Oğuz ÇETİNOĞLU

Ekonomist, Araştırmacı-Yazar

ocetinoglu1@gmail.com

İbâdet Dili – 5

 

‘Şemsu’l-eimme / imamların güneşi’ unvanıyla yâd edilen Ebû Bekr Muhammet b. Ahmed b. Ebî Sehl es-Serahsî, Hanefî mezhebinin görüşlerinin gerek usûl gerekse furû[1] sâhasında sistemleştirilerek doktrin hâline getirilmesine ciddî katkıları olan önemli bir fakîhtir.[2] Zekâsını ve ilmî birikimini teksif ettiği meseleler arasında Mushaf-ı Osmanî’ye[3] girmemiş meşhur kırâatlerin kaynak değeri ve namazda âyetlerin çevirisinin okunabilmesi hususu da yer almaktadır. Her iki meselenin kökeninde Hanefîlere intikal eden Kûfe mirâsına dayalı birikimi ve Kûfe'de dini ilimlerin müessisi olan büyük sahâbî Abdullah b. Mes'ûd'u[4] görmek mümkündür. Serahsî, Hanefîlerin; özellikle de Ebû Hanîfe'nin, ilgili iki konudaki yaklaşımlarını fıkhın imkânları çerçevesinde savunmuş ve temellendirmeye çalışmıştır. Özellikle tercüme ile ibâdet meselesinde getirdiği ‘kerâhat’[5] ve ‘orijinal metne uygunluk’ kayıtlarıyla da mezhebin görüşünü uygulama açısından önemli ölçüde sınırlayarak, hâkim Kur’ân telakkîsiyle ve diğer sistemlerin bakış açılarıyla te’lifi mümkün bir sonuca ulaşmıştır. Bu özelliği Serahsî'nin ilmî olgunluğunun yanında, fetvâ verme siyâseti açısından da çok basiretli davranabilen bir âlim olduğunu göstermektedir. Netice itibârıyla Serahsî, yolu fıkıhtan geçen herkese asırlar öncesinden hocalık etmeye devam etmektedir. [6]

Türkiye açısından üst derecede mühim olan ibâdet dili mevzuunda ‘âlim’ denilebilecek ölçüde İslâmî bilgilere sâhip yaşayan akademisyenler; Prof. Dr. Hayreddin Karaman, Prof. Dr. Ali Bardakoğlu ve Prof. Dr. H. Yunus Apaydın’dan oluşan ilmî müşâvere ve redaksiyon heyetinin kontrolünde; Prof. Dr. unvanına sâhip Hüseyin Algül, İbrâhim Kâfi Dönmez, Mehmet Erkal, Ömer Fâruk Harman, Ahmet Sâim Kılavuz, Süleyman Uludağ ile Hac ve Umre Uzmanı İrfan Yücel tarafından hazırlanan 2 ciltlik ‘İLMİHAL’ isimli eserde mevzu ile alâkalı olarak şu bilgiler yer almaktadır.                                                               

Fakîhlerin namazda kırâat rüknünü[7] diğer rükünlerden daha hafif tuttuğu, bunun yerine getirilmesinde âzamî kolaylıklar gösterdiği, hattâ bâzan -imama uyan kimsede olduğu gibi- bunu aramadığı görülür. Bunun için de kırâat rüknünün ifâsı için âyetin okunması yeterli görülmüş, böylece Arapça bilmeyenlerin veya telaffuzda zorlananların da yerine getirebileceği ortalama bir ölçü konulmuştur. On dört asırlık İslâm geleneği içinde, namazın ana dille kılınması taleplerinin ve buna konu olan tartışmaların ciddî ölçekte gündeme gelmeyişi de bu kolaylıktan kaynaklanmaktadır.

