Hicran GÖZE

Avukat - Yazar

Darbeler Devrinin Açılışını Müjdeleyen! İlk Darbemiz

27 MAYIS 1960

Bu acı çok acı olayı siz aziz okuyucularıma, aralarınızda az da olsa var olacağını sandığım gençlere benim şahitliğimle, bu şahitliğimi başka şahitlerle de takviye ederek anlatmak istedim. Tabii mümkün mertebe kısaltarak… Yoksa birkaç ciltlik bir kitap olur.

27 Mayıs Darbesi’ni geçim sıkıntıları ile boğuştuğumuz Koşuyolu’ndaki küçücük evimizde yaşamıştık. Darbe’nin sözcülerinin radyodan evimize dolan seslerinin bildirdiğine göre Türk Ordusu kardeş kavgasına son vermek için idareyi eline almıştı. Ordunun müdâhalesi partiler üstüydü. Âdil ve tarafsız seçimler yapılacak, halk hangisini seçerse o parti iktidar olacaktı. Radyodan kulaklarımıza dolan kalın ve tok ses ise Kurmay Albay Alpaslan Türkeş’in sesiydi. 1944 yılında, Yani Cumhurbaşkanı İsmet Paşa devrinde Turancılık suçlamasıyla tabutluklarda arkadaşlarıyla tırnakları sökülerek işkence gören Türkeş’in sesi… Eşimin “Milliyetçiler Derneği” mensubu olduğu zamanlardan gıyaben olsa da tanıdığı Türkeş’in sesi… Rahatlamıştık. Türkeş’in sesiyle anons edilen bir darbe ülkeyi bir darbe ortamına sokmak için olanca gayretiyle çalışan Halk Partisi’nden yana olamazdı. Kısa bir zaman sonra ise gerçeği görecek, Halk Partisi’nden yana olmayan Türkeş dâhil 14 subayın “Zoraki diplomatlar” olarak alelacele sürgüne gönderilmesi ile ayılacaktık. İsmet Paşamız Demokrat Parti’nin bir an önce işini bitirmek için çizmelerini giymişti. Günümüzde darbeler aleyhinde olan Basın ise o gün, başta Cumhuriyet gazetesi olmak üzere darbeyi büyük bir asabiyetle ve coşkuyla destekliyor, terbiye ve edeb dışı bir “Kuyruklar ve Düşükler” devrini açıyordu. Cumhuriyet, darbe taraftarı gazetelerin en önde gideni olarak “Ali Ulvi” nin karikatürleriyle darbeyi alkışlıyordu. Orduyu temsil eden bir büyük elin sağında ve solunda yer alan iki küçük elin birisi Basın diğeri üniversiteydi. İsmet Paşa’nın damadı Metin Toker’in sahibi olduğu “Akis” Mecmuası da Turhan’ın çizdiği karikatürlerle hududu çok aşarak kuyruklar ve düşükler edebiyatının yolunu daha da genişletiyordu. Dilimizde “uydurukçanın” siyaset sahasında da “ortanın solu’nun mucidi olarak tanınan Ecevit ise aşırı bir darbe sevici olarak ortalardaydı.

