Oğuz ÇETİNOĞLU

Ekonomist, Araştırmacı-Yazar

ocetinoglu1@gmail.com

Prof. Dr. Hasan Elik ile İslamiyet’in Bilinmeyen İnceliklerini Konuştuk

‘İslâm'ın şartı beş adetle sınırlı değildir. Kur'ân-ı Kerim'de müminler için öngörülen her şey İslâm'ın şartıdır.’

Prof. Dr. Hasan Elik ile İslamiyet’in Bilinmeyen İnceliklerini Konuştuk.

Oğuz Çetinoğlu: Hocam, İslamiyet ve yüce kitabı Kur’ân-ı Kerim konusunda genel bir değerlendirme yapar mısınız?

Prof. Dr. Hasan Elik: Her şeyden önce, mensubu olduğumuz İslâm'ın kıymetini bilmeliyiz. Böyle bir dine mensup olmakla, dünyanın en büyük nimet ve güzelliğine sahip olmaktayız. İnanma yeteneğini kaybetmiş insanlar bahtsız, sıkıntılı insanlardır. İnanabilmek büyük bir meziyettir.

Sahip olduğumuz bu nimet ve güzelliği yüce kitabımız Kur’ân'a borçluyuz. İslâm dininin temel kaynağı olan Kur'ân-ı Kerim, çok şükür, Hz. Muhammed'e nazil olduğu orijinal haliyle elimizdedir. İlmî tespitlere göre, dünyada Kur’ân dışında hiçbir din kitabı orijinal haliyle korunabilmiş değildir. Bu sadece Müslümanlar için değil, diğer semavî din mensupları için de son derece önemlidir. Çünkü Kur’ân-ı Kerim'in korunması, aynı zamanda diğer mukaddes kitapların da korunmuş olması anlamına gelmektedir.

Yani Kur’ân, bir yandan Hz. Muhammed'e gelen vahyi ifade ederken, aslında bir yandan da Hz. İbrahim'e, Hz. Musa'ya, Hz. İsa vb. peygamberlere gelen vahiyleri de bize arz etmiş oluyor.

Çetinoğlu: Genel olarak Müslümanların İslam’ın hükümlerini anlamada ve yorumlamada ne durumda olduğunu düşünüyorsunuz?

Elik: Müslüman toplumların ve bu arada halkımızın din alanında düzeltilmesi gereken öyle yanlışları var ki, bunların mutlaka gündeme getirilmesi gerekmektedir. Dolayısıyla, bugün bunların teşhisi bile, bir başarı ve mutluluk vesilesidir. Zira problemlerin çözümünde teşhisin ne kadar önemli ve öncelikli olduğu aşikârdır. Bu söylediğim, dışarıdan yapılan tahripkâr eleştirilerle bir tutulmamalıdır. Samîmi olarak problemlerin teşhisine yönelik çalışmadır. Tabiî, şunu da unutmamak gerekiyor: Sürekli tenkit insanı karamsarlığa sokar; ümitsizliğe sevk eder. Bundan mümkün mertebe kaçınmak lâzım. Bizim çok güzel değerlerimiz de var. Nitekim geçenlerde Papa bir beyanatta bulundu ve dedi ki; ‘Ey Hıristiyan dünyası! Çok sekülerleştiniz; ibadetten uzaklaştınız. Karların üzerinde, yağmur altında, dışarılarda öbek öbek bayrama koşan, cumaya koşan Müslümanlardan ibret alın.’

Çetinoğlu: ‘Problem’ dediniz. Ne problemi?

Elik: Bugün dünyada gerek Müslümanlar gerekse gayr-ı Müslimler tarafından en çok konuşulup tartışılan konulardan biri de ‘İslâm’ ve buna bağlı olarak Müslümanların durumudur. Bir şey gereğinden fazla gündeme geliyorsa, ortada bir problem var demektir. İslâm'ın bu yoğunlukta gündeme getirilmesi de onunla ilgili bir problem olduğunu göstermektedir. Nitekim ‘İslâm’ ve ‘Müslüman’ kavramlarının, günümüzde olumlu imajlar çağrıştırdığı iddia edilemeyeceği gibi, Müslüman toplumların genellikle bilim, teknoloji ve ekonomi başta olmak üzere birçok alanda diğer toplumların gerisinde oldukları da yadsınamaz bir gerçektir.

Çetinoğlu: Sebepleri biliniyor mu?

