Hicran GÖZE

Avukat - Yazar

Hatıralarda Atatürk

“Bizce büyük adamların kusurları değil, kemalleri ortaya konur.
Bundan gafil gibi davrananlara ruh hâletlerinin bozukluğundan dolayı acınır.”
Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver

Ne yazık ki yeri boş kalmışlar kafilesinden olan âlimliği ve sanatkârlığı son nefesine kadar kendinde mezcetmiş hocam Süheyl Ünver büyük adamlarda kusur aramaya yatkın olanlarla karşı karşıya gelip onları dinledikçe Birleşik Amerika’da târih hocası olan Harold Lamp’ın bu sözünü hatırlarmış “Kanunî öyle büyük bir padişah ki, hatalarını bir, iki, üç diye sayabiliyor, fakat hizmet ve faziletlerini sayamıyorsunuz” GAZİ Mustafa Kemal Atatürk de tarihteki bütün büyük adamların maruz kaldığı haksızlıklardan bolca nasibini almıştır. Ya kusurlardan, günahlardan azâde bir kul olarak tapılmış ya da hakaret ve beddua oklarının hedefi hâline getirilmiştir. Peyâmi Safâ’nın bu konuyla ilgili sıralaması bir gerçeğin ifâdesi olarak harikadır: “insanı tanrılıştıran kozmopolitler, Atatürk’ü tanrılaştıran devrimbazlar, Saidi Kürdiyi tanrılaştıran Nurcular, Marx’ı tanrılaştıran mâhutlar, Mevlâna’yı Tanrılaştıran hayranları, Shakespeare’i tanrılaştıran mütercimler görülmüştür.”(Bunlardan biri de Abdullah Cevdet’tir.) Peyâmi Safa Atatürk’ü tanrılaştıran Behçet Kemal Çağlar’ı da unutmamıştır. Atatürk için “O Zübeyde, Mustafa’nın ânesi - O sedeften doğdu ol dürdânesi” diye başlayan bir mevlit bile yazmış olan, Atatürk’e “Türklüğe Allah olan ölmez” diye seslenen Behçet Kemal’i… Nazım Hikmet’i de unutmayalım. Marx’ın “Kapital”ini Kur’an’ın yerine koyarak “Hâfız-I kapital olmak istiyorum” diye haykıran zavallı Nazım’ı… Tek adama tapınmaya kadar giden bu şuursuz sevgi ve onun tam zıddı olan nefret ekseriyetle gelişmemiş toplumlarda görülür. Cahil ve yarı cahillerin ekseriyeti teşkil ettiği toplumlarda… Kendisini tapınma derecesinde yakışıksız iltifatlarla tanrılaştırmaya kalkan insanlara “Orada dur bakalım” diyerek doğru olanı söyleyemeyen lider pozundaki kişiler de o gelişmemiş toplumların ürünüdür.

Bu noktada Atatürk ile ilgili bir olayı Hasan Rıza Soyak’ın “Atatürk’ten Hatıralar” kitabından alıyorum. (Cilt 1. sayfa 50,51,52) : “ 1924 yılında Atatürk Konya’ya gelmiştir. Konyalıların kendisine armağan ettiği konakta arkadaşları ile beraberdirler. Konya gazilerini olağanüstü gösterilerle karşılamış, bağrına basmıştır. Atatürk ve arkadaşları da çok memnundur. (Bu memnuniyetin temelinde yakın geçmişte Konya’nın “Biz Selçuklulardanız diyerek kurtuluş mücâdelesine zorlanarak katılışını hatırlayış vardır.) Muhteşem bir yemek sofrası hazırlanmış, Gazi ve arkadaşlarının yanı sıra Konya milletvekilleri, Vali ve Konya’nın ileri gelenleri de yerlerini almışlardır. İsmi bugün de Yassıada muhâkemeleri dolayısıyla unutulmamış o günlerin Konya Milletvekili Refik Koraltan ayağa kalkarak Atatürk’ü öven bir konuşma yapmaya başlamıştır. Konuşma onun Atatürk’e duyduğu hayranlığın samimiyetle ifâde edilişidir. O günkü ortamda hemen hemen herkesin hissetiklerini yansıtan bir konuşmadır. Koraltan Atatürk’ün seciyesinden, karakterinden söz ederken Kurtuluş Savaşı’nın onsuz yapılamayacağını, yapılsa bile başarıya ulaşamayacağını, yapılan ve yapılacak işler için Atatürk’ün başta olmasının şart olduğunu söylemiş ve “Allah seni başımızdan eksik etmesin” diyerek konuşmasını bitirmiştir.

