Oğuz ÇETİNOĞLU

Ekonomist, Araştırmacı-Yazar

ocetinoglu1@gmail.com

İbâdet Dili - 4

Türklerin İslamiyet’le ilişkileri Hazret-i Muhammed (sav) Efendimiz döneminde başladı. İslam’ın ilk kadın şehidi Sümeyye Bint Habbât (radyallahu anha) aynı zamanda ilk kadın sahâbelerdendi ve Türk asıllıydı. 615 yılında Ebû Cehil tarafından şehid edildi. 

Türklerin kütle hâlinde Müslümanlarla karşılaşmaları, Araplarla Fars kökenli Sâmânî Devleti arasındaki Nihavend Savaşı’ndan 2 yıl sonra, 644 yılında oldu. 661 yılında Emevi Devleti kuruldu. Birinci Emevi Halifesi Muaviye döneminde, 673 yılında Ubeydullah bin Ziyad, ordusuyla Türklerin yaşadığı Buhara şehrine gitti ve 2000 Türk’le birlikte ülkesine döndü.

706-715 yılları arasında Emevi Devleti’nin Türkistan valisi olan Kuteybe bin Müslim zamanında, az sayıda Türk, Müslümanlığı kabul etti. Türklerin kütleler hâlinde İslamiyet’i kabulleri, 750 yılında Emevi Hânedânını devirip İslam devletinde hilafet makamına geçen Abbasiler döneminde gerçekleşti.

Türklerin, kendi istekleriyle İslamiyet’i kabul etmelerindeki en müessir etken, İslamiyet’i iyi bilen tüccarlar ve yumuşak huylu, zengin gönüllü mutasavvıflardır. Bunlardan biri, asıl adı; ‘İbrâhim el Azdî’ olan ve ‘Şakik’ olarak anılan zengin bir tüccardı. O, Hz. Peygamber’in; ‘fakirlik iftiharımdır’ hadisine uyarak, her şeyini, İslam’a ısındırmak istediği fakirlere dağıtmak için Türk diyarlarında şehir-şehir, şehirleri ise mahalle-mahalle ve sokak-sokak, ev-ev dolaşıyordu. Çok kişi O’nun telkinleriyle Müslüman oldu.

922 yılına gelindiğinde, İdil Irmağı boylarında oturan Bulgar Türklerinin Hakanı Almuş Han, Abbasi halifesi el-Muktedir Billah’tan; ülkesine savunma maksadına yönelik kaleler ve ibâdet etmek için câmiler yapacak ustalarla İslamiyet’i öğretecek din adamları gönderilmesini istedi. İstek yerine getirildi ve Bulgar Türkleri, kütleler hâlinde İslamiyet’i kabul eden ilk Türk topluluğu oldu. 940’lı yıllarda Karahanlılar, 960’lı yıllarda Gazneliler, hemen ardından Selçuklular ve Oğuzlar İslamiyet’le şereflendiler.

Artık İslamiyet Türkler arasında tam anlamıyla kök salmıştı. Türk topluluklarında din âlimleri de yetişiyordu. Onlar İslamiyet’i derinlemesine inceliyor, dinin yoruma açık hükümlerini Türklerin örf ve âdetleriyle harmanlayarak yorumluyorlar ve tebliğ için diyar-diyar dolaşıyorlardı. Bir kısmı da medreselerine gelen insanlara ders veriyor, İslamî ilimleri öğretiyor, öğrenenler de tebliğ görevi için Avrupa içlerine uzanıyordu. Böylece İslamiyet bütün dünyaya yayıldı.

İlk dönem Türk-İslam âlimlerinden biri ve belki de en önemlisi ‘Şems’ül-Eimme / İmamların Güneşi’ olarak anılan Serahsî’dir.

Hicrî 400, Milâdî 1009-1010 yılında kadim Türk yurdu Horasan bölgesindeki Serahs şehrinde doğdu. Hicrî 481, Milâdî 1090 yılında târihî Türk şehri Fergana’da ebedî âleme intikal etmiştir. Yazdığı 31 Ciltlik el-Mebsût isimli eseri, insanlık târihinin ilk devletler hukuku kitabıdır. ‘İnsanlık târihinin…’ çünkü batılı ilim adamları, devletler umûmî hukuku hakkındaki ilk eserlerini ancak 16. Yüzyılda yazabilmişlerdir.

