Prof. Dr. Hasan ONAT

Akademisyen

Türkiye'de Din Anlayışı-7

Türkiye Cumhuriyeti, Türk insanında, sağlıklı bir zihniyet değişikliğini gerçekleştirememiştir. Bugün, sağ eğilimli aydın da, sol eğilimli aydın da, bir türlü “demokrat” olamamaktadır; çünkü kültürümüz, kültürümüze bakışımız tutarlı değildir. Geçmişi, eleştiriye tabi tutmadan geleceğe taşımak isteyen insan da, geçmişine düşman olan insan da, geçmişin ağırlığı altında ezilmeye mahkûmdur. Bu durum, bir tür fanatizm doğurur. Fanatizmin, yobazlığın, sağ, ya da sol eğilimli kimselerdeki niteliği arasında çok ciddi farklar yoktur. Gerekli zihniyet değişikliği gerçekleştirilmeden girişilen hızlı kültür değişimi, her ikisi de sağlıksız olan iki uç eğilimi beraberinde getirmiştir: Birincisi, geçmişin idealize edilerek eleştiri dışı tutulması, bir anlamda, kutsallaştırılması ve tabulaştırılması. İkincisi, geçmişin, yok farz edilerek eleştiri dışı tutulması. Kutsallaştırmak da, yok farz etmek de, insan gerçeği ile bağdaşmamaktadır. Hiç kuşkusuz, kültürü üreten insandır; ancak, bireyi ve toplumu şekillendiren de kültürdür. Hızlı kültür değişimi, değerler alanında kargaşayı beraberinde getirir ve kişilik bunalımının bireysel ve toplumsal planda hız kazanmasına sebep olur. Sonuçta, kendi kültürünü kutsallaştırarak, ya da kendi kültürüne düşman olarak kendini yok etmeye çalışan, bir tür intihar psikolojisi ortaya çıkar. Türkiye’de, devlet ve toplum olarak tarihimize ve bir bütün olarak kültürel mirasımıza bakış konusunda, sağlıklı ve gerçekçi bir bakış açısının geliştirildiğini ve toplumun geleceği, birlik-beraberliği göz önüne alınarak bunun gereklerinin yerine getirilmeye çalışıldığını söyleyebilmek, maalesef pek mümkün değildir.

ac. Dinî Miras Osmanlı İmparatorluğu, altı yüz sene, farklı dinlere mensup insanları bir arada, çoğu zaman da barış içinde yaşatmayı başarmıştır. Duraklama dönemi ile birlikte, topluma dinamizm kazandıran din anlayışının donuklaştığını, dinin toplumun değişik kesimleri tarafından çeşitli amaçlarla kullanılmaya başlandığını görmekteyiz. Din hayatın bütün alanlarında etkili bir kurum olduğu için, din alanındaki donuklaşma, dinamizm kaybı, toplumun her tarafından hemen etkisini hissettirmektedir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Osmanlı’nın nüvesini oluşturan taban üzerinde kurulmuştur. Ancak, Osmanlı’dan intikal eden dinî miras, halk bazında kendi kaderine terkedilmiştir. Tekke ve Zaviyelerin kapatılması, halka alternatifi gösterilmediği için, meydanın din istismarcılarına açık hale gelmesine yol açmıştır. Din alanındaki bilgi boşluğu, tahribatı derinleştirmiştir. Bu boşluk, daha sonra, sırf Kur’ân’ın yüzünden okunması amaç olarak alan Süleymancılığın toplum katmanlarında yer tutmasına yol açmıştır. Tarikat grupları bu boşluktan yararlanarak palazlanmışlardır. Nurculuk, bu boşluğun ürünüdür. Aydınlar, Osmanlı’nın son dönemlerinden itibaren, belki de Aydınlanmanın etkisiyle, dinle ve dinî değerlerle çok sıcak bakmamışlardır (Bk Şerif Mardin, Türkiye’de Din ve Siyaset, 164). Osmanlı’nın son dönemlerinde, din alanında, ciddi bir tefekkür ortamı ve sağlık belirtisi olan arayışlar ortaya çıkmıştı. Geniş bir yelpazede ortaya çıkan bu arayışın bir ucunda, din alanında yeniden yapılanma çabaları bile vardı. (Ş.Mardin, aynı eser, 17-19). Cumhuriyet dönemi aydını, bu birikimi görmezlikten geldiği gibi, bunun yeni kuşaklara aktarılması için de hiç bir ciddi çaba sarf etmedi. Çok Partili döneme geçildikten sonra, halkın politikacılara baskıları sonuç vermiş (İsmet Parmaksızoğlu, Türkiye’de Din Eğitimi, Ank.1966, 28); 1949 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi açılmıştır. Daha sonra İmam Hatip Okulları açılmıştır. Türkiye’de hemen hemen bütün İmam Hatip Okullarının binaları, halk tarafından yaptırtılmıştır. Bu okulları, normal dindar insanın, her şeye rağmen Devletle barışık olduğunun bir göstergesidir. Okul binalarını hazırlayanlar, bu binaları okulların açılmasına karşılık devlete devretmişlerdir.