Bu sözler olayın şâhidi, “Atatürk’ten Hatıralar” kitabının yazarı Hasan Rıza Soyak’a aittir: “Fakat Atatürk’ün neşesi kaçmıştı, Hatta Koraltan’ı dinlerken bunalmaya başladı. Böyle zamanlarda yaptığı gibi ince dudaklarını dişleriyle ısırmaya başlamıştı. Bir ara Refik Koraltan’a: Beyefendi dedi Bütün yapılanlar herkesten önce Türk Milletinin eseridir. Onun başında bulunmak bahtiyarlığına ermiş bulunan bizler ise ancak onun şuurlu fedakârlığı sayesinde ve fikir ve iman birliği içinde müşterek vazife görmüş, öylece başarı kazanmış insanlarız.” Koraltan ise halâ dediklerinde ısrar ediyor. “Tevazu gösteriyorsunuz. Fakat bizim bu kadar yüksek tevazua bile tahammülümüz yok” deyip duruyordu. Kitabın yazarı ve olayın şâhidi Hasan Rıza Soyak’a göre Atatürk genellikle kendisinin övülmesinden hoşlanmaz, bu tür konuşmaların yapılması her zaman kendisini rahatsız ederdi. Hele o günün şartları içinde putlaştırıcı konuşmalara hiç razı değildi. İyice sinirlendi ve oldukça yüksek bir sesle:

“Beyefendi müsaade buyurunuz dedikten sonra böyle devam etti: Ortada tevazu filan yok. Gerçeğin ifadesi vardır. Zatı âlinize bir şeyi hatırlatacağım; elbette dikkat etmişsinizdir ben önümüze çıkan meseleler hakkında her zaman uzun uzun konuşur istişarelerde bulunurum. Herkesi söyletir ve dinlerim. İtiraf edeyim ki konuşulacak meselelerin hâl şekilleri hakkında vazıh bir fikre sahip olmadan müzakerelere girdiğim çok olmuştur. Bu konularda yalnız arkadaşlarım, yâni sizleri dinledikten sonradır ki kanaate varmışımdır. Binaenaleyh tatbikatta olduğu gibi verilen kararlarda da hepinizin hissesi vardır. Bunu bilesiniz.

Biraz durdu, düşündü sonra konuşmasını sürdürdü: Beyefendi! şimdi konunun asıl ince noktasına geliyorum. İçerde ve dışarda şahsıma karşı suikastlar tertip edilmesinin sebep ve hikmeti nedir, hiç düşündünüz mü? Bu tertiplerin peşinde koşanların benimle şahsi bir alıp verecekleri mi vardır? Hayır! İntikam hissiyle mi hareket ediyorlar? O da değil… O zaman neden beni ortadan kaldırmak istiyorlar?

Cevap vereyim; Çünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin benimle kaim olduğunu, ben gidince yıkılacağını, bu suretle haince emellerine kavuşacaklarını vehmediyorlar da ondan… Sizin sözlerinizin de onların sakat muhakemelerine uygun olduğunu bilmem fark edebiliyor musunuz? Çok rica ederim Beyefendi eğer samimi iseniz, bu fikri kafanızdan çıkarınız. Hatta sizin gibi düşünenlere rastlarsanız, onlara da aynı şeyi ihtar ediniz. Herkes, millî vazife ve mesuliyetini bilmeli ve memleket meseleleri üzerinde o zihniyetle düşünüp çalışmayı itiyat edinmelidir.

Atatürk, Refik Koraltan’dan sonra sofradaki zevata dönerek konuşmasına devam etmişti: “Efendiler! size şunu söyleyeyim ki, İnkılâpçı Türkiye Cumhuriyeti’ni benim şahsımla kaim zannedenler çok aldanıyorlar. Türkiye Cumhuriyeti her manasıyla, Büyük Türk Milletinin öz ve aziz malıdır. Kıymetli evlâtlarının elinde daima yükselecek, ebediyen pâyidar olacaktır. Şimdi rica ederim, artık bu bahsi kapayalım, bir daha da tekrar etmeyelim.”

Evet, aziz okuyucularım bu olay Meclis’te değil, bir sofrada geçiyor, Atatürk’ün bulunduğu bir sofrada… lisanın güzelliğine, asabiyetle, şiddetle karşı çıkmanın üslubundaki nezakete bakar mısınız? Bu olayda gördüğümüz gibi Atatürk’ün karşı çıktığı kahramanı yakını olsun, olmasın olaylar vardır da Atatürk’ü kusurlu bulup, hatalı görüp ona karşı çıkanlar yok mudur acaba? Ya Atatürk’ün bir diplomat olarak parladığı olaylar… Bazı kişilerin ellerindeki bozuk terazilerle tartmaya kalkıştığı olaylar… Onları da hâtıra yazma tembeli olarak hâtıra edebiyatı sahasını boş bırakmış kişilerin aksine, istisnalar olarak hâtıralarını yazma zahmetine katlanarak tarihe hediye edenlerin sayesinde hepsine rahmet dileyerek, Allah’ın izniyle yazarız inşallah.