Radyonun Yassıada’dan naklen verdiği Yassıada mahkemelerini teskin edici bir ilaç almadan dinlemek imkânsızdı. Ben fakir de “Pertrankil” adındaki yatıştırıcıyı bu ortamda alır olmuştum. Oğlum Ahmet beş, kızım Zeynep iki yaşında idi. Salim Başol’un çok kaba, vicdan acısından ve merhametten eser olmayan sesi ile “Sanıklar getirildiler. Bağlı olmayarak yerlerini aldılar. Müdafiler hâzır.” Diyerek oturumu açışını dinlemek büyük azaptı. Kızım Zeynep bu sözleri yaşından umulmayan bir netlikle ezberlemiş, oyun oynar gibi tekrarlar olmuştu. Bu sözler ancak, küçük bir kız çocuğunun sesiyle ürkütücü olmaktan çıkıyor, bizleri zoraki de olsa gülümsetiyordu. Tekme tokat Yassıada cehennemine gönderilenler arasında eski Halk Partili Faruk Nâfiz Çamlıbel de vardı. Recep Peker’in “İte ite Demokratların kucağına düşürdük” diyerek pişmanlığını dile getirdiği büyük şairimiz… Onu çok şaşırtan bir garip olay ise kendisi bir vatan haini gibi tutuklanıp çeşitli hakaretler ve işkencelerle ite kaka Yassıada zindanına götürülürken 27 Mayıs 1960 darbesinin şenliğiyle coşmuş radyodan yırtık bir kadın sesinin kendisinin o büyük Kurtuluş mücâdelesinin ve şahlanışının timsali olan “AT” şiirini okuyor olmasıydı... Hem de 27 Mayıs darbesi’ne ithaf ederek… “Bir Zamanların Kadıköyü’nde Edebiyatçılar ve Aşkları” kitabımda ondan bahsettiğim bölümün başına bu sebeple “Han Duvarları”ndan Zindan Duvarları”na” adını vermiştim. İsmet Paşa o kadar neşeliydi ki “Emrinizdeyiz Paşam” diyen darbecilere ve emeklilik hayatını yaşadığı İzmir’den çağrılarak. Cumhurbaşkanı yapılan “Emirleriniz bizim için Peygamber buyruğudur” diyen Cemal Gürsel’e “Seçimler bu kadar yakınken siz ne yaptığınızı sanıyorsunuz?” demesi lâzımken “Başarınıza yardımcı olmak için asıl ben sizin emrinizdeyim, mutlu ve uğurlu olmasını dilerim” diyebiliyor, bütün parti faaliyetleri yasaklanmışken Parti Teşkilatı’na bir tamim bile gönderebiliyordu. Tamim, Türkiye Cumhuriyet’ini rezil eden, 100-150 sene geriye götüren bu darbeyi alkışlayan satırlarla doluydu: “Şanlı Türk Ordusu memleketi maddî ve mânevî çöküntüye götüren, açıkça Anayasa dışı baskı idaresine son vermiş, milletin mukadderatını eline almıştır.” gibi… İsmet Paşa’nın evinin önü bayram yeri gibiydi. CHP açık oy gizli tasnif gibi aklın ve vicdanın kabul edemeyeceği çok ayıp usullerle sandıkta yenemediği DP’yi bu kahredici darbe ile yenmiş ama 15 Ekim 1961’de yapılan seçimde CHP’nin aldığı oy sağ partilerin aldığı oyun toplamının çok altında kalmıştı. Bu sonuç karşısında adeta kendisini kaybedenlerden biri olan temelli senatör Mucip Ataklı “Ordu ve gençlik yine elele verip memleketi bu ahlâksız politikacıların elinden kurtaracaktır” diye bağırarak sanki yeni bir darbenin müjdesini vermişti. Darbenin ileri gelenlerinden İstanbul Valisi olarak da atanan Orgeneral Refik Tulga ise İsmet Paşa’nın damadı Metin Toker ile iki buçuk saat süren bir konuşmadan sonra seçim neticesinin millî iradeyi yansıtmadığında ısrar eden arkadaşlarıyla beraber Meclis’i dağıtmak, okuma yazması olmayanlara oy kullanmayı yasaklamak kararında olduklarını söylemişti. Bu ekip kısa bir zaman sonra başta Orgeneral Refik Tulga olmak üzere Çankaya’da yapılan, İsmet Paşa’nın da iştirak ettiği toplantıda İsmet Paşa’nın Başbakan olacağı sözünü kat’i olarak aldıktan sonra rahatlamış kararlarından vazgeçmişti... Tabii İsmet Paşa da… Paşa’nın Başbakanlığını kabul etmemekte ısrar eden tek kişi ise Talât Aydemir’di. Kore’de olduğu için darbenin dışında kalmanın acısıyla kıvranan Kurmay Albay Talât Aydemir… İsmet Paşa’yı sevmeyen subaylar da tedirgin olarak onun etrafında toplanmışlardı.