İmam Hatip Liselerine yoğun bir ilgi olduğu ortadadır. Öyle ki, pek çok İmam Hatip Lisesi, öğrencilerini sınav yaparak seçmektedir. Halkımızın bu okullara yönelmesinin sebepleri doğru tespit etmekte fayda vardır. Her şeyden önce, Türk insanı, öldükten sonra arkasından bir Fatiha okuyacak bir nesil istemektedir. Ne çocuklarını İmam Hatip Liselerine gönderen ebeveynler, ne de o okullara giden çocuklar, İmamlık ya da Hatiplik’i bir meslek olarak düşünmektedirler. Zaten, bu okulları bitirenlerden çok azı, bu meslekleri seçmektedir. Türkiye’de, dindar ailelerin çoğu, Cumhuriyetin ilk yıllarında, muhtelif sebeplerle çocuklarını okullara göndermek istememişlerdir. İmam Hatip Liseleri, bu bakımdan toplumun bütünleşmesine önemli bir katkıda bulunmuştur. Bu okullar, Müslüman Türk insanının, “öldükten sonra, arkasından bir Fatiha okuyacak nesil” özlemine cevap olmuştur. Bugün, İmam Hatip Liselerinin de birtakım sorunları vardır. Bu okulların amacının ve programının yeniden gözden geçirilmesi gerekmektedir. Daha da ötesi, halkın ilgisinin “dini bilen nesil” arzusundan kaynaklandığı göz önüne alınarak, bu beklentinin bu okulların dışında da gerçekleşmesi sağlanmalıdır. İmam Hatip Liseleri, Türkiye’nin içinde bulunduğu koşulların ürettiği okullardır. Bu konuda, doğru bilgiye dayanmadan yapılan tartışmalar ve spekülasyonlar, sorunun kökleşmesinden başka hiçbir işe yaramamaktadır. Öte yandan, Anayasal bir kuruluş olan Diyanet İşleri Başkanlığı, günümüz Türkiye’sinde, hâlâ hararetli tartışmalara sebep olmaktadır.(Bk. İştar B. Tarhanlı, Müslüman Toplum, “Laik” Devlet Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığı, İst. 1993). Bu teşkilatın kaldırılması, cemaatlere bırakılması, burada Alevilere de bir masa verilmesi gibi, Türkiye’nin gerçekleri ile pek bağdaşmayan konuşmalar dikkat çekmektedir. Siyasîler Diyanet’ten ellerini çekmedikleri, Diyanet’in ilmî nitelikli bir din anlayışıyla görevini yapmadığı müddetçe bu tartışmaların sona ermesi pek mümkün değildir.

Diyanet, daha özerk, İlâhiyat Fakülteleri ile koordineli bir biçimde, dinî tefekkürün rafine edilerek halka ulaştırıldığı bir kurum olmalıdır. Bütün bunlar, Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne intikal eden dinî mirasın, sorunlarımızın ana kaynaklarından birisi olduğunu göstermektedir. Bu sorunun üstesinden gelebilmek için, dinî tefekkürü üretecek aydınlara ihtiyaç vardır. Öyle zannediyoruz ki, başta Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi olmak üzere, İlahiyat Fakülteleri, önümüzdeki yıllarda, bu görevi üstlenmeye başlayacaktır. Ancak, Türkiye’de, din alanındaki bilgi boşluğu, halen, din alanında eğitim görmemiş, dindarlar tarafından doldurulmaktadır. Bu durum, bir asra yaklaşan dinî tefekkür kısırlığının doğal sonucudur. Dinî tefekkür birikimi, yeni projeksiyonlar yapabilecek kıvamı yeni yakalamıştır. Bundan sonra, dini bilen “aydın” insan tipinin yetişeceğini ümit ediyoruz.