Serahsî, yalnızca hukuk sahâsında değil; kelam[1], siyer[2], usûl ve ilmihal[3] gibi İslâmî ilimlerin tamamında derin bilgilere sâhiptir.

Eserlerinde ‘İbâdet dili’ hakkında geniş açıklamalar vardır.  

Serahsî ibâdetin dili ile ilgili tartışmalara Usûl isimli eserinde yer vermiştir. Hanefî geleneğinde meselenin kökenleri Ebû Hanîfe ve öğrencileri Ebû Yusuf ile Muhammed b. Hasen eş-Şeybânî'ye kadar uzanmaktadır.

Ebû Hanîfe'ye göre namazda sûrelerin Arapçadan başka bir dille okunması câiz[4] ancak mekruhtur.[5] Ebû Yusuf ve İmam eş-Şeybânî’ye göre kişi Arapçayı telaffuz edebiliyorsa çeviri okuması câiz değil, telaffuz edemiyorsa câizdir. İmam Şâfiî'ye[6] göre ise hiçbir durumda çevirinin okunması câiz değildir. Şâfiî'nin görüşü yalın bir gerekçeye dayanmaktadır. Buna göre namazda Kur’ân okunması emredilmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’in Arapça olduğu da bizzat âyetlerde ifâde edilmektedir (Zuhruf, 43/3).

Farsça çeviri ise Kur’ân olmayıp insanların sözü olduğu için namazda okunması geçerli olmaz, hatta namazı bozar. Ancak Arapçayı telaffuz edemeyen kişi ümmî statüsündedir ve kırâatsiz olarak namaz kılmalıdır.

Serahsî, î'câz[7] kavramına atıf yapmaktadır. Bu yaklaşıma göre Kur’ân î'câz özelliğine sâhiptir. î'câz* ise hem lafızda[8] hem de mânâda gerçekleşmektedir. Bu yüzden Arapçayı telaffuz edebilenin, lafız ve mânânın her ikisini de okuyarak kırâati yerine getirmesi gerekir. Arapçayı telaffuz edemediği için lafzı okuyamayan ise mânâyı okuyarak kırâati yerine getirir. Bu durum da rükû ve secdeye gücü yetmeyenin imâ ile namaz kılması gibidir.  Serahsî görüşünü temellendirmek için İmameyn’in[9] kullandığı delilde, daha sonra kaleme aldığı Usûl isimli eserinde biraz değişiklik yapmıştır. Buradaki îzaha göre İmâmeyn mânânın müstakil olarak î'câz özelliğine sâhip olduğunu inkâr etmemektedirler. Bu sebeple Arapçayı telaffuz edemeyenin çeviriyi okumasını câiz görmektedirler. Zira muciz[10] olan kelâmı[11] hiçbir şekilde okuyamayandan kırâat yükümlülüğü tamamen düşmektedir. Çeviriyi okuyabilen ise namazı bununla kılmaktadır. Arapçayı telaffuz edebilenin namazda çeviriyi okumasını câiz görmemeleri, mânânın î'câz özelliği taşımadığından kaynaklanmamaktadır. Bunun gerekçesi namazda kırâat rüknünü[12] îfâ ederken, gücü yetenlerin Hz. Peygambere ve selefe[13] uymalarının farz olmasıdır. Bu husus da Arapça metnin okunmasıyla yerine gelir.  Görüldüğü üzere Serahsî buradaki yorumlarıyla Ebû Hanîfe ve iki öğrencisini mânânın müstakil olarak î'câz özelliği taşıdığı noktasında uzlaştırmaktadır. Arapçayı telaffuz edebilenin çeviri okumasının geçerli olup olmaması hakkındaki ihtilafı da İmâmeyne göre Arapça metni okuyabilenin bu konudaki sünnete uymasının farz olmasına, Ebû Hanîfe'nin ise ilgili sünnete riâyet edilmemesini mekruh görmekle beraber çevirinin okunmasını kırâat için yeterli saymasına irca[14] etmektedir.