CHP’yi silmek ve İsmet Paşa’yı saf dışı bırakmak için bir başka darbeye teşebbüs edecekler gibiydi. Nihayet beklenen olmuş. 27 Mayıs 1960’ı, 22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963 darbe teşebbüsleri takip etmişti. Bu çok iyi teşkilatlanmış ve hazırlanmış tehlikeli darbelerden kıl payı kurtulan İsmet Paşa Önce aftan yana olmuş ama ikinci darbenin daha tehlikeli bir şekilde tekrarlanması üzerine Harp Okulu Kumandanı Kurmay Alb. Talât Aydemir ve süvari Bnb. Millî binici Fethi Gürcan İdam edilmişti.

Kumandanlarının emrinde darbeye katılan öğrencilerin hâli ise ayrı bir faciaydı. Bu son darbe teşebbüsü o kadar korkutucuydu ki Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel başkanlığındaki toplantıda hükümetin Eskişehir’e taşınması bile düşünülmüştü. Hatta Rahmetli Osman Bölükbaşı: “Meclisi kapatacağımıza bizim dört günlük defterimiz dürülsün. Daha iyi! Gideriz Meclise, gelip hepimizi öldürsünler” diye heyecanla karşı çıkmıştı. Şevket Süreyya Aydemir’in dediği gibi “Orduda artık ordu tesanüdü ve disiplini denilen mütecanis ruh ve hareket birliği kalmamıştı.” İsmet Paşa çeşitli kavgalar ve haksızlıklar sebebiyle darbeci subayların diretmesiyle ve korkutmasıyla seçimi kazanamadığı halde Başbakan olmuştu ya! Mesele yoktu.

Günümüzde bütün bu olaylardan sonra bile ne yazık ki, okuma ve araştırma tembeli oldukları için hâlâ “İsmet Paşa “27 Mayıs Darbesini tahrik ve teşvik etmemiştir” diyerek gerçeği görmemekte israr edenler vardır. İsmet Paşa’yı, Atatürk’ü sevdiği kadar sevdiğini kerrât ile söyleyen, 1961-1965 arasında CHP milletvekili olarak Meclis’te bulunan. CHP’nin gazetesi ULUS’un da başyazarı olan büyük romancı Yakup Kadri Karaosmanoğlu “Politikada 45 Yıl” kitabında Yalova Termal’de İsmet Paşa ile Atatürk arasında patlak veren o büyük kavgayı, o kavgadan sonra Paşa’nın Başvekillikten azledilişini, yerine Celâl Bayar’ın Başvekil olarak tayin edilişine kadar görgü şâhidi olarak her şeyi yazdığı gibi bu konu için de yazmıştı. Okuyalım:

“Gerçekten duyduğum ise yalnız utanç değil, vicdan azabı idi. Bu azap bende 27 Mayıs ihtilâlinden sonra Halk Partisi dirijan kadrosu içinde sezdiğim şüphe ve endişe verici bir takım gizli faaliyetler üzerine belirmeye başlamıştı. Yazdıklarımın bundan önceki kısımlarında objektif birer müşahede şeklinde açıklamaya çalıştığım o faaliyetlerden memleketin yakın geleceği için hayırlı sonuçlar ummuyordum. İhtilâl bence, hasta bir cemiyet bünyesine yapılan bir ameliyat demekti. Ameliyat yapılmış ama neşterin vurulduğu yerden hâlâ irin akıyordu. Zira orası bir takım haşin eller tarafından tırmalanıp durmakta idi. Oysa, bunun tam tersine sarılıp tımarlanması gerekirdi. Ortada bunu yapacak ya da yapması icabeden tek adam bence İSMET PAŞA idi. Fakat heyhat, görüyordum ki, asıl ihtilâl İsmet Paşa’da olmuştu. Hâtıralarımın taâ başından beri, bir bir sayıp döktüğüm bütün insanî zaaflarına rağmen, onda bulduğum bir “meşruiyetçi” ve “nizamcı” devlet adamı vasfı vardı ki beni kendisine bağlamakta devam eden faktörlerden biriydi. İşte İsmet Paşa son tutumları, son davranışlarıyla benim nazarımda bu vasfını kaybetmişti. İhtilâl yolu ile iktidara gelmenin en büyük aleyhtarı bildiğim bu siyaset adamı şimdi iktidarda kalmak için ihtilâl havasını besleyen sözler söylemekten sakınmıyordu. Siyasi muarızlarını sindirmek, ya da kendi parti arkadaşları arasındaki görüş ayrılıklarını bertaraf etmek için. İkide bir: “üç güne kadar ne olacağını ben de bilmem” veya “Çok vahim olaylarla karşılaşmamız tehlikesi vardır.” gibi üstü kapalı tehditler savurmayı mübah telâkki ediyordu. Yâni orduyu, daima silâhlı bir müdahaleye hazır göstermek suretiyle Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin üstünde bir “DEMOKLES KILICI” gibi sallayıp duruyordu.

