Nuri GÜRGÜR

Avukat

Yargıda Yaşanan Krizin Başkanlık Sistemiyle İlişkisi Üzerine

En önemli iki anayasal organımız olan Anayasa Mahkemesi ile Yargıtay arasında yaşanan yetki krizi çözülebilmiş değil. Yargıtay Başkanı bunun “yorumlama farkından“kaynaklandığını söyledi; oysa Anayasamız iki yüksek yargı organı arasında anlaşmazlık çıkması halinde hangisinin yetkili olduğunu yoruma gerek kalmadan açıkça gösteriyor. Yargıtay 3. Dairesinin buna uymayarak kararında ısrar etmesi sadece bir hukuk sorunu değildir; bu durum devlet adı verilen, anayasa ile düzenlenen kurum ve organlardan oluşan, belirli temel esaslara, ilkelere dayanan teşkilat yapısının ciddi bir krizle karşı karşıya kaldığı anlamına geliyor. Siyasi iktidar bu duruma dar bir siyasal mantıkla parti yararı ve seçimler açısından bakarak sonuçlandırmaya, Anayasa Mahkemesi’ni etkisiz hale getirmeye çalışırsa kriz daha da derinleşir, müesses devlet düzeni tıkanır, çalışamaz.

Sosyolog rahmetli Şerif Mardin “nitelikli bir devlet adamı kendisinin fani fakat ülkesinin ve devletinin baki olduğunu bilir; kalıcı kurumlar inşa etmeye çalışır. ABD’ni kuranlar bunu çok iyi biliyorlardı. Muhteşem ve bugün bile eskimeyen bir anayasa yazdılar. Rusya’da 1. Petro bütün yanlışlarına rağmen şahane bir bilim akademisi kurdu ve bu akademi sayesinde Rusya bugün ABD ile boy ölçüşebiliyor. Mustafa Kemal de zaruretler gereği tek adam yönetimi sergiledi, bazı yanlışlar da yaptı. Fakat tüm siyasetini sağlam kurumlar inşa etme üzerine şekillendirdi. 1960 ve 1980; darbecileri bile devlet adamlığının bu temel gerçeğini biliyorlardı” diyordu.

Türkiye 2017 referandumunda Cumhurbaşkanlığı Başkanlık Sistemi’ne geçti. 15 Temmuz’daki menfur darbe girişimi üzerine ilan edilen ve iki yılı aşan olağanüstü hal yürütme organının başındaki Cumhurbaşkanına Kanun Kuvvetinde Kararname (KHK) çıkarma imkanını veriyordu. 3 numaralı Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ve 16 numaralı KKK‘leriyle Cumhurbaşkanlığının yetkileri genişletildi. En mükemmel örneği ABD’de uygulanan klasik başkanlık sisteminde olmayan bir sistem ortaya çıktı. Böylece yasama, yürütme ve yargının yetkilerinin tamamına yakını tek kişide toplanmış oldu. Birçoğu yüzyıllara dayalı Osmanlı kurumlarından devralınan devlet kurumlarının, hiyerarşik makam ve görev düzenlemelerinin çoğunun işlevi kalmadı. Yasama organı TBMM bütçenin yapımı dahil hemen her konuda yürütmenin dilediğinde başvurduğu bir nevi danışma kuruluna dönüştü. ABD’de yürürlükte olan Başkan - Kongre (Senato - Temsilciler Meclisi) arasındaki yetki paylaşımıyla yani kuvvetler ayrılığına dayalı sistemle adından başka bir benzerliğinin olmadığı bir sistemle yönetiliyoruz.

Kategorik olarak başkanlık yahut yarı başkanlık sistemine karşı değilim. Parlamenter sistem  “olmazsa olmaz“ sayılarak dokunulmaz kılınacak bir yapılanma değildir. Ülkenin siyasal ve sosyal şartları, ekonomisi gerektiriyorsa bu sistemlerden biri de tercih edilebilir. Fakat bu ihtiyaç bir siyasi liderin kişisel bir tercihine göre değil, partilerin, bilim insanlarının, konunun uzmanı seçkin aydınların, mesleki ve sosyal kuruluşların görüşleri alınarak geniş bir mutabakatla belirlenmelidir. Oysa bizim sistem 15 Temmuz’daki alçakça girişimin psikolojik geriliminin, KKK etkilerinin hüküm sürdüğü ortamda Meclis’te alelacele görüşülerek referanduma sunuldu. Modern demokrasilerde sistem hangisi olursa olsun devletin “vazgeçilmez“esası sayılan “kuvvetler ayrılığı” dolaysıyla “yargı bağımsızlığı“ gözetilmedi. Sonuçta uygulanmakta olan mevcut sistemde beş yılda başta tüm ekonomik göstergeler ve yargı krizi olmak üzere birçok alanda Türkiye’nin nereden nereye geldiği ortada. Herkes siyasi görüşü ve tercihi ne olursa olsun objektif bir durum değerlendirmesi yaparak bu sistemin devamı hakkında hüküm verebilir ve vermelidir.