Oğuz ÇETİNOĞLU

Ekonomist, Araştırmacı-Yazar

ocetinoglu1@gmail.com

Prof. Dr. Hayrettin Karaman ‘Öz değerlerini kaybedenler, -kendileri olamayanlar- zavallı kuzular gibi, kurtlardan medet umar hâle düşerler.’

 

Hümanizm insanı hiçliğe, ümitsizliğe ve kendine tapınmaya götürür. Kendine tapan insan, Allah’a kulluk eden insana tahammül edemez.’Yaşayan din âlimlerimizin en önemlilerinden biri olan İslam Hukuku alanında Hocaların Hocası Prof. Dr. Hayrettin Karaman Yazarımız OĞUZ ÇETİNOĞLU ile yaptığı röportajın her satırında ilmini konuşturdu: ‘Öz değerlerini kaybedenler, -kendileri olamayanlar- zavallı kuzular gibi, kurtlardan medet umar hâle düşerler.’

Oğuz Çetinoğlu: Birçok âyette, pek çok hadiste Müslümanların iktisâden güçlenmesi emredilmiş, öğütlenmiştir. Sizce para neye hizmet etmeli ?

Prof. Dr. Hayrettin Karaman:  Para, daha geniş ifade ile servet, malvarlığı ferdin, İslam topluluğunun (ümmetin) ve bütün insanlığın, Allah’ın murad ettiği ve  vahiy ile bildirdiği  gibi yaşamasına hizmet etmelidir. Allah’ın muradı bütün insanların Müslüman olması değildir; bütün insanların temel ihtiyaçlarının mutlaka temin edilmesidir. Hak, adalet, hürriyet ve barışın hâkim olmasıdır. Müslümanların bütün dünya için bunu temin etmek üzere ictihad ve cihad vazifelerine devam etmeleridir. Cihad iç ve dış engellere karşı mücâdeledir. İctihad ise en yüksek seviyede ilim faaliyetidir.

Çetinoğlu: Günümüz Türk ve dünya aydınları arasında ‘âlim’ denilebilecek derinlikli-muhtevalı insan bulmak zor. Belki de mümkün değil. Sebebi  inanç boşluğu olabilir mi ? Yoksa bir münevvere ‘âlim’ sıfatının uygun görülmesi için ölmüş olması mı gerekli ?

Karaman:  Kâmil mânâda İslam alimi âz sayıda olsa da vardır. Azlığının sebebini İslam topluluklarına hâkim olan cehâlet, yoksulluk, ufuksuzluk, öncelikler konusundaki şuursuzlukta ve hatâlarda aramak gerekir.

Çetinoğlu:  Çağımızın çok konuşulan beşerî akımlarından biri Hümanizmdir. Hümanizme giden yol nereden geçer, nereye ulaşır ?

Karaman:  Hümanizm; ‘İnsanı her şeyin üstüne koymaktır, merkeze yerleştirmektir, insanın üstünde, Allah dâhil herhangi bir varlığa yer  vermemektir.’ Hümanizmin sonu hiçliğe, ümitsizliğe, kendine tapınmaya ve -umulanın aksine- insanların ya kendilerine veya kendi cinslerinden olan başkalarına köle olmalarına varır.

Çetinoğlu: Şer güçlerin toplumumuzu kötüleştirme gayretleri, insanın kendi benliğinden gelen iç kışkırtmalar  ve olumsuz örneklerle dolu bir çevrede insanoğlu; iyi, temiz ve güzel kalabilmek için ne yapmalı ?

Karaman: Tasavvufta ‘halvet der encümen’ diye bir kavram vardır: ‘kalabalıklar içinde yalnızlık’ demektir. İyi eğitim görmüş, kendini ve bu sâyede Rabbini tanımış, ilimde ve imanda yakine (kesinliğe) ermiş kişi (kâmil insan)  halkı ıslah için onlarla beraberdir. Kötülerden ve kötülükten etkilenerek bozulmamak bakımından da -kalabalık içinde- yalnız gibidir, sanki halkın içinde değildir. Bu kişiliği elde edebilmek için başta iyi bir eğitim almak, sonra da yalnızca iyileri dost edinmek, ibâdetler sâyesinde doğru yolda ilerleme ve kişiliğini koruma gücünü sürdürmek gerekiyor.

