Oğuz ÇETİNOĞLU

Ekonomist, Araştırmacı-Yazar

ocetinoglu1@gmail.com

Said Halim Paşa

 

Osmanlı Devlet adamlarından  Said Halim Paşa  Roma’da  06 Aralık 1921 târihinde  Ermeniler tarafından düzenlenen bir suikast sonrasında  katledildi.  Doğumu: Kahire, 19 Şubat 1863. 

Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın torunu ve vezir Halim Paşa’nın oğludur. Küçük yaşta ailesiyle birlikte İstanbul’a geldi. Özel tahsil gördü. Kardeşi Abbas Halim ile birlikte İsviçre’de siyasî ilimler dalında yüksek tahsil yaptı.  1888 yılında  Türkiye’ye döndüğünde  Şûrâ-yı Devlet âzâsı tâyin edildi. Muhtelif nişanlarla  ödüllendirildi. 1900 yılında   Rumeli Beylerbeyliği pâyesi verildi. Bu sırada,  yalısında zararlı neşriyat ve bol miktarda silah bulundurduğu iddiasıyla  aleyhinde jurnaller verildiği için yalısı arandı. Bir şey bulunamadıysa da baskı altına alındı ve kardeşi ile birlikte Mısır’a  gönderilmek suretiyle İstanbul’dan uzaklaştırıldı. Meşrutiyet’in ilânı üzerine İstanbul’a döndü. Şûrâ-yı Devlet âzâsı olmak istediyse de, kadrosuzluk sebebiyle bu isteği yerine getirilmedi. Bunun üzerine Said Hâlim Paşa, İttihat ve terakki Partisi’ne girerek politikaya atıldı. Bu partinin adayı olarak belediye seçimlerine katıldı ve Yeniköy (Sarıyer) Belediye Başkanlığı’na seçildi.  Daha sonra da âyân Meclisi üyeliğine getirildi. Bir müddet sonra 1912 yılında Şûrâ-yı Devlet Başkanlığı’na seçildi ise de bu görevi kısa sürdü. İttihat ve Terakki Partisi’nin Genel Sekreterliğine getirildiğinden, resmî görevini bıraktı.

1913 yılında Mahmud Şevket Paşa’nın sadrâzamlığında Hâriciye Nâzırı  ve Mahmud Şevket Paşa’nın 11 Haziran 1913 târihinde Divanyolu’nda otomobilinde öldürülmesinden sonra,  yine 1913 yılında  Sadrâzam oldu. Hâriciye Vekili görevi de kendisinde bulunuyordu. Balkan Savaşı’nın sonu ile Birinci Dünya Savaşı’nın ilk yıllarında sadrâzam olarak kaldı. Osmanlı Devleti’nin harbe katılmaması için gösterdiği gayretler fayda vermedi. İttihatçıların, elindeki salâhiyetleri yavaş yavaş almaları neticesinde, önce üzerinde bulunan Hâriciye Nâzırlığını, sonra da 3 Şubat 1917 târihinde   Sadrâzamlığı bıraktı. Mütâreke’de yurt dışına kaçmayı reddetti. Harp suçlusu olarak yargılanması için kendisi müracaat etti. İstanbul’un işgalinden sonra 10 Mart 1919’da tevkif edildi. 22 Mayıs’ta İngilizler tarafından, öteki siyasî mahkûmlarla birlikte Malta adasına sürüldü. Burada  iki yıl kadar kaldıktan sonra 29 Nisan 1921’de serbest bırakıldı. İstanbul’a kabul edilmediği için Roma’ya  gitti.   6 Aralık 1921 günü bir Ermeniler tarafından vurularak öldürüldü. Cenâzesi İstanbul’a getirilerek İstanbul’da Sultan İkinci Mahmud Han Türbesi’nin bahçesinde toprağa verildi.

Said Halim PaşaArapça, Farsça, İngilizce ve Fransızca biliyordu. Uzun makaleler halinde Fransızca olarak kaleme aldığı ve hepsi derin tefekkür eseri olan sekiz kitabı vardır. Ayrıca hâtıralarının bir bölümü ile birkaç mektubu bilinmektedir. Bilinen eserlerinin tamamı Buhranlarımız adlı bir kitapta toplanmıştır. Kitapları, yerli ve yabancı araştırmacılar tarafından, İslâmcı fikir akımının temel eserleri olarak kabul edilmiş bulunmaktadır.

