Oğuz ÇETİNOĞLU

Ekonomist, Araştırmacı-Yazar

ocetinoglu1@gmail.com

Türk Milliyetçiliği Fikriyatının Yücelerinden Bir Yıldız Daha Kaydı: Yücel Hacaloğlu

1936 yılında Rize’nin Fındıklı ilçesinde doğdu. İlk ve ortaokulu Kars’ta, liseyi Trabzon’da okudu. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden mezun oldu.

Gazeteciliğe 1957 yılında Bâb-ı Âli’de Sabah gazetesinde başladı.

Kendisinden teyit almaya fırsat olmadı. Şöyle bir hâdise anlatıldı: Gökhan Evliyaoğlu, ilk gazetesini çıkarmadan önce bir ziyâret için Trabzon’a gider. Bir vesile ile Yücel Hacaloğlu ile tanışır. Havaalanı lokantasında koyu bir sohbete dalarlar, uçağa dâvet çağrılarını fark etmezler. Evliyaoğlu ertesi güne kaldığı için üzgün ve sinirlidir. Sohbetleri huzursuz bir ortamda otelde devam ederken fâcianın haberi gelir. Evliyaoğlu’nun binemediği uçak düşmüş, yolculardan ve mürettebattan kurtulan olmamıştır. 

Evliyaoğlu’nun yayımladığı Yeni İstanbul, Havadis ve Son Havadis gazeteleri ile Düşünen Adam dergisinin hiç değişmeyen yönetim kadrosu bu vesile ile oluşur: Sâhibi: Gökhan Evliyaoğlu, Genel Yayın Müdürü: Hâmi Tezkan, Yazı İşleri Müdürü: Yücel Hacaloğlu.

Kendisini gıyâben bu kadro vesilesiyle tanıdım.  Ben Ankara’da O, İstanbul’da idi. 1980’de İstanbul’a yerleştiğimde Hacaloğlu Ankaralı olmuştu.

1998 yılında merhum Altan Deliorman, Orkun dergisini yayımlamaya başladı. ‘Atsız’ın Mektupları’ başlıklı yazılarda Yücel Hacaloğlu ismi ile tekrar karşılaştım. 3 sayı sonra ben de Orkun yazarları arasına katılınca, aynı derginin yazarı olmuştuk. Gıyâbî tanışmamız derinleşti.

2000 veya 2001 yılı idi. Bir Cumartesi günü Prof. Dr. Turan Yazgan’ın başkanı olduğu Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı’nın tertip ettiği konferans için salona girerken bir ses, ismimle seslendi. ‘Kim’ diye bakınırken sımsıcak gülüşlü, Karadenizli olduğu hemen anlaşılan biri: ‘Ben Yücel Hacaloğlu’ diyerek elini uzattı. Derhal birbirimize sarıldık. Bir süre öylece kaldık.

Türk Ocakları Genel Başkan Yardımcısı idi. Türk Ocakları ile alakalı kitaplar hazırlayıp yayımlıyordu. 1963-1965 yılları arasında Ankara Türk Ocağı Başkan Vekili olduğum günlerde çekilen ve albümlerde bulunan fotoğraflardan beni biliyormuş.

Birkaç gün sonra kendisini Ankara’ya yolcu ettim. Kısa süre içerisinde, destandaki Ergenekon’dan çıktığımız günden beri berâber yaşamış gibiydik.

Sonraki yıllarda irtibatımız hiç kesilmedi. İstanbul’a her gelişinde mutlaka görüşür hasret giderirdik. Ayrı şehirlerde olduğumuzda sık sık telefonlaşırdık.

Türkiye’nin sicil âmiri idi. İster aynı düşüncede olsun, ister karşı düşüncede… Az-çok tanınmış herkes hakkında bilgi sâhibi idi. Nerelidir, şimdi nerededir, doğum târihini, 1-2 yıl farkla bilirdi. Hayatta olup olmadığını, vefat etmişse yılını, fikrî ve siyâsî eğilimini, bağlantılı olduğu kişileri… hiçbir belgeye, nota bakmadan doğru olarak söylerdi.