Çetinoğlu: Ahlak anlayışındaki sefâlet ve çölleşme yetmezmiş gibi bu kavramı bırakıp etik kavramı, temel hayat prensibi olarak kabul ediliyor. Etik kavramı insanoğlunu nereye götürür?

Karaman: Etik, ahlakın dinden ve maneviyattan sıyrılmış, dünya işlerinin düzgün yürümesi amacı ve beklentisi ile düzenlenip öngörülmüş seküler bir kavramdır. Dinden ve maneviyattan sıyrılmış olduğu için müeyyidesi (yaptırım gücü) zayıftır, beşer tarafından vazedildiği için izafîdir, değişkendir. Bu sebeple etikin varacağı yer beşer nefsinin ve menfaatinin varmak istediği yerdir. Menfaat ve nefisler  arasında ise devamlı bir çatışma vardır.

Çetinoğlu: İnsanların, belli yerlere girebilmeleri için  inançlarının gereği olan giyim malzemelerini çıkarmaya zorlamak, ne anlama geliyor?

Karaman: Kendine tapan insan, Allah’a kulluk eden insana tahammül edemez. Hiçbir şey yapamazsa dindarlığın dışa vuran alametlerini, sembollerini, görüntülerini yok ederek -bu sayede rakibin ortadan kalktığını varsayarak- rahatlamak ister.

Çetinoğlu: Batının Hıristiyanlık motifleriyle dolu kültürüne adapte olabilmemiz için kendi değerlerimizi silmeye yönelen insanlarımızın sayısı giderek çoğalıyor. Bu yolun çıkmaz sokak olduğu nasıl anlatılabilir? 

Karaman: Okul öncesinden üniversiteye kadar örgün dedikleri eğitim ve öğretim ile yaygın denilen eğitim ve öğretime el atmak, ülkenin kültür ve eğitim politikasını -korunması gereken değerlerimizi koruyup geliştirme amacına göre- yeniden yapılandırmak en etkili tedbir olur. Bu oluncaya kadar sivil toplum olarak bütün araçları kullanmak ve elden geleni yapmak mecburîdir.

Çetinoğlu: Bektaşîler, bizim kültür zenginliğimizi oluşturan renk ve motif demetlerinden bir bukettir. Bektaşî soyundan geldiğini söyleyen bâzı Bektaşîler; Makalât’ın, Hünkâr Hacı Bektaş-ı Velî ile ilgisi olmadığını, O’nun eseri olduğu iddialarının, Nakşibendîler tarafından ortaya atıldığını ısrarla belirtiyorlar. Bu konuda da söyleyecekleriniz vardır mutlaka.

Karaman: Hacı Bektâş-i Velî,  adı üstünde ‘velî’ olarak kabul edilmiştir. Onun, bütün Müslümanlarca bir büyük  bir rehber, bir ermiş, bir mürşid olarak kabul edilmesi, Müslümanlık bakımından ‘olmazsa olmaz’ özellik  ve vasıflara sâhip olmasına bağlıdır. Onun böyle değil de ‘Müslümanlıktan paklanmak isteyen müfrit Alevîlerin  tasvir ettikleri gibi’ bir kişi olduğuna dair tarihî belge yoktur. Eldeki belgeler onun her tarafça kabul edilebilecek bir İslam Büyüğü olduğu sonucunu veriyor. Gerçekler iddialarla değil, belgelerle ortaya çıkar.

Çetinoğlu: İnsan hangi fikre, hangi inanca bağlı olursa olsun,  önce ahlâklı olmalı. Peki, nasıl bir ahlâk ?