Düşünceleri. Said Halim Paşa, çöküş yıllarında öne çıkan İslamcı düşünürlerin baş temsilcilerinden biri olarak tanınmış olmakla beraber döneminin şartları içinde kaleme alınan ve bu şekilde değerlendirilmesi gereken eserlerinin günümüzde etkili olduğundan söz etmek pek mümkün değildir. İslâm âleminin bugün içinde bulunduğu durum, kaynağını geçen asra nazaran bambaşka bir istikamette gelişen dünyanın oluşturduğu yeni meselelerden almaktadır. Dolayısıyla Said Halim Paşa’nın eserlerinde dile getirdiği görüşler döneminin târihî şâhitliğini yapmaktan öteye geçemez. Böyle bir değerlendirme, kendisinin entelektüel kapasitesinin takdirle karşılanmasına engel teşkil etmese de o dönemde tartışılan konular ve ileri sürülen fikirlerin büyük bir kısmının bugün artık geçerliliğini kaybetmiş olduğu açıktır. Said Halim Paşa fikirleri ve çözüm önerileri bakımından döneminin diğer düşünürleriyle aynı dramı paylaşır: Batı karşısında İslâm âleminin geri kalmışlığı ve esârete sürüklenmiş hali; bundan kurtuluşun mümkün olabileceğinden derin bir şüphe duyularak ümitsizlik raddelerine gelen çıkış arayışları.

 Said Halim Paşa, İslâm’da cemiyet ahlâkı ve hayatı, hürriyet, eşitlik, yardımlaşma ve sosyal sınıflar, demokrasi, vatan kavramı, İslâm hukuku, anayasa, devlet idâresi, gelişme ve geri kalmışlık, eski ve yeni aydın, müslüman aydını, Batılılaşma taraftarı aydın gibi konulardaki görüşlerini, 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren büyük ölçüde Hıristiyan batının sömürgesi hâline gelen İslâm dünyasının bu durum karşısındaki ezikliğinin giderilmesi amacını taşıyan bir idealleştirme gayreti içinde anlatır. Mâzinin yüce ve üstün halinde hâlihazırın perişanlığına teselli aranması, o dönemdeki birçok düşünürün takip ettiği bir yol olmuştur. Fakat batılılaşmanın hedef olarak gösterilmesi de hemen hepsinin iştirak ettiği ortak bir kanaattir. Paşa da, ‘Milletçe ilerlemek ve yükselmek için mutlaka batılılaşmamız gerekir, kurtulmak için her bakımdan batı milletlerini taklide mahkûmuz.’ Demekle beraber edinilen tecrübelerden hareketle batı medeniyetinden gerçek anlamda istifade edilmesinin onu aynen uygulamaya sokulmasıyla mümkün olmadığını ileri sürer; dolayısıyla Avrupa medeniyetinin millîleştirilerek kendimize uygun hale getirilmesi gerektiği kanaatindedir.

Kadın-erkek ilişkileri dönemin tartışma konularından olarak paşanın da önemsediği meselelerden biridir ve bu iki cins arasındaki eşitliğe, kadın hakları, kadın hürriyeti ve feminizim gibi akımlara karşıdır. Paşaya göre hiçbir medeniyet kadın hürriyetiyle başlamamış, aksine medeniyetlerin çöküşü kadınların hürriyetlerini tam olarak ele geçirmeleri sonunda olmuştur. Bu akımlar takdir ve teşvik edilmesi gereken ulvî bir iş olduğu zannıyla revaç bulmaktadır. Said Halim Paşa bunun yanlışlığını vurgular. Toplumun geri kalmışlığının başka sebepleri olduğuna değinir ve asıl etkenin eğitimdeki zafiyetten kaynaklandığını tesbit eder. Ruh ve ahlâkça yüksek fertler, İslâmî değerlerle yetiştirilerek oluşturulur. Toplumu meydana getiren fertlerin İslâmî esaslar dahilinde yaşamalarını ve şeriatı uygulamalarını bekler. Paşa etnik kimliğe özellikle karşıdır. Dinî temellere dayanan bu görüşünün dağılmakta olan bir imparatorlukta daha yakın bir şekilde gözlemlenerek güçlendiğini ileri sürmek mümkündür. Kendi ifadesiyle İslâm ırkî özelliklere uymak değil onları kendine uydurmak durumundadır. Mahallî ve millî âdetlerin İslâm’ın içine girmesi sonucunda İslâmî cemiyet nizamlarının da etnik ahlâka göre şekil değiştirdiğini, bu durumda İslâm’ın tarafsız ve milletlerarası olma özelliğini kaybettiğini ileri sürer.

