C. Yakup ŞİMŞEK

Eğitimci, redaktör

C.Yakup_Simsek@hotmail.com

Lâtin Harflerini Alıp Kurtulduk

Bundan tam 90 yıl evvel bugünlerde bulunan hârikulâde bir ilâç sâyesinde milletimiz dermansız bir hastalıktan iyileşmeye başladı.

Evet, 1000 yıldır beyni sulanmış olan milletimizi bu hâle getiren faktör şu korkunç “Arap harfleri”nden başkası değildi.

“Asırlardan beri kafalarımızı demir çerçeve içinde bulunduran, anlaşılmayan ve anlayamadığımız işâretlerden kendimizi kurtarmak mecbûriyetindeyiz." deniyordu.

“Asırlardan beri” kafalarımızı örümcek bağlamıştı, çünkü.

1000 yıldan beri “anlaşılmayan ve anlayamadığımız işâretlerden kendimizi kurtarmak” mümkün olmamıştı bir türlü.

1000 yıl boyunca güneşin doğuşuna ve batışına -zamânın mânâsını unutup kaybedecek kadar fazla- şâhid olan bu millet toptan bunamıştı demek ki...

Neyse ki sonunda tam isâbetle teşhis edilen hastalığın tedâvîsi de daha fazla gecikmeden başlatıldı...

Kısaca söyleyelim:

Nihâyet sihirli formülü bulduk.

Lâtin harflerini alıp kurtulduk...

***

“Büyük Türk milleti cehâletten, az emekle, kısa yoldan, ancak, kendi güzel ve asîl diline kolay uyan böyle bir vâsıta ile sıyrılabilir. Bu okuma yazma anahtarı ancak Lâtin esâsından alınan Türk alfabesidir..." 

Mustafa Kemal'in bu sözleriyle ifâde ettiği gibi, eğer “kendi güzel ve asîl diline kolay uyan” Lâtin alfabesine geçmeseydik, “okuma yazma anahtarı”nı bulamaz“600 yıllık cehâlet”ten sıyrılamaz, “geri kalmış kavimler sürüsü”nden ayrılamazdık...

Aman, dağlara taşlara!..

Sevinin: Sihirli formülü bulduk.

Lâtin harflerini alıp kurtulduk...

***

Ya bu “Elifbâ tiryâkiliği”nden kurtulmasaydık?..

Hâlimiz nice olurdu o zaman?..

Hayır, hayır; bu derin meseleyi öyle basit sözlerle geçiştirmek olmaz.

Aksi hâlde “Lâtin harfleri”ne kavuşmanın ne büyük bir nîmet olduğunu idrâk edemeyiz.

Ve eğer kadrini kıymetini bilmezsek -dilim varmıyor- bu nîmet bir gün avuçlarımızdan kayıp gider...  

Öyleyse hayal ve düşünce gücümüzü zorlayıp bâzı tahminlerde bulunmamız lâzım.

“Lâtin harfleri”ni almasaydık başımıza neler gelirdi acabâ?

İşte bu şuura ermeli, mantıklı cevaplar vermeli...

***

Meselâ, meselâ...

Şâyet bu “aydınlık” çağda biz hâlâ “Arap harfleri” kullanıyor olsaydık Türkiye’de kitap okuma nisbeti -Allah göstermesin- binde bir falan olurdu... 

Hayâli bile korkunç!..

UNESCO -Allah bilir ya- “kitap okuma nisbeti”nde bizi yoksul Afrika ülkeleriyle aynı kategoride, sözün gelişi, 86’ıncı sırada gösterirdi... 

Türkiye’de “kitap” dediğin şey, -hafazanallah- ihtiyaç listesinin tâ sonlarına, belki de 235'inci sırasına zar zor yazılırdı. 

Dünyâda kitap için kişi başına harcanan para, vasatî 1,3 dolarken Türkiye’de ancak çeyrek dolar civârında kalırdı. 