Karaman: Hz. Aişe’ye Peygamberimizin ahlakını sormuşlar. ‘Siz Kur’an okumuyor musunuz, O’nun ahlakı Kur’an’dır.’ Cevabını vermiş. Peygamberimiz Kur’an’da örnek olarak gösteriliyor, şu halde Kur’an, ‘Benim istediğim güzel ahlakın uygulamasını görmek istiyorsunuz Peygamberinize bakın’ demiş oluyor. Buna göre sorunun cevabı şudur: ‘Kur’an ahlakı, Peygamber ahlakı.’

Çetinoğlu: İslâmiyet’i; câmilere, mezarlıklara ve vicdanlara hapsetmek eğiliminde olan bir zihniyet var. Bu zihniyetin temelinde ne var?

Karaman: Tarih boyunca inananlar ve inanmayanlar olmuş. Genel olarak inanmayanlar veya hak dine karşı olanlar, hak dine iman edenlere tahammül edememişler, onları yok etmeye çalışmışlar. Ama iman edenler, en azından -henüz inanmayanlar belki bir gün inanırlar- diyerek onlara tahammül etmişler ve aralarında hayat hakkı tanımışlar, ama imana zorlamamışlardır. Tahammülsüz inkârcılar dindarlığın kamuya açık alanlarda görünür olmasını istemiyor, buna tahammül edemiyorlar.

Çetinoğlu: Camilerin, yalnızca ibâdet için kullanılan bir mekân olması İslâmiyet için yeterli görülebilir mi ?  ‘Başka alanlarla ilgisi olmasa da olur’ Denilebilir mi ?

Karaman: Kur’an ve Sünnet müminlerin iki Rabbi olmadığını, ‘müminin hayatı, ölümü, ferdî ve ictimâî ibâdetlerinin tamamının sırf Allah’a ait olduğunu’, bilim ve teknoloji gibi beşerin araştırma ve bulmasına bırakılmış alanlar dışındaki her davranışın cevazını dinden alması gerektiğini… açıkça ifade ediyor.

Çetinoğlu: Selçuklular döneminden başlayıp Osmanlı’nın son zamanlarına kadar Ahi Evran geleneğimiz vardı. Gündüz dünya meseleleri hakkında bilgiler verilir, geceleri ise; ahlâklı, dürüst  ve ebedî âlem ile ilgili bilgiler öğretilirdi. Camiler, bu hizmetlerin ve yeterli eğitim alamamış yetişkinlerin eğitim, öğretim ve görgü konusundaki bilgi açıklarının giderilmesi için kullanılabilir mi ?

Karaman: Hem camilerin içi hem de cami civarında müftülüklerin, vakıf ve derneklerin oluşturduğu mekânlarda  yalnızca iman ve ibâdet konularında değil, Müslüman’ca hayatın bütün alanlarında insanlara bilgi verilmeli  ve eğitim  yapılmalıdır..

Çetinoğlu: Sizce bir ‘İslâm dünyası’ndan söz edilebilir mi, yoksa birbirinden kopuk ‘İslâm ülkeleri’ demek mi daha doğru olur ?

Kopukluk söz konusu ise, sebepleri nasıl açıklanabilir? Kopukluk nasıl giderilebilir ?

İslâm ülkeleri arasında olması gerektiği kadar dayanışma sağlanamayışında,  gayrimüslimlerin etkileri dışındaki sebepleri tahlil eder misiniz? 