Serahsî'nin, Ebû Hanîfe'nin görüşünün temellendirilmesi üzerinde bütün teferruatıyla durduğu görülmektedir. Serahsî öncelikle, Ebû Hanîfe'nin Selmân el-Fârisî'nin[15] bir uygulamasını delil getirdiğini ileri sürmüştür. Rivâyete nazaran İranlılar Selmân'dan kendilerine Fatiha suresinin Farsça çevrisini yazmasını istemişler ve bu çeviriyi dilleri Arapçaya yatıncaya kadar namazda okumuşlardır.

Daha sonraki kaynaklarda aynı rivâyetin, el-Mebsût'a atfen, besmelenin Farsça çevirisi verilerek ve Selmân'ın bu hususta Hz. Peygamber'in onayını aldığı ziyâdesiyle geçtiğini görüyoruz. Ancak Hz. Peygamber döneminde İran bölgesinde yaygın bir İslâmlaşmanın meydana gelmemesi bu ilâve bilginin ihtiyatla karşılanmasını gerektirmektedir. Serahsî bu haberin isnadı veya menşei konusunda bir bilgi vermemektedir. Hanefîleri bu konuda eleştiren muhâlif mezhep fıkıhçıları da Selmân rivâyetine atıf yapmakla beraber, rivâyetin içeriğini te'vil[16] etmişler ancak sıhhati hakkında bir değerlendirme yapmamışlardır. Hanefî fıkıhçıların rivâyetlerin kabulü konusunda ehl-i hadisden farklı bir metod ilmine sâhip oldukları malûmdur. Özellikle irsal[17] meselesinde bu hususu görmek mümkündür. Serahsî'nin bu rivâyete yer vermesinin, Selmân rivâyetinin Hanefî geleneği içerisinde kabule şâyan bir yolla intikal etmesinden kaynaklandığı düşünülebilir. Bunun yanında muhteva açısından dikkat edilmesi gereken nokta rivâyetin son kısmında yer alan ‘...bu çeviriyi dilleri Arapçaya yatıncaya kadar namazda okumuşlardır.’  kısmıdır. Serahsî Ebû Hanîfe'nin delilleri arasında gösterse de ilgili rivâyet, İmâmeynin yaklaşımına mesnet teşkil etmektedir.

Serahsî'nin Ebû Hanîfe'nin görüşünü temellendirirken kullandığı en etkili delil, mânâ-î'câz ilişkisi üzerine kurulmuştur: Namazda okunması emredilen mu'ciz olan kelamdır. Î'câz ise mânâda gerçekleşmektedir. Çünkü Hz. Peygamber bütün insanlığa gönderilmiştir. Kur’ân bütün insanlar için hüccettir.[18] En’âm Suresinin 19. âyetinde Hz. Peygambere ‘Bu Kur’ân bana, sizi ve onun ulaştığı kimseleri uyarmam için vahyolundu.’ (En’âm, 6/19) demesi tâlim edilmiştir. Malûmdur ki Kur’ân her topluluğa ancak kendi dili ile ulaşabilir. Üstelik Arap olmayan birinin Arapça olarak Kur’ân-ı Kerîm’in bir benzerini getirememesi ile î'câz özelliği ortaya çıkmaz. Zira Arap olmayan biri, Arap şâirlerinin şiirlerinin benzerlerini de Arapça olarak ortaya koyamaz. Î'câz özelliği, Arap olmayan bir kişinin kendi dilinde Kur’ân-ı Kerîm’in benzerini ortaya koyamaması ile açığa çıkar. Bu da î'câzın mânâda tam olarak gerçekleştiğinin en açık delilidir. Î'câz mânâda gerçekleştiğine göre, mûciz olan kelâmın Farsça okunmasıyla da kırâat yükümlülüğü yerine gelir.