İngiltere ve Fransa'da nüfûsun yüzde 21'i, Japonya'nın yüzde 14'ü, İspanya'nın yüzde 9'u düzenli kitap okurken Türkiye'de yalnızca on binde 1 kişi kitap okurdu. 

Yine şu (felâket tellâlı) UNESCO'ya göre Türkiye, çocuklara kitap hediye etme husûsunda 180 ülkenin son sıralarında, meselâ 140'ıncı falan olurdu. 

Lâtin alfabesine geçtik de şimdi başımıza bu utanç verici hâller gelmiyor...

Şeytan kulağına kurşun...

Çünkü biz sihirli formülü bulduk.

Lâtin harflerini alıp kurtulduk...

***

Sakın bunları okurken kâbus görmüş gibi olmayın.

O kâbus bundan tam 90 sene önce sona erdi, geçti, bitti.

Korkmayın.

Hani, farzımuhâl “Ya Lâtin yazısına geçmeseydik?” diye fikir yürütüyoruz, o kadar...

Yâni bunlar birer “faraziye”den ibâret...

Çoktandır sihirli formülü bulduk.

Lâtin harflerini alıp kurtulduk...

***

Devâm ediyoruz.

Eğer o “karınca duâsı gibi” yazıda kalsaydık ve “az emekle, kısa yoldan” Lâtin harflerine sıçramasaydık ne zifirî bir karanlıkta bocalayıp dururduk...  

Halkımızda okuma yazma nisbeti, beğenmediğiniz birçok ülkenin bile gerilerinde kalırdı.  

Bulgaristan, Yunanistan, Romanya, Şili, Meksika ve Arjantin'den meselâ...

Arapça elifbâ Japonların ve Çinlilerin kullandığı alfabeden zor olduğu için, okuma yazma nisbetimiz onlarınkinden bile daha düşük olurdu...  

Allah korusun!

Neyse ki sihirli formülü bulduk.

Lâtin harflerini alıp kurtulduk...

*** 

Kitabevleri, neşriyatçılar, matbaalar bir bir kapanırdı. 

Kitap fuarları ne zavallı hâllere düşerdi kim bilir... 

İstanbul Kitap Fuarı'nı ziyâret eden grupların çoğu aslında okuyucu değil de hafta sonu yapacak işi olmayan, evde sıkılan, bir gezelim görelim, bakalım buralarda neler-kimler var, diyen meraklı tiplerden meydana gelirdi...  

E, vatandaş o fuarlarda zâten n'apacaktı ki? 

"Okuyamadığı bir alfabe" ile yazılan kitapları satın alıp da evine götürecek kadar aptal olamazdı herhâlde!.. 

Yâni bu memlekette “kültür ekonomisi” diye bir şey de kalmazdı.

Ama biz sihirli formülü bulduk.

Lâtin harflerini alıp kurtulduk...

*** 

Türkiye'de kitap okumak o kadar geri planda kalırdı ki...

Vatandaşımız bu işe 24 saatlik zaman diliminin 1000'de 1'ini değil, 1440'ta 1'ini ayırabilirdi. 

Yâni günde bir (1) dakîka... 

Buna karşılık, muhtemelen televizyon karşısında 6 saat, internet başında 3 saat vakit geçirirdi. 

Peki, millet neden böyle davranırdı? 

"Asırlardan beri kafalarımızı demir çerçeve içinde bulunduran, anlaşılmayan ve anlayamadığımız işâretlerden kendimizi kurtarmak mecbûriyetindeyiz." diyen Mustafa Kemal'in tavsiyesine uymak için, tabii ki... 

Çünkü “Arap harfleri” denen o “demir çerçeve”den kurtulmanın en güzel yollarından biri TV ve bilgisayarların “renkli cam ekran çerçevesi”ne kaçıp sığınmak olurdu elbette...

Ne mutlu! Sihirli formülü bulduk.

Lâtin harflerini alıp kurtulduk...