Hicran GÖZE

Avukat - Yazar

İslâm’ın Güleryüzü Ramazan İftarları

Aziz okuyucularım, İslâm asık suratlı değildir. Ben fakir ise mübârek Ramazan ayı ile vedalaşmamıza çok az kaldığını hissettiren bu günlerde, sizleri hiç olmazsa biraz tebessüm ettirmek için o neşeli iftarların birkaçından olsun bahsedeyim dedim. Kaynağım ise sağlam… Eski ramazanları ve İstanbul’un eski günlerini yaşamış olan kıymetli bir yazar… “Balıkhâne Nazırı Ali Rıza Bey” … Allah razı olsun “İstanbul’da Ramazan Mevsimi” adını taşayan kitabını bir besmele çekerek açtığımda gözlerim o günün adıyla “Yangın kulesi”, bu günün adıyla ise “Beyazıt Kulesi” iftarları ile karşılaşıverdi.? Anında ise Hukuk Fakültesi’nde koca koca hukuk kitapları ile boğuşurken güya nefes almak için arkadaşlarla birkaç defa iflâhımız kesilerek merdivenlerini tırmandığımız diğer isminden daha haberimiz olmadığı Beyazıt kulesiyle şenlenmiş günlerimi hatırladım.

Rahmetli yazardan öğrendiğime göre Yangın Kulesi yâni Beyazıt kulesi iftarları Ramazanın yirmisinden sonra başlarmış. Tabii tepesine kadar çıkacak gücü kendinizde bulduğunuz takdirde manzaranın ihtişamına hayran kalarak “değdi” dermişsiniz. Ali Rıza Bey’in yazdığına göre çok kişi o iftarlara katılmaya can atarlarmış. Âli ve Fuad Paşalar, Mısırlı Kâmil ve Mustafa Fazıl Paşa gibi devlet adamları da dâvet edilir, gelmezlerse paylarına düşen yemekleri göndermeleri gerektiği de bildirilirmiş. Gelmeyenlerin gönderdiği çeşit çeşit yemeklerle bir çeşit bolluğu gözlere bayram yaptırırmış. Kararlaştıran günün akşamı alaturka saat on bir sıralarında Beyazıt Camii’nde toplanan iftarcılar yavaş yavaş kuleye çıkarken, hizmetkârları da yemek tablalarını getirirlermiş. Ali Rıza Bey oruç oruç kuleye çıkmanın zahmetli bir iş olduğunu yazmakla beraber “Fakat çıktıktan sonra manzaranın güzelliği bütün bu zahmetleri, eziyetleri unuttururdu” diye yazmadan da edemiyor.

Şimdi lâfı daha uzatmadan Memiş Efendi’ye gelelim. Yaşı doksanı bulmuş olmasına rağmen vücutça çok zinde, sağlığı yerinde, Enderun’da bulunmuş, hoş sohbet, burçlara ve bilhassa nazara inanan, nazarları değer diye mavi gözlülerden çok sakınan Memiş Efendi’ye… İftara katılanların ekserisi rica ve ısrarla onun gelmesini çok ister, bu iftarı onsuz düşünemezler ve her defasında da onun kule iftarına katılmasını sağlarlarmış. Bir seferinde Memiş Efendi’nin mavi gözlü olduğu için hiç sevmediği Tersane Tulumbacıbaşısı Kaymakam Reşit Bey’e de haber vermişler. Büyük ihtimal Memiş’i kızdırmak için… Reşit Bey’in “Vay Memiş, sen bu senede mi çıktın” demesiyle ne yapacağını şaşıran Memiş müthiş bir telaş içinde “Hayır hayır kendim çıkmadım, kule ağaları beni ekmek zembili ile yukarıya çektiler” demiş bir taraftan da kendisini okuyup üflemeye başlamış. Ali Rıza Bey “Memiş’i bundan sonra kimse Kule iftarında görmedi” diye yazar,