Serahsî î'câzın mânâda ortaya çıktığını temellendirmek için Kur’ân-ı Kerîm’in Allah'ın kelâmı olmasına vurgu yapar. Allah'ın kelâmı ‘muhdes’[19] veya ‘mahlûk’[20] değildir. Arapça olsun Farsça olsun dillerin tamamı muhdestir. Bu açıdan nazım olmaksızın î'câzın gerçekleşmeyeceğini söyleyen kimse Allah'ın mu'ciz[21] olan kelâmının muhdes olduğunu söylemek durumunda kalır ki bunun söylenmesi câiz değildir. Şuarâ Sûresi'nin 196. âyetinde ‘O (Kur’ân) öncekilerin kitaplarında da vardır: (Şuarâ, 26/196)  denildikten sonra Kur’ân-ı Kerîm’in belli bir dile has olduğu nasıl söylenebilir? Zira öncekilerin kitapları, şüphesiz kendi dillerindeydi!  Bütün bu delillerin mantıkî sonucunu da Serahsî, Şerhu'l-Câmii's-Sağîr isimli eserinde tasrih etmektedir: ‘Allah'ın kelâmının Arap diline has olduğu iddia edilemez. Çünkü Allah'ın kelâmı muhdes veya mahlûk değildir. Dillerin tamamı ise muhdestir.’  Netice olarak namazın rüknü Kuran okunmasıdır. Kişi hangi dilde okursa okusun kırâat yükümlülüğü yerine gelmiş olur.  Serahsî ulaştığı neticenin bir uzantısı olarak, Tevrat, İncil ve Zebur'un Kur’ân'a uygun olan bölümlerinin okunması hâlinde Ebû Hanîfe'ye göre namazın geçerli sayılması gerektiği kanaatine varmıştır. Zira Ebû Hanîfe'ye göre Farsça ve diğer dillerde kırâat geçerli olduğuna göre, bu uygulama da Süryânice veya İbrânice Kur’ân kırâati şeklinde değerlendirilebilir. Bu gerekçeyle namaz câiz olur.

Görüldüğü üzere Serahsî mânâyı öne çıkararak Ebû Hanîfe'nin yaklaşımını temellendirmiş ve bu arada ‘Kur’ân'ın mahlûk olup olmaması’ gibi etkili bir delili muhâliflerini sindirmek için kullanmıştır. Ancak burada dikkat çekici olan husus, literatürde Allah'ın sıfatı olarak nitelenen ‘kelâm'la (kelâm-ı nefsî), bu kelâmın lafız ve kalıplara dökülmüş biçimi (kelâm-ı lafzî) arasında yapılan ayrımın göz önüne alınmamasıdır. ‘Kur’ân mahlûk değildir.’ ifâdesi ile Allah'ın sıfatı olarak nitelenen kelâmın kasdedildiği,  dillerde telaffuz edilip okunan ibârelerin ‘mahlûk’ olduğu bizzat Hanefî fakîhler tarafından ifâde edilmektedir. Şerî hükümlerde delil olan kadîm mânâ değil, bu mânânın lafza bürünmüş biçimidir.  Namazdaki kırâat yükümlülüğü de şerî bir hükümdür. Dolayısıyla Serahsî'nin kurguladığı delil, konuyla alâkası açısından, birtakım problemleri barındırmaktadır.