Elik: Şüphesiz, bu olumsuz sonucu meydana getiren birtakım sebepler söz konusudur. İlahî kanunlara göre, sebep olmadan sonuç meydana gelmediğinden; içinde yaşadığımız dünya ‘sebep-sonuç dünyası’ olduğundan, bu dünyadaki her olgu da sebep veya sebeplerin sonucudur.

Akla yaraşan ve çözüme götüren yol da sonuçlar üzerinde tartışmak değil, sebepleri araştırmaktır. Bunun içindir ki; Müslüman toplumlar bir yandan mensup oldukları İslâm'ın en son ve en mükemmel din olduğunu iftiharla ifade ederlerken, diğer yandan çağı yakalayamamış olmalarının sebeplerini ve İslâm'la ilgisini tartışmaktadırlar.

Çetinoğlu: Problemleri örneklemek mümkün mü Hocam?

Elik: Halk dilinde ‘İslâm'ın şartı 5'tir.’ şeklinde bir inanç vardır. Bunlar: Kelime-i şehadet, namaz, oruç, hac ve zekâttır. Bu hükmü, evimizde çocuklarımıza okuttuğumuz birçok ilmihal kitabında da görüyorsunuz. Ancak bu bilginin tashih edilmesi gerekmektedir.

Çetinoğlu: İslam’ın şartı beş değil mi?

Elik: İslâm'ın şartı beş değildir. Kur'ân-ı Kerim'de müminler için öngörülen her şey İslâm'ın şartıdır.

Bu yaygın inanç aslında şu hadise dayanmaktadır: ‘İslâm beş temel üzerine, yani kelime-i şehadet, namaz, oruç, hac ve zekât üzerine kurulmuştur; iman ise Allah'a, meleklerine, kitaplarına, elçilerine, ahiret gününe ve kadere inanmaktır.’

Fakat hadiste geçen ‘temel / esas’ kavramı Türkçede ‘şart’ hâline getirilmiş ve ‘İslâm'ın şartı beş ise, bu beşini yerine getirirsek, iş biter.’ gibi yanlış ve zararlı bir anlayış, yaygınlık kazanmıştır.

Hadise göre bu beş esas, İslâm binasının bütünü değil, temelleridir. Şimdi düşünelim: şu binanın temelini kurdunuz. Duvarlar yok, pencereler yok, ısıtıcı yok, aydınlatıcı yok, asansörü yok, şu yok bu yok, hiçbir şey yok; sadece temel attınız... Bu temel, bina olarak sizin bütün ihtiyaçlarınızı giderir mi?

İşte, az önce de söylediğim gibi, İslâm'ın beş şartı dediğimiz şeyler, işin temelidir. Eğer bugün evlerimizde temelle yetinebiliyorsak, din binası adına da ‘İslâm'ın beş şartı’ ile yetinelim.

Her şeyin mükemmelini, en güzelini isteyen insanın, ‘İslâm'ın şartı 5'tir.’ diyerek o muazzam İslâm binasını, hâlâ iskeletiyle 4 yanı açık duran bir temel gibi anlaması kesinlikle eksiktir, yanlıştır.

Çetinoğlu: Beş şartın temeline inersek…

Elik:İslâm'ın beş şartı’ diye bize bildirilen ibadetleri derinlemesine inceleyecek olursak, bunların diğer ibadet ve görevleri de içine alan, onları hatırlatan, besleyen odak ibadetler olduğunu görürüz.

Çetinoğlu: Namaz’dan başlayabilir miyiz?

Elik: Namaz, bilindiği gibi, şart olmamasına rağmen, genellikle camide hep birlikte icra edilen bir ibadettir. Aslında, herkes evinde kılabilir. Ancak camide, bir arada namaz kılmanın birçok sosyolojik, psikolojik faydaları olduğu için, namazı camide kılmak çok daha sevap kabul edilmiştir. Yoksa evinizde de kılarsınız, dağın başında da kılsanız, namaz namazdır.

İslâm bizi camide bir araya getirirken, başka hedefler de güdüyor; ama ne yazık ki bugün bunların çoğu tahakkuk etmiyor.

Çetinoğlu: Hac farizasında durum nedir?

Elik: Hacda, yine milyonlarca Müslüman bir araya gelmekte, tıpkı cemaatle kılınan namazlarda olduğu gibi, tanışmakta, kaynaşmakta, birbirlerinin problemlerine çözümler aramaktadır.

Üçüncü temel olan oruç için de aynı şey söz konusudur. Ramazanda hep birlikte oruç tutulduğu için, bizi birbirimize kenetlemekte ve birbirimize karşı görevlerimizi hatırlatmaktadır.

Dördüncü olarak, zekâtla zengin-fakir kaynaşması sağlanmaktadır.