Memiş’ten sonra iftarların meşhur simalarından “Oburlar oburu Baba Yaver’i” anmamak da haksızlık olur. Rahmetli Ahmet Rasim Bey’den dinleyelim: “Meşhur oburlardan zavallı Baba Yaver yeme içme hususunda unutulacak insanlardan değil. Bir Ramazan gecesi mühim bir yerde bakın neler yemiş ve içmiş: Üç türlü orta kâse çorba, On kişilik bir sofraya getirilen pastırmalı yumurtanın üçte ikisi, sırt sırta verilmiş iki hindinin keza üçte ikisi, bir kayık sahan emir dolma, bir sahan kuşbaşı kebap, bir mertebânî tabak sakız muhallebisi. Bir okka küçük bir tepsi baklava, kefenli, üzümlü, fıstıklı, havuçlu, biberli bir lenger Buhara pilâvı, üzerine kaymaklı bir hayli kayısı kompostosu… Rahmetli Ahmet Rasim Bey’in naklettiğine göre sonunda dudakları morarmış, oturduğu yerden kalkamayacak hâle gelmiş. Ev sahibi “Galiba patlayacak” diye korkarak, Baba Yaver’i dürterek “Baba, baba sana bir setliç, karbonat veya konyak vereyim mi” diye uyandırınca “Onları istemem evlâd. Biraz kızarmış ekmek ile bir dilim kaşar peyniri getirsinler. Yediklerimi hazmederim.” deyivermiş. Ahmet Rasim Bey’in şâhit olduğu bu olayı renkli üslûbu ile fıkra haline getirip gazetede yazdığını duyunca ise “Bana nazar değdirecek” diyerek çok korkmuş, rahmetliyle beş, on gün sürecek bir dargınlık yaşamış. Bursa mektupçusu Ref’et Bey’in dâvetinde ise karnım tok, evde yedim de geldim demesine rağmen, eski yirmilik tabir edilen şişlerden 45 şiş kebabı, 20 şiş köfte, dört tabak kuskus pilavını ve otuz beş kâse üzüm hoşafını halletmiş, akabinde de bezik masasına oturuvermiş. “Son yıllarında ise zayıflamış. 85 sene tıka basa kendisi doyuran bu zat âhirete aç karnına gitmiş.” Diye yazıyor Ahmet Rasim Bey… Bu olayı da Ali Rıza Bey anlatıyor: “Bundan yarım asır önce bir ecnebiyi mükellef bir iftira dâvet ederler. Ecnebi oruç bozanların fazla fazla yiyip içmelerine hayret eder. Acaba bunların hangisi çatlayacak diye merakla, tecessüsle, bakmaktan kendini alamaz. Derken bulunduğu yerde iki müezzin çift ezan okur. Herkes kalkıp abdest alır, namaza başlarlar, yatarlar, kalkarlar, sayısını da kaçırır. Ecnebi bunun bir nevi hazım jimnastiği kabul eder, “Çok yiyorlar ama eritmesini de biliyorlar. Der.

Bu bahsi Sultan 2. Mahmud’un bir baskın tarzında şereflendirdiği Şeyhülislâm Dürrîzâde Abdullah Molla’nın iftarından bahsetmeden kapatmak olmaz. Dürrîzâde Abdullah Molla cömertliği, âileden intikal eden zenginliği, bunun yanı sıra ilmi ve kibarlığı ile Avrupa da tanınmış, o diyarlar da bile çok beğenilerek bahsedilen bir zatmış. Gel zaman git zaman Sultan 2. Mahmûd kibarlığı ve zerafeti ile dillere destan olan bu zatı önce kaale almamış, mübalağa ediyorlar diye düşünmüş ama sonra merak etmeye başlamış. Kendince yakınlarına bile hiçbir şey sezdirmeden bir plan hazırlamış. Çok sıcak bir Ramazan günü Üsküdar’da biraz serinleyelim diyerek, yakınlarıyla beraber Anadolu tarafına geçivermişler. Yeni cami ziyaret edilmiş, İkindi namazı İskeledeki Mihrimah Camii’nde kılınmış, cami’in denize nazır cephesinin karşısında o tarihte yeni yapılmış Nizamiye Karakolu da ziyaret edilerek, orada da bir müddet oturulmuş. Dürrîzâde ise Doğancılar’da, yeni yaptırdığı konakta hiçbir şeyden habersiz oturmakta imiş… Topa yarım saat kala ise Sultânın asıl niyetinin Üsküdar’da serinlemek değil, Dürrîzâde’ye âdeta baskın yapar gibi, dâvetsiz olarak iftara gitmek olduğu anlaşılmış. İftar saatine beş on dakika kala Dürrîzâde konağına gelinmiş. Vükelâ ve rical ile beraber…