Karaman: Yukarıdaki üç soruya daha önce yazdığım şu yazı cevap olabilir:

Eğer İslam ülkeleri bilgi, teknoloji, ekonomi ve savaş gücü bakımlarından güçlü olsalardı ve aralarında şöyle veya böyle bir birlik, bir dayanışma olsaydı, kendilerini korumak için ne ABD'ye, AB'ye, ne de başka bir güce ihtiyaçları olacaktı. Güçlü olabilmeleri için önce ‘kendileri olmaları’ gerekiyordu, sonra da ümmet olmaları. Kendileri olmak, kendi medeniyetlerini yeniden inşa etmek ve böylece batılılaşmak değil çağdaşlaşmakla gerçekleşecekti. Ümmet olmak da ulusal egoizm yerine ümmet birlik ve özgeciliğini geliştirmekle vücut bulacaktı. Bütün bunlar olmadı, olmadığı için parçalanma, tükenme, bozulma, zayıflama ârızaları başgösterdi, zavallı kuzular kurtlardan medet umar hale geldiler.

Sultan İkinci Abdülhamît Han siyâsî alanda, Efgânî fikrî alanda İslam birliğini gerçekleştirmek için büyük çabalar sarfettiler. Efganî çizgisinde Osmanlı'da Sırâtımüstakîm ve Sebîlürreşâd topluluğu; Mısır, Suriye ve Cezayir gibi ülkelerde diğer İslamcılar aynı ülkü uğruna ömürlerini verdiler. Başta Osmanlı hilâfeti çerçevesinde bir İslam birliği üzerinde çalışıldı, Osmanlı dağılınca merkezi Mekke'de olan ve İslam ülkelerinden temsilcileri bulunan bir heyetin ‘yönetiminde’ birlik, daha yeni zamanlarda ise konfederasyon veya AB'ye benzer teşkilatlanma şeklinde İslam birliği formülleri üzerinde duruldu. Ama ne yazıktır ki, bugüne kadar amaca doğru önemli adımlar atılamadı. Bu başarısızlıkta yabancıların karşı mücâdeleleri kadar İslam ülkelerinin yöneticileri ve halklarının da tesiri ve dolayısıyla sorumlulukları vardır.

Müslüman halkların ‘kendileri olmalarının’ vazgeçilmez şartı İslam'dır; hayatlarının ve bütün projelerinin merkezinde İslam'ın yer almasıdır. Bu da ancak resmî ve sivil bir eğitim seferberliği sâyesinde, hem okumuşları, ilim adamları, siyâsîleri, bürokratları, hem de fazla okumamış halkı Müslüman, aynı temel değerlere sâhip topluluklar yetiştirmeye bağlıdır.

İslam ülkelerinde böyle bir hedef ve bu hedefe yönelik eğitim, öğretim seferberliği şöyle dursun idareciler hemen daima bu hedefe yönelenleri düşman bilmişler, ‘siyasal İslamcı’, ‘kökten dinci’, ‘terörist’... gibi çeşitli yaftalar takarak suçlamışlar ve yok etmek için amansız bir mücâdele içine girmişlerdir. Bugün İslam adına sâhip çıktığımız ve halkı yüzünden böyle yapmamız da tabîî olan Irak'ta olduğu gibi Suriye'de, Mısır'da, Cezayir'de, Tunus'ta, bazı Türk Cumhuriyetleri'nde... İslam'ı hayatlarının merkezine almak isteyen düşünce ve hareket topluluklarına karşı yapılan zulüm âfâkı doldururken, binlerce güzel insan hunharca işkenceye tâbi tutulurken, öldürülürken, hapishânelerde çürütülürken, şimdi kahramanlığa, hak ve adalet arayıcılığına soyunanların çoğunun sesleri bile çıkmamış, bu zulüm, o ülkelerin iç işleri olarak değerlendirilip geçilmiştir.

Allah Teâlâ cezayı ve mükâfâtı, düşmeyi ve kalkmayı, güçlü ve zayıf, ileri ve geri... olmayı, ferdin ve toplulukların irâdesine, çabasına, hak edişine bağlıyor; bugün de İslam ülkeleri hak ettiklerini buluyorlar.