-İslâm'a girişin sembolü olan kelime-i şehadetle birlikte-İslâm'ın beş temelini oluşturan bu görevler, az önce de belirttim gibi, Kur'ân'ın emrettiği ibadetleri temsil ve sembolize etmektedir. Ama takdir edersiniz ki, temsil etmek başka şeydir, tamamı olmak başka şeydir.

Ancak, daha da vahimi bu beş şartı iyice daraltarak İslâm'ın şartlarını salt kelime-i şehadete indirgeyenler de yok değildir. Bu yaklaşımın yanlışlığını anlatmak gerekir.

Biliyorsunuz, Kur'ân-ı Kerim Fatiha süresiyle başlar. Fatiha suresi 2 tür hayattan, 2 yoldan bahsetmektedir. Biri dalâlet, diğeri hidayet yolu. Bir başka deyişle sapıklık yolu ve doğru yol. Ki; Kur'ân, ‘sırât-ı müstakim’ diyor buna.

Çetinoğlu: Konuyu biraz açmanız mümkün mü Hocam?

Elik: Kur'ân'a göre, doğru yolda yürüyen insanın adı; ‘Müslüman’dır. Bir insan kelime-i şehadet de getirse, ibadet de yapsa, şayet yanlış yolda gidiyorsa, dalâlettedir. O halde, Müslüman kimliği; ‘Müslüman’ım!’ diyenlerin değil, sırat-ı müstakim üzere dosdoğru gidenlerin hakkıdır. ‘Müslüman’ım!’ sözü hiçbirimizi aldatmamalıdır:

Kur'ân diyor ki: ‘Müslüman; sırât-ı müstakimde, dosdoğru yolda yürüyendir.’

İman; inanmak anlamına geldiğine göre, gönül işi demektir. İman, bir şeye kalben, zihnen inanmak iken İslâm beden işidir. İmanın bedende tecelli eden hâli İslâm’dır. İman bir kabuldür; gönlünüzde, kalbinizde beyninizde meseleyi kabul etmektir, işin lüzumuna inanmaktır. İslâm ise, inanmış olduğunuz ilkeleri uygulamaktır, fiiliyata geçirmektir. Artık gönüldeki inanma dediğimiz iman olgusu fiiliyata geçmiş, işlerlik kazanmıştır.

Çetinoğlu: O zaman İslamiyet’i yeniden tanımlamak gerekecek…

Elik: Denebilir ki iman gönül işi, İslâm beden işidir, İslâm, imanın aksiyona dönüşmüş hâlidir. Bu bakımdan, spekülâsyon hâlinde kalıp aksiyona dönüşmeyen bir imanın kendisinden beklenen faydayı temin etmesi mümkün değildir. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'i açıp baktığınızda, sürekli ‘İman edip salih ameller gerçekleştirenler’in, yani iman etmekle kalmayıp bunu insanlığa yararlı aksiyonlara dönüştürenlerin methedildiğini görürsünüz. O halde, bir başka benzetme ile: imanı ‘beyin’ olarak; İslâm’ı da ‘organların beynin komutuna uyarak gerçekleştirdiği eylemler…’ olarak düşünebilirsiniz.

Bu sebepledir ki, İslâm dini iman temel üzerine kurulmuş; muhataplarını önce ikna etmiş ve temel değerlere inandırmıştır. İnsan inanmadığı bir şeyi gönlünden gelerek yapmaz. Yapılması istenen şeylerin lüzumunu kavradıktan sonra ‘Bunu davranışa dönüştür!’ diyerek ikinci adımı attırır.

Fakat imanın amele; inancın eylem ve davranışa dönüşmesinde maalesef problem yaşandığı da bir gerçektir.

Çetinoğlu: Ne gibi?

Elik: Toplumda şöyle yaygın bir kanaat vardır: Biz Müslüman bir ülkede, Müslüman ana-babadan doğduk; adımız da Ahmet, Mehmet, dolayısıyla, Müslüman’ız.

-Efendim ben Müslüman’ım.

-Ne zamandır?

-Kâlûbelâ’dan beri.

-Tamam, Müslüman doğdun da… Müslüman kalmak için ne yaptın, neler yapıyorsun?

-…………

-Çalsam da, vursam da, kırsam da, öldürsem de Müslüman’ım! Böyle olur mu? Olmaz.

Çetinoğlu: ‘Müslümanlığı otomatiğe bağlamak yok…’ Diyorsunuz.