Hani ne olmuştu? Nerede kalmıştı, tâ Meşrutiyet inkılabından beri ordunun siyasete karışmasını önlemek içtihadını güden genç subay İsmet Bey? Hani, on beş yirmi yıl boyunca orduyu politika dışında tutmak ve idareyi tamamıyla sivilleştirmek için Atatürk’ün yanı başında Atatürk’le birlikte almadığı tedbir kalmayan Başvekil İsmet Paşa? Bu soruları kendi kendime sorarken politika alanında geçen ömrümün en derin hayal kırıklığını duymakta idim.”

Evet, neredeydi o İsmet Paşa? Yakup Kadri Bey’e en güzel cevabı Siyâsî hayâtımızın yüz akı, her yönüyle unutulmaz bakanlarımızdan Rahmetli Mehmet Turgut Bey vermişti: “Evet Yakup Kadri Bey tecrübeli, temkinli ve tarihî İsmet Paşa’nın nerede olduğunu soruyordu. Ama o tarihî İsmet Paşa’nın 27 Mayıs Darbesi sabahı, bir telefon konuşmasında Komite Başkanı Cemal Gürsel Paşa’ya “Emrinizdeyim Paşam” dediği anda yıkıldığını anlamıyor ve daha sonraki günlerde o komite üyelerinin bazılarının yanağından öpüp, bazılarının da arkasını sıvazlayarak bittiğini düşünmüyordu.”

 ******************

Bu noktada biraz durarak, günümüze dönüp, bu iktidarın doğru yanlış bütün yaptıklarının ve yapmadıklarının temsilcisi ve mes’ulü olduğunu düşündüğüm Sayın Cumhurbaşkanı’nı bu bahsin bir diğer konusu yapmak istiyorum. İstanbul’un Fethi gibi muhteşem bir hadiseyi bile çoluk çocuk maaile kendilerinin reklamı olarak kullanmaktan çekinmeyen Recep Tayyip Erdoğan Beyefendi’yi… Reklâmınız için o muhteşem İstanbul’un Fethi yetmedi mi ki şimdi de sıra “27 Mayıs Darbesi’ne mi geldi? Diye de sormak istiyorum. Şunu iyice bilin ki, İsmet Paşa üzerinden CHP’ye yüklenmek çok pis bir siyasettir. Ne kadar kusurlu olursa olsun bir Millî Mücâdele kahramanı olan İsmet Paşa’yı 17 senedir türlü günahlarla dolu olarak oturduğunuz koltuktan kalkmamak için kullanamazsınız. Büyük paralar harcayarak yaptırdığınız, her gün, her saat ekranda görünen yüzünüz yetmemiş gibi kendi resminizle de süslediğiniz 27 Mayıs belgeseliyle günahların ve suçların şahsiliği prensibine ihanet ederek İsmet Paşa üzerinden CHP’ye saldıramazsınız. Ya Sizler!.. Ne istedilerse verdik diyerek ne olup olmadığını bir türlü anlayamadığımız bir çetenin, bir vakitler dostu olan sizler… Bizleri kardeşin kardeşi vurduğu suçsuzların zindanlara tıkıldığı, orada can verdiği 27 Mayıs’ tan bin kat beter o kusursuz dinimizi kullanan ve kullandıranların sebep olduğu, korktuğunuz için hâlâ köküne inemediğiniz bir rezil darbeye de maruz bırakan sizler… Lütfen artık konuşmayın. Susma orucuna başlayın. Konuştukça battığınızdan haberiniz yok mu? Bakın, bir Kurtuluş Savaşı gazisi ve kahramanı olan İsmet Paşa onu sevenler tarafından bile tarihte hataları ve kusurlarıyla nasıl yer alıyor? Bakalım sizler nasıl yer alacaksınız? Tabii bir de her şeyi çok doğru kaydeden Allah’ın defterleri var “Ben kullarımın yaptıklarını da yapacaklarını da bilirim” diyen Allah’ın…

