli kültürel ve psikolojik alt yapı ve kurallar, kurumlar tesis edilerek, hukuki düzenlemeler yapılarak varılabilecek sosyo-kültürel  ve siyasal bir hedeftir. Türkiye’de   1.Meşrutiyet  döneminden bu yana, 150 yıldır çok sayıda girişimler yapıldı, tek partili Cumhuriyetten çok partili döneme geçildi. Süreç darbelerle veya girişimleriyle sıkça kesildi. Hedefe bir hayli yaklaşıldığı yıllar da oldu ama gerekenler yapılmadığından sonuca ulaşılamadı.

Halen savcılık soruşturması sürüyor. İşletmenin teknik sorumlusu konumundaki sekiz mühendis tutuklandı. Fakat olay Amasra ile sınırlı kalmamalı, bütün boyutlarıyla ciddi şekilde incelenmeli, bazı gerçeklerin  görülmesine vesile olmalıdır. Batılı ülkelerde bu tarz facialar neden çok ender yaşanıyor? Onların madenlerinde kömürün doğal ürünü olan grizu neden tehlike oluşturmuyor? Bu gibi soruları cevaplandırmak aslında zor değil. Türkiye’nin ve tüm Müslüman  ülkelerin  yönetim sistemleri Batılılardan farklı olarak kuvvetler birliğine dayanıyor. Bütün demokratik Batılı ülkeler ise kuvvetler ayrılığını özenle uyguluyorlar. Dolayısıyla  oralarda yargı bağımsız  ve tarafsız çalışıyor. Hakimlerin  coğrafi ve idari teminatları olduğundan kararlarını yürütmenin etkisinde kalmadan veriyorlar. Merkez bankaları başta olmak üzere anayasal kurumlar yasalarla belirlenen çerçevede işlerini siyasetçiden direktif almadan  bilimsel verilere göre yapıyorlar. Denetim organları etkili ve şeffaf şekilde işlevlerini yerine getiriyorlar; hazırladıkları raporlar rafa kaldırılmıyor. Atamalarda siyasi tercihler veya ilişkiler değil liyakat ve nitelik esas alınıyor.  Bunların çoğu maalesef Türkiye’de ve Müslüman ülkelerde olmadığından idari ve siyasi sistemler verimli çalışmıyor, ekonomiden eğitime, sağlıktan tarıma kadar hemen her konuda sıkıntılar yaşanıyor; sonuçta gelişmiş, sanayileşmiş ülkelerle 17. asırdan itibaren aramızda oluşan mesafeyi kapatmamız mümkün olamıyor. Halimizi düzeltmeye çalışmak zor göründüğünden kolayına yöneliyor, kaderimiz olarak algılayıp kendimizi avutuyoruz.