Vaktiyle Hindistan'da, sömürgeci İngilizlerin zulmünden şikâyet eden halka bir İslam hareket adamı şöyle demişti: ‘Keşke siz insan değil de sinek olsaydınız; o zaman her bir İngiliz'e şu kadar sinek düşerdi, onları canlarından bezdirirlerdi ve defolup gitmelerini sağlarlardı!’

Evet Müslüman halkların da kusuru büyük, kimse elini taşın altına koymak istemiyor, Esed'den, Saddam'dan, Ali Zeynelabidin'den, Nâsır'dan, İslam Kerimof'tan... kurtulmak önce bu ülkelerin Müslüman halklarına düşen vazife idi; din, hukuk ve vicdan bakımlarından meşru mücâdele yolunu tutarak bu kutsal vazifeyi yerine getirmediler. Sonunda Endülüs'teki o büyük ananın şu sözü herkese hak oldu: ‘Erkek gibi mücadele etmeyi beceremediniz, şimdi kadın gibi ağlamak size yakışıyor!’

Çetinoğlu: Müslüman’ın noksanlığını İslâmiyet’e mal edenler var. İslamiyet başka, Müslüman başka olmamalı. Birliği temin etmek kimin, kimlerin görevidir?

Karaman: Ne kadar eksikli olurlarsa olsunlar insanların mümin ve Müslüman olmalarının, kendilerini böyle bilmelerinin değeri vardır. Ancak eksiklerin giderilmesi, teori ile pratik, kitaptaki ile hayattaki İslam arasındaki tutarsızlıkların asgariye indirilmesi için  ilmi, imanı, ahlakı ve dâvâsı olan herkesin elinden geleni yapması gerekiyor.

Çetinoğlu: Hasan-ı Basrî Hazretlerinden rivayetle Peygamberimiz (sav) Efendimiz şöyle buyurmuşlar: ‘Şüphesiz sizin amelleriniz, sizin yöneticilerinizdir. Siz nasılsanız, öyle yönetilirsiniz.’ Bu Hadis-i Şerif’i yorumlar mısınız.

Karaman: İnsan sosyal bir varlıktır, tek başına yaşayamaz. Toplu yaşamanın zaruretlerinden biri de siyâsî ve sosyal teşkilatlanmadır. Siyâsî teşkilatta yönetenler ve yönetilenler vardır. Ahlak ve hedefler bakımından yönetilenler ne ise, yönetenler de o olur. Arada tutarsızlıklar meydana gelirse ya seçimle veya isyanla yönetim er veya geç değiştirilir. İyi, ahlaklı, düzgün bir insan topluluğunun kötü, ahlaksız, düzensiz yöneticileri olmaz.

Çetinoğlu: Deniliyor ki Havariler, İsa Aleyhisselâm’ın yolunda olan, tek Allah’a inanan ve İsa Aleyhisselâm’ın, O’nun elçisi olduğunu kabul eden kimselerdi. Günümüzde ise Hz. İsa’ya, Allah’lık izâfe edenler var. Onlar Allah (cc)’ye şirk koşmuş, dolayısıyla kâfir olmuş olmuyorlar mı ?

Karaman: Allah zatı ve sıfatları bakımından birdir, tektir, eşi, ortağı, benzeri yoktur. Başka birini zatında veya kendine mahsus sıfatlarında Allah gibi kabul edenler şirke düşmüş olurlar. İslam’dan önce gelmiş ve sonradan bozulmuş olan bir dine mensup olanların inançlarında şirk bulunsa bile kitapsız müşriklerden farklı oldukları için onlara ‘ehl-i kitap’ denir.

Çetinoğlu: Aynı durum, Hz. Ali (kav)’ye Allah’lık izâfe edenler için de söz konusu mudur ?  İnanmış insanların böyle bir hatâya düşmeleri nasıl açıklanabilir ?

Karaman: Evet, bunlar da aynıdır. Sebebi cehâlettir, taassuptur, kopukluktur. Çâresi sabırdır, merhamettir, diyalogdur, gerçekleri anlatmaktır, gerçekleri sevmek ve sevdirmektir.