Elik: Bir şeyi yapmadan o şey olur mu? Yapmadan ‘Yaptım’ denebilir mi? Bir İslâm ülkesinde doğup büyümek, insanlara kendilerini otomatikman Müslüman olarak nitelendirme hakkını verir mi?

Müslümanlık işin başıyla değil, sonuyla alakalıdır. Her şeyde olduğu gibi bunda da akıbete itibar edilmelidir. (el-Umûr bi-avâtîmihâ).

Bir talebe veya iş adamı veya herhangi bir meslek erbabı işin başında mı değerlendirilir, sonunda mı değerlendirilir? Bir talebe, tâ ilkokuldan itibaren çalışıp didinip onlarca dersten onlarca defa imtihan edilip çeşitli safhalardan alnının akıyla geçerek başarı belgesi almıyor mu?

Müslümanlık da bu başarı belgesidir. Sadece işin başında getirilen kelime-i tevhit dediğimiz ‘Lâ ilahe illallah Muhammedün resûlûllah’ cümlesiyle değil, işin sonucunda, yani bütün yapılanlar - edilenler göz önüne alınarak belli olur.

Kelime-i tevhid işin başlangıcıdır; giriş formudur, beyannamesidir: ‘Sistemi kabul ediyorum, öğrenci oldum, kurumun içindeyim.’ Demektir. Bir tür kayıt yapıyorsunuz yani. Gönüllü kayıttır bu, ama esas notu sonuçta alacaksınız.

Ben de inanıyorum efendim. Benim dedem hocaydı, babam müftüydü, annem hacıydı...’ Deyip de iman ve İslâm nâmına hiçbir eylem, davranış ve aksiyonunuz olmazsa, böyle bir tutum bırakın diğer insanları, bizzat bu insanların kendilerini bile tatmin etmez. O halde, imanla İslâm’ı birbirine bağlamak gerekiyor. Doğru ve gerçek olduğuna, dünyada ve ahirette başarı ve mutluluk getireceğine inanılan bu şeyin mutlaka eyleme dökülmesi ve davranış hâline getirilmesi gerekir. Aksi halde, kendimizi yalanlamış oluruz.

Çetinoğlu: ‘Kelime-i şahadet işin yalnızca başlangıcıdır.’ Diyorsunuz.

Elik: Evet! Sözgelimi Almanya'dan Hans'ı, Rusya'dan Nataşa'yı bir müftülüğe getiriyorsunuz, başına takke / başörtüsü giydirip ‘Tanıklık ederim ki Allah'tan başka ilâh yoktur; yine tanıklık ederim ki Muhammed O'nun kulu ve elçisidir.’ Anlamındaki kelime-i şehadeti, mânâsını bilmeden söyletiyorsunuz ve ‘Haydi bakalım Müslüman oldun; Allah mübarek etsin!’ Diyorsunuz...

 Kelime-i şehadet getirmek; ‘İnanıyorum ki Allah bir, Hz. Muhammed de haktır, Resuldür. Onun Allah'tan getirdiği kesin olan her şeyi kabul ediyorum, bunlara gönülden bağlanıp teslimiyet gösteriyorum.’ demektir.

Kelime-i şehadet işin sonucu değil, başlangıcıdır. İşe başlamaktır. Kelime-i şehadet; İslâm'ın bütün ilkelerini benimseyeceğinize ve bunlara uygun yaşayacağınıza dair verdiğiniz bir söz; attığınız bir imza; doldurduğunuz bir beyannamedir. Kelime-i şehadet getiren bir insan; ‘Kur'ân'ın ve ona bağlı olarak Hz. Peygamber'in emir-yasak ve tavsiyelerini kabul ediyorum; bunları uygulayacağıma söz veriyor ve bunu ilân ediyorum.’ Demiş olduğunun bilincinde olmalıdır. Bu, bir bakıma sınavın sonunda öğrencinin aldığı not gibidir. Kelime-i şehadet getirmek Müslüman olmak değil, Müslüman olmaya söz vermektir ki bu da hayatın her alanında olumlu davranışlar sergilemeyi kapsamaktadır.

Yoksa; ‘Kelime-i şehadet getirmekle iş oldu bitti. Müslümanlığın son noktasına ulaştık.’ Diye bir şey yoktur. Zerreden küreye evrendeki bütün varlıklar Allah'ın kendileri için belirlediği kanunlara nasıl uyuyorsa, insan da bu işin farkına vararak, bu işin şuuruna ererek diyecek ki: ‘Her şey görevini yapıyor; ben de insan olarak Yaratıcı’nın koyduğu kurallara uyacağıma söz veriyorum, insan olmanın gereklerinin yerine getireceğim