ad. Hukukî Miras Türkiye, Cumhuriyetle birlikte Batı çizgisinde bir hukuk anlayışına geçmiş, Batılı ülkelerinden kanunları esas alınarak hukuk alanında farklı bir yapılanma gerçekleştirilmiştir. Bu yapılırken, Osmanlı’dan devreden, toplumun dokularına işlemiş hukukî miras pek nazar-ı dikkate alınmamıştır. Buna rağmen, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin en iyi işleyen kurumlarının başında hukuk kurumlarının gelmesi üzerinde düşünülmesi gerekli olan bir husustur. Bugün gelinen noktada Türkiye’de çok hukukluluğun tartışılması (Bk. Taha Akyol, Medine’den Lozan’a, İst. 1996), Osmanlı’nın son dönemlerindeki tartışmaların sağladığı birikimin yeni nesillere aktarılamamasının bir sonucu olup, bu konuda fikir üretme iddiasında olan insanların ilmî derinlikten, Türkiye’nin ve dünyanın içinde bulunduğu sosyal gerçeklerden ne kadar yoksun olduklarının bir göstergesidir. Hukuk alanında hâlâ birtakım ciddi sorunlarımızın olduğu bilinmektedir. Bu durumun, Türk insanının adalet mekanizmasına ve hukukun üstünlüğüne güveninin sarsmasına izin verilmemeli, konunun üzerine ciddiyetle gidilmelidir. Hukukunu olmadığı yerde, anarşi kaçınılmaz olarak ortaya çıkar; insanlar, kendi sorunlarını kendileri çözme yoluna gider.

b. Türkiye’de Aydınlar Dinin -en azından- Bir Sosyal Realite Olduğunu Görememişlerdir Türkiye’de, bugün bile bir aydın problemi vardır.

Cumhuriyet döneminde, toplumun dinî yönden sağlıklı bilgi ihtiyacını üretecek dindar aydın, maalesef yetişmemiştir. Bu durum, din alanın, dinî bilmeyen dindarlarla, ya da din tacirlerine terk edilmesi anlamına gelmektedir. Bugün gelinen noktada başımızı ağrıtan laik-dindar geriliminin temelinde, dindar aydını yetiştiremeyişimiz yatmaktadır. Türkiye’de, Osmanlı’nın son dönemlerinden itibaren aydınların dine ve dinî değerlere yönelik ilgisi, 1960’lara kadar gittikçe azalan bir grafik çizmiştir. Öyle ki, uzun müddet, aydın olmak, dinsiz, din karşıtı, en azından din konusunda nötr olmakla eş anlamlı hale gelmiştir. Dindar insan, horlanmış, aşağılanmıştır. Bu durum, dinin en azından “sosyal bir realite” olduğunun anlaşılmasını engellemiştir. Oysa tarih boyunca, bütünüyle dinden uzak bir toplumun var olduğu bilinmemektedir. Nerede bir topluluk varsa, orada, niteliği farklı da olsa, mutlaka bir din olgusu vardır. Dinin birey ve toplum açısından arz ettiği önemi görmezlikten gelerek, dini yok farz ederek herhangi bir konuda kalıcı başarılar elde etmek, toplumsal barışı sağlamak pek mümkün değildir. Türkiye, uzun yıllar, aydınlarının din konusundaki duyarsızlığı ile karşı karşıya kalmıştır. Öyle zannediyoruz ki, bugünkü sorunlarımızda, bu durumun ciddi bir ölçüde katkısı olmalıdır. IV. Din Alanındaki Bilgi Boşluğu İslâm’ın Doğru Anlaşılmasını Engellemektedir Türkiye Cumhuriyeti Devleti, belki de tarihinin en zor dönemlerinden birini yaşamaktadır. Bu zorluk, Türkiye üzerinde yoğunlaşan, birbirinden farklı birtakım zorunlulukların, aynı noktalarda kesişmelerinden kaynaklanmaktadır. Bu zorunlulukları önem sırasına göre şöyle sıralamak mümkündür: Türkiye, tarihi ve kültürü ve Türk milletine asırlardır şekil veren öz değerleri ile barışmak zorundadır. Türkiye, demokrasi kültürünü oluşturmak ve demokrasiyi bütün kurum ve kuruluşları ile hakim kılmak zorundadır. Türkiye, daha çok Fransa’daki teori ve uygulamalar esas alınarak yürütülmeye çalışılan, din konusunda, başka ülkelerde pek rastlanılmayan katı bir tavır sergileyen laiklik anlayışını gözden geçirerek, kendi kültürü ve değerleri ile çatışmayan, toplumun kolayca benimseyebileceği bir yeni laiklik anlayışı geliştirmek zorundadır. Türkiye, Türk toplumunun önüne, “yeni bir uygarlık yaratma” gibi yüksek bir hedef koymak zorundadır. Türkiye, bütün dünyanın içine sürüklendiği, baş döndürücü “sosyal değişme” olgusunu doğru tespit etmek, bilgi toplumuna geçiş sürecinde daha fazla gecikmemek zorundadır.