Dönemin Türkçü düşünürü Ziya Gökalp, İslâm birliğine millî devlet aşamasından sonra yönelmek gerektiği düşüncesindeyken, Said Halim Paşa, İslâm birliği idealini ön plana alır ve İslâm birliği olmadan millî birliğin kurulamayacağını savunur. İslâm beynelmillelciliğini zamanındaki sosyalizmin kurmak istediği beynelmilelciliğe benzetir. Millî kimliğini öne çıkaran bir ferdin İslâmî dayanışmaya önem verdiği oranda iyi bir insan olacağı görüşündedir. İslâm âleminin büyük bir aile gibi olduğunu ileri sürer ve İslâm’ın katı ve bencil milletçiliğe karşı olduğuna inanır.

Hâkimiyet anlayışını şeriata dayanmış olarak görmek isteyen ve millî iradeye dayanan bir hâkimiyet ilkesine karşı çıkan Said Halim Paşa’nın siyasî görüşleri de dolayısıyla İslâmî bir boyut taşır. Meşrutî bir idareyi kaçınılmaz görmekle beraber 1876 anayasasına hazırlanış sebepleri, amacı, hükümleri vb. hususlar itibariyle karşı olan ve bunu ‘usûl ve âdât-ı kavmiyye ve efkâr-ı ictimâiyye ve siyâsiyyemize muvâfık’ bulmayan Paşa, İslâm’ın cemiyet hayatında olduğu gibi siyasette de çeşitli parti ve sınıflar arasındaki rekabet ve muhalefete izin vermediğini söylemektedir. Bu inanış, gerçek durumların ifâdesi olmaktan ziyâde siyâset ve sınıf çatışmaları içindeki batı karşısında idealize edilmiş bir dünya görüşünün takdimi gibidir. Batı karşısındaki geri kalışta dinin payının ne olduğunun uzun zamandır yoğun bir tartışma konusu yapıldığı bir dönemde Müslümanların geri kalmışlığının dinden değil kendilerinden kaynaklandığını ileri sürmesi doğru bir teşhis olmakla beraber döneminde batının azameti karşısında geniş çevrelere pek de inandırıcı gelmemekteydi. Said Halim Paşa, 150 senedir devam etmekte olan gerilemenin sebebini şeriat hükümlerine aykırı davranılmaya bağlayan 1839 Tanzimat Fermanı’ndaki gerekçeyi tekrarlarcasına İslâmî vazifelerin eski zamanlarda olduğu gibi gerektiği şekilde yerine getirilmemesini bunun sebebi olarak öne çıkarır. Ancak yine de maddî şartların bozulmuş olmasının batı karşısındaki mahkûmiyetin ve sömürge haline gelişlerin esas sebebini teşkil ettiğinin idraki içindedir. Batı doğunun zenginliklerinden istifâde etmesini bilmekte, Müslümanlar ise bilimlere yüz çevirdiklerinden câhillik sebebiyle bugünkü durumlara düşmüş bulunmaktadır. Sonuç olarak Paşa’ya göre gerileme ahlâkî ve içtimaî değil yalnızca iktisadî yâni maddîdir ve telâfisi mümkündür. Çaresi de nerede olursa olsun aranıp bulunması emredilen ilimdir.

Said Halim Paşa’nın Osmanlı Devleti’nin yıkılış aşamasında yetişmiş aydınların önde gelenlerinden biri olduğuna ve geride bıraktığı eserlerin devlet adamı kimliğini gölgelediğine şüphe yoktur. Osmanlı’nın son döneminde yer aldığı yüksek siyaset sahnesindeki konumu sebebiyle, savaşa giriş ve tehcir gibi hayatî konulardaki sorumluluğu itibariyle sorgulanıp, doğru bir yol takip edip etmediği sorusu ortaya atılmakla beraber, ‘Bir milletin gerilemesi, ekseriya uzun bir hadiseler zincirinin ve insanlığın genel gelişmesinin bu cemiyetin içinde ve dışında meydana getirdiği birçok sebep ve âmillerin neticesinde ortaya çıkar.’ Hükmüne varması, kendisine ele aldığı konuları genelde bu anlamda işleme imkânı vermemiş olsa da metot olarak doğru yolda bulunduğunun göstergesi sayılmalıdır.