İşte bundan sonrası: Kâhya bu beklenmeyen muhteşem misafirleri görünce büyük bir telaş içinde konağa haber salmış. Dürrîzâde ise son derece sakin, Kethüdaya “Neye telâş ediyorsun? Hareme haber yolla. Harem tablalarından bir iki tanesini dışarı versinler. Benim yemeğimi de Efendimize takdim ediniz.” emrini verdikten sonra Zât-tı Şâhâne ve maiyetini karşılamaya gitmiş. Dürrîzâde Sultan’ın izniyle onun yanında diğer misafirler ise avludaki diğer sofralarda ağırlanmışlar. Yemekler nefis, yemeklerin kapları ise el emeği ve bir sanat harikası… Hizmet kusursuz… Yalnız Sultan Mahmûd’un bir şey dikkatini çekmiş. Hoşafların konulduğu cam kâselerin aynı zarafetten yoksun oluşu… Mazûl Şeyhülislâm’a (bir müddet sonra eski mevkiine tayin edilmiştir) “Tabaklardaki güzellik, zerafet neden hoşaf kâselerinde yoktur? Diye sormadan da edememiş. Dürrîzâde’nin cevabı Sultân’ı çok şaşırtmış: “Sultanım hatamızı hoş görün. Hoşafın tadı ve lezzeti bozulmasın diye buz parçalarını kâselere attırmıyorum buzdan kâse yaptırıyorum.” Gûya Padişah da bu konu açıldıkça “Bunu kendiliğimden anlayamadığım için utandım” dermiş. Yemekten sonra Sultan Mahmûd, iltifat olarak “Sizin aşçı pekiyi. İsterseniz bizim aşçı ile değişelim” demiş. Ali Rıza Bey’den nakledildiğine göre, bundan sonra Dürrîzâde’nin ne zaman adı geçse Sultan Mahmûd; “Herif kibardır” dermiş.

Dürrîzâde’nin ilmi, kibarlığı dâhil ayan beyan meydanda. Tarihler yazıyor. Tarihler bu iftar baskınını yapan 2. Sultan Mahmûd için ne yazıyor? Bir zahmet okuyalım: “Şair, şiir mahlâsı “Adlî ” bestekâr, neyzen, tanburî, hanende, hem Nakşi, hem Mevlevî, sülüs ve nesih ve celî hatlarda büyük bir hattat. 1566’da Kanunî Sultan Süleyman’ın ölümünden saltanatın sonuna kadar gelen hâkanların en büyüğü, modern Türkiye’nin ve modern Türk ordusunun kurucusu, Türk tarihinin yetiştirdiği en büyük şahsiyetlerinden biridir. Politikada ve teşkilatçılıkta dehâ sâhibi, zeki, vakur, enerjik, korkusuz ve sabırlı idi, çağının modern bilgilerinden haberdardı. Kendisinin âdeta hocası olan, yeğeni de olduğu 3.Selim derecesinde olmamakla beraber Doğu kültür ve dillerine vâkıftı. Fransızca da biliyordu. (Osmanlı Devleti Tarihi -1- “Siyasi Tarih” YILMAZ ÖZTUNA)

Aziz okuyucularım Süheyl Ünver Hocamızın yazdığı ve söylediği gibi Ramazan bir medeniyettir. İşte hocamızın o yazısından bir bölüm: “Müslüman olan milletler şunu unutmamalı ki İslâmiyeti Müslüman olan Türkler bedii bir şekle sokmuşlar ve Ramazan ayında mahya, temizlik, rabıtalılık, ahlâk tasfiyesi, günah ve zararlı şeylerden çekinme, yerinde eğlenebilme, dinlenebilme, cömertlik ve herkesi düşünmek terbiyesini bir araya getirerek bir Ramazan medeniyeti vücuda getirmiş, bunu İstanbul’da teksif etmişlerdi...”

Bayramınız mübârek olsun. Allah daha nice Ramazanları ve bayram gibi, şerlerden arınmış, hayırlarla donanmış bayramları bizlere yaşamağı nasip etsin inşaallah.