Kırâatin namazda farz olması, Kur’ân'ın târifinde mâna ve lafız[8] ayırımını veya böyle bir ayırımın yapılıp yapılamayacağını da gündeme getirmiştir. Fakîhlerin çoğunluğu böyle bir ayırıma gerek görmezken Ebû Hanîfe'nin Kur’ân târifinde mânaya öncelik verdiği, lafzı da bu mânânın kalıpları olarak gördüğü bilinmektedir. Ancak bu tartışma namazdaki kırâat rüknünü îfa şekline ilişkin olup, bütün fakîhlere ve İslâm bilginlerine göre -ibâdetin biçimi hâricinde-, Kur’ân'ın mânâsının öncelikli olduğu, onu okumaktan ziyâde anlamanın ve içeriğiyle ilgili tefekkürün ana gayeyi teşkil ettiği şüphesizdir.

Ebû Hanîfe'den başka bütün müctehidlere göre Arapça ezberleyip okuyabilen kimselerin namazda Kur’ân-ı Kerîm’i asıl dilinden okumaları farzdır. Hanefî mezhebine göre Arapçaya dili dönmeyen veya ezberleyemeyen kimseler öğreninceye kadar namazda Kur’ân'ı kendi dillerinde okuyabilirler.

Ebû Hanîfe'ye göre dili dönenlerin bile namazda Kur’ân'ı kendi dillerinde okumaları hâlinde okuma farzı yerine gelmiş olur; ancak Kur’ân asıl dilinden okunmadığı için mekruh sayılır.

Hanefî mezhebi bu konuda Ebû Hanîfe'nin görüşüne uymamış; O’nun bu görüşten vazgeçtiği de rivâyet edilmiştir.

Hanefî mezhebinde genel kabul görmüş görüşe göre; ‘Namazda, kırâat rüknü yerine getirilirken Kur’ân'dan olmayan yâni Arapça Kur’ân'da bulunmayan bir kelime okunursa namaz bozulur. ’Serahsî,  el-Mebsûd isimli eserinin  ‘Zelletü'l-kârî’[9] bahsinde bu hususu çok net bir şekilde ortaya koymaktadır. Diğer taraftan, namazda önemli olan ibâdet şuurudur. Okuduğunun mânâsını da bilmek ve namazda bunu düşünmek isteyenler, okuyacakları Kur’ân'ın namazdan önce meâlini okurlar, mânasını buradan anlarlar, namazda Kur’ân'ı asıl dilinden okurken bu mânâ ve içerik üzerinde düşünebilirler. Ancak namazın şekli açısından daha önemli ve gerekli olan, mânâyı anlamak ve düşünmek değil, ibâdet bilinciyle belli bir biçim ve davranışın yerine getirilmesidir. Kaldı ki, dînî âyin ve törenlerin hemen bütün din ve inanışlarda belli bir sembolizm ve şekil mecburiyeti ihtiva ettiği bilinmektedir. Hatta ibâdetin haz ve gizeminin biraz da bu biçimde saklandığı söylenebilir.[10]                                         (BİTTİ)

 

[1] Furû: Teferruat, alt bahisler

[2] Fakîh: Fıkıh âlimi, İslam hukukçusu.                                                 

[3] Mushaf-ı Osmanî:  Hazret-i Osman’ın emriyle yazdırılıp uzaktaki İslam mrkezlerine gönderilen Kur’ân-ı Kerîmler.

[4] Abdullah b. Mes’ûd: İlk Müslümanlardan ve ashâb-ı kirâmın ilim ve fazilet bakımından önde gelenlerindendir.

[5] Kerâhat: Dinî bakımdan haram sayılmamış olmakla birlikte, yapılması yasaklanan fiil veya şey.

[6] Kâşif Hamdi Okur: Uluslararası Serahsî Sempozyumu. age, s: 369-383

[7] Rükn: Bir şeyi meydana getiren esas unsurların her biri. Namazın farzlarından her biri.

[8] Lafz (lafız): Kelime, söz.

[9] Zelletü’l- kârî: Namazda, sûre okurken yanılmak veya dilin sürçmesi sebebiyle bir kelimeyi yanlış telaffuz etmek.

[10] Heyet: İlmihal. Diyanet Vakfı Neşriyat A.Ş. İstanbul 1999