Lise yıllarından itibâren benimsediği Türk milliyetçiliği fikriyatını İstanbul’da Beyaz Saray Kitapçılar Çarşısı’nda, Marmara Kıraathânesi’nde ve Küllük’te pekiştirdi. Ankara’ya yerleştikten sonra Türk Ocakları’na bağlandı. 20 yıl süre Genel Sekreter ve Genel Başkan Vekili olarak vazife gördü, hizmet etti.  Ebedî âleme intikal ettiğinde Türk Ocakları Genel Merkezi’nde Danışma Kurulu, Türk Yurdu Dergisi’nde Yayın Kurulu üyesi idi. Çok faal, çok çalışkan bir insandı. Adı Türk Ocakları ile özdeşleşti. Başta ‘Türk Ocakları Târihi’ olmak üzere Ocak ve Ocaklılarla alâkalı 70 adet kitap yazıp yayımladı. İlk eseri, ‘Nihat Atsız’ın Mektupları’ idi. Son eseri de aynı kitabın genişletilmiş baskısı oldu.

Az ve öz konuşurdu. Sevmediklerinin dahi aleyhinde söz söylemezdi. Bilinirdi ki adını anmak istemediği kişi, makbul bir adam değildir. Sevdiği kişilerin de tasvip etmediği özellikleri konuşulurken susmayı tercih ederdi. Sâkin ve kendinden emin tavırla konuşur, konuştuğu zaman kendisini dinletirdi. Dinlenilmesi, öğrenilmesi gereken şeyler söylerdi. Fikirleri çok netti. Çok ve dikkatli okumakla yetinmez, okuduklarını tahlil ederdi. İsâbetli karar verir, itiraz edenleri rahatlıkla ikna ederdi.

Çok şey bilmesine rağmen, bildiklerinin bilinmesini istemez tavırları vardı. Bir şey sorulduğunda, ancak muhatabının bilmesi gereken kadarını söylerdi.

Sığınmak mecburiyetinde kaldığı yerde değil, şahsiyetine yakışır yüksekliklerde yaşadı. Oralara sürünerek değil, tırmanarak çıktı. İsteseydi Türkeş de Demirel de O’nu milletvekili seçtirirdi. Şahsı için hiç kimseden maddî mânevî talepte bulunmadı. Dâvâsı söz konusu olduğunda fedâkârlıktan kaçınmazdı.

1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’nı gazeteci olarak tâkip ederken Yunanlılar tarafından esir düştü. Kendisinden bilgi alınamayacağı anladıklarında serbest bırakıldı.

En mümeyyiz vasfı; vatanseverliği, milliyetçiliği, dürüstlüğü ve kibirden uzak vakarı idi.

İyi bir gazeteci idi. Birçokları gibi yazmadıklarından menfaat sağlamadı. Hatır-gönül için kimsenin lehine tek satır yazmadı, yazdırmadı, yazılanları yayımlamadı. Bu bilgiler, O’nu yakından tanıyanlar tarafından, adı geçtikçe her zaman her yerde konuşulurdu.  Adı hiçbir nahoş olaya karışmadı.

Akıllı bir insandı. O’nun yanlış bir iş yaptığını, yanlış bir laf ettiğini gören-işiten olmamıştır. Olgun bir insandı. Bildiği her şeyi söylemez, söylediğini ve ne söyleyeceğini, neyi söylememesi gerektiğini bilirdi.

Gerçek mânâda bir kahramandı. Fakat kahramanlığı asla kabul etmezdi. ‘Ben vazifemi yapıyorum. Vazife sırasında yapılanlar kahramanlık olarak tavsif edilemez’ Diyordu.

İstanbul’a son gelişi, Kasım 2017’de oldu. Söz sağlıktan açılınca; ‘Bizim yaşımızdakiler iki şeye çok dikkat etmeliler: Birincisi üşütmemeye, ikincisi düşmemeye…’ Demişti.

Üşüttü, zatürre oldu, ebedî âleme doğdu.

Nur içinde yatsın, mekânı cennet olsun.