Çetinoğlu:  Gözlemlerinize göre çevrenizdeki Müslümanların; İslâmiyet’i öz kaynaklarından öğrenmek dışında en çok ihtiyacı olan husus nedir ?

Karaman: Öz kaynaklarından öğrenmek sıradan insanların işi değildir; öz kaynakları doğru anlamak ve uygulamak için  ilmi ve ahlakı ile önder olacak yardımcılardan (âlimlerden) yararlanmak gerekir.

Öğrenme de yetmez, bunu eğitimle tamamlamak zarurîdir. Eğitim aile, okul, yakından uzağa cemiyet içinde oluyor. Bunlar amaca uygun değilse sivil faaliyet olarak ‘cemiyet içinde cemiyet’ oluşturmak ve eğitimi buralarda yürütmek gerekiyor.

Cihad ve ictihad ekonomik güce de muhtaçtır. Müslümanlar ekonomi, bilim, teknoloji ve savunmada en güçlü olmadıkça kendilerini koruyamaz ve çevrelerini -kâmil manada- ıslah edemezler.

 

Prof. Dr. HAYRETTİN KARAMAN

Erzurumlu bir ailenin çocuğu olarak 1934 yılında Çorum'da doğdu. İlkokulu burada bitirdikten sonra özel olarak Arapça ve İslâmî ilimler tahsil etti. İlk İmam Hatip okullarından biri olan Konya İmam Hatip Okulu'na girdi ve 1959 yılında mezun oldu. 

Yeni açılan İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü'nde okudu ve ilk mezunlarından biri olarak 1963'te mezun oldu. İki yıl İstanbul İmam Hatip Okulu'nda meslek dersleri öğretmeni olarak çalıştıktan sonra İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü'ne fıkıh asistanı oldu. ‘Başlangıçtan Dördüncü Asra Kadar İslam Hukukunda İctihad’ konulu tezi ile 1971 yılında  fıkıh öğretim üyesi oldu. Aynı yıl İzmir Yüksek İslam Enstitüsü'ne tâyin edildi. 1975'te tekrar İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü'ne döndü. Yüksek İslam Enstitülerinin İlahiyat Fakülteleri'ne dönüşmesinin ardından akademik çalışmalarını tamamlayarak sırasıyla doktor, doçent ve profesör unvanlarını aldı. Eylül 1976-Eylül 1980 yılları arasında yayımlanan Nesil Dergisi’ni çıkaranlar arasında bulundu. Yarım asra yaklaşan fikir ve meslek hayatı boyunca, yurtiçi ve yurtdışında binlerce konferans, seminer, panel, vaaz, hutbe, kurs, yazılı ve görsel medya programı, eğitim programında yer alarak eğitim, öğretim, tebliğ ve irşad faaliyetini sürdürdü.

Aralarında bugünün tanınmış bilim ve fikir adamları olan binlerce öğrenci yetiştirdi. 2001 yılında, özgürlüğün şart olduğu üniversite ortamında hüküm süren baskılara karşı çıkarak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesindeki görevinden ayrıldı. Halen, Hollanda’daki Avrupa Uluslararası İslam Üniversitesi’nde misafir öğretim üyeliğini sürdürmekte ve ilmî çalışmalarına devam etmektedir.

Arapça, Farsça ve Fransızca bilen Hayreddin Karaman'ın periyodik yazıları, Yeni Şafak Gazetesi, Gerçek Hayat Dergisi ve Eğitim-Bilim Dergisinde yayınlanmaktadır.

Karaman, 1956 yılından beri evli olup, üç çocuğa yedi toruna ve bir torun çocuğuna sahiptir.

Prof. Dr. HAYRETTİN KARAMAN’IN; 4’ü heyet üyesi olarak, 8’i tercüme, 18’i telif, 4’ü ders kitabı olarak toplam 34 adet eseri yayınlanmıştır.