Serahsî'nin delilleri netice itibarıyla, Kur’ân'ın Hz. Peygamberden itibâren bize intikal eden Arapça metninin de Allah'ın kelamının mümkün olan ifâde kalıplarından herhangi birisi olarak algılanışı neticesini doğurmaktadır. Ancak bu algının, İslâm toplumunda hâkim olan Kur’ân telakkisi açısından, kabul görme ihtimalinin düşük olması Serahsî'yi hem bu algıyı hem de Ebû Hanîfe'nin görüşünü sınırlandırıcı bâzı hamleler yapmaya sevk etmiş gözükmektedir. Öncelikle Ebû Hanîfe'ye göre çevirinin okunmasıyla kırâat yükümlülüğü yerine gelmekle beraber bu uygulamanın mekruh olduğunu belirtir. Kırâatin ikmâli için Hz. Peygamberin dili olan Arapçaya itibar etmek gereklidir. Bu açıdan Arapça metni okuyabilen bir kişinin çeviriyi okuyarak namaz kılması mekruhtur.  Kerâhat[22] kaydının çevirinin okunmasına verilen izni tatbikat açısından önemli ölçüde sınırladığını söyleyebiliriz. Zira hiçbir sağduyu sâhibi Müslümanın namaz gibi mühim bir ibâdetin îfasında mekruh olan bir uygulamayı tercih etmesi, beklenemez.  Serahsî'nin ikinci ve daha önemli hamlesi, çevirinin okunmasını ‘Arapça metni tam olarak karşılayabilme’ şartına bağlamasıdır. Bunun tamamlayıcısı olarak da ‘tefsir’ veya ‘te’vil’ gibi kesinlik içermeyen ifâdelerin namazda okunamayacağını tasrih etmiştir.  Gerek çevirinin imkân ve sınırlılıklarını gerekse din dilinin ve ilahi metinlerin özelliklerini dikkate aldığımızda ‘Arapça metni tam olarak karşılayabilme’ şartının bu konudaki cevâza gölge düşürecek nitelikte olduğu söylenebilir. Bu şartın Ebû Hanîfe'nin görüşünün uygulanmasını önemli ölçüde sınırlandırdığına, hatta bu ichitadın farazî bir mesele olarak algılanmasına yol açtığına birçok müellif işâret etmiştir.  Öte yandan ‘Allah'ın kelâmının Arap diline has olamayacağını’ savunan Serahsî'nin, çevirinin namazda okunabilmesini ‘Arapça metni tam olarak karşılayabilme’ şartına bağlaması, ilk bakışta sınırlandırıcı stratejinin bir yansıması olarak gözükmekle birlikte, daha derin bir gerekliliğin ifâdesidir. Zira Allah'ın ‘muhdes ve mahlûk olmayan kelamı’ bize ancak Hz. Peygamberden duyulan Arapça kalıplar aracılığıyla intikal etmiştir. Bu kalıplar olmaksızın Allah'ın kelamına ulaşma imkânımız yoktur. Dolayısıyla diğer dillere yapılan çevirilerin mûteberliği, elimizdeki tek orijinal şekli olan Arapça metne sadakati ile doğru orantılıdır. Bu açıdan Serahsî'nin delilleri, Arapça metnin de Allah'ın kelâmının* mümkün olan ifâde biçimlerinden biri olarak algılanması sonucuna ulaşsa da, pratikte diğer dillerdeki çevirilerin Arapça metinle eş değer kabul edilebilmesi mümkün görünmemektedir. Bu zorunluluktan dolayı Serahsî, çevirinin namazda okunabilmesi için Arapça metni tam olarak yansıtmasını ön şart olarak ileri sürmek durumunda kalmıştır.

(DEVAM EDECEK)

 

[1] Kelâm: Söz, lâfız, bir mânâ ifâde eden kelime.

[2] Siyer: Hz. Peygamberin hayatını mevzu edinen eser.

[3] İlmihâl: İbâdetler, temel bilgiler ve toplum hayatı ile alakalı kaidelerin ele alındığı öğretici dînî bilgiler kitabı.

[4] Câiz:  Dînî açıdan mükellefin yapıp yapmamakta serbest bırakıldığı fiiller. Yapılması veya yapılmaması sebebiyle cezâ gerektirmeyen hareketler. 

[5] Mekruh: Kesin ve bağlayıcı olmayan bir tarzda yapılmaması istenilen fiil.

[6] İmam Şafî: Ehl-i Sünnet mezheplerden Şafîiliğin kurucusu. İslâm âlimlerinin büyüklerindendir. 767-820 yılları arasında yaşadı.

[7] Î’câz: Veciz ve özlü söz söylemek.

[8] Lâfız: Kelime, söz.

[9] İmameyn:İki imam’ demektir. İmam-ı Âzâm Ebû Hanîfenin talebelerinden İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed için kullanılır.

[10] Muciz: Kısa fakat yeterli.

[11] Kelâm: Söz, lâfız, bir mânâ ifâde eden kelime.

[12] Rükn: İbâdetlerin ve akitlerin aslî unsurları.  

[13] Selef: Daha önce yaşamış olanlar, İlk örnek Müslüman nesiller.  

[14] İrca: Eski durumuna getirme.

[15] Selmân el-Fârisî: ‘Selman-ı Farîsî’ olarak da anılır. İslamiyet’i kabul eden İran asıllı ilk sahabedir. 568-657 yılları arasında yaşadı.

[16] Te’vil: Bir söz veya hareketi, görünen veya bilinen şeklin dışında yorumlamak.

[17] İrsal: Gönderme, yollama.

[18] Hüccet: Delil, senet,

[19] Muhdes: Sonradan meydana getirilmiş, eski ve asıl olmayan.

[20] Mahlûk: Allah tarafından yaratılmış.

[21] Mu’ciz: Kısa fakat yeterli.

[22] Kerâhat: Bir fiilin yapılmamasının kesin olarak istenmesi. Mekruh kabul edilen.