O feci günleri yaşamış bir yaşlı kadın olarak 12 Eylül öncesi hakkında da birkaç söz edeyim. Ortam tam bir anarşi ve siyaset karmaşasıydı. Eşim Ergun Göze’nin hatıralarında yazdığı gibi toplum kan kanseri olmuş, kan yuvarları birbirini yiyor, siyasi tedbir fayda etmiyordu, Herkes bir şey ve bir hareket bekliyordu. Kurtarıcı bir hareket… Hatadan ve gafletten uzak bir hareket… Pencere önünde oturmaktan korkan türlü yalanlarla kuşatılmış ben fakirin de ölüm tehditleriyle kuşatılmış, evde ve iş yerinde bir polisin muhafazası altında çalışan eşimin de hali perişandı. 27 Mayıs’ın açtığı kapıdan bütün haşmeti ve korkutuculuğu ile giren anarşi tek kelimeyle korkunçtu. Komünizmin adı sosyalizm olmuştu ama her şey apaçıktı. Bu kargaşa günlerinde 12 Eylül bir kurtuluş günü olarak karşılanmıştı, Zavallı Kenan Evren sonunda kafa yapısı itibariyle kendisinden beklenen büyük hatayı yapmış bu hainlerin şehit ettiği binlerce Anadolu genciyle bu vatan hainlerini bir sağdan bir soldan diyerek aynı kefeye koyuvermişti. Ama Diski, Maden İş sendikalarını, Meslek odalarını, büyük vatansever! Aziz Nesin’in Yazarlar birliği”ni de kapatmış, bilhassa İstanbul Barolar Birliği meselesini de halletmişti. Barış derneğini ise Sovyet yanlısı olduğu için mahkemeye verip, ileri gelenlerini tevkif ettirmişti.

Arkasından ise gündem referandum ve yeni bir Anayasa meselesi gelmişti. … Nazlı Ilıcak ise “Tercüman” da gene kendisinden bekleneni yaparak ordu aleyhtarlığına kalkarak, ordu aleyhtarlığını kuşanarak tenkidi çok aşan hücum yazıları yazarak Tercüman gazetesini kapattırmayı başarmıştı, bununla da kalmayarak referandum da 12 Eylül Anayasası’nın kabul edilmemesi için elinden geleni yapmış ve marksistlerle birleşmiş, onlardan teşvik de görmüştü.

“Tercüman” kendi içinde bir anket de yapmıştı. Netice hayır oylarının yüzde elliyi geçeceğiydi. Eşim ise bu neticeye bile inanmıyordu, arkadaşları beraber belki yüzde 72 çıkar diye düşünüyordu. Bugün olmuş gibi hatırlıyorum akşam eve gelince netice hakkındaki tahminimi bana da sormuştu. Ben ise hiç tereddüt etmeden “Yüzde doksanı geçer” demiştim. Evet oyları yüzde doksan ikiyi bulunca eşim bana hayret ederek “Nasıl bildin” diye sormuştu.

Ne dediğimi unuttuğum için kendisinin hâtıralarına müracaat ettim. Bakın ne demişim? “Daima gittiğim berberde, birçok değişik muhitten hanım var. Hepsi, artık kocalarımızı akşam pencere önlerinde beklemekten bıktık diyorlardı. Bu çok hayâti bir isteğin ifadesiydi ve yolu “Evet“den geçecekti, ondan bildim” cevabını vermişim.

Evet efendim, neler gördük, neler geçirdik? Günümüzde de neler görüyor neler yaşıyoruz? Bu da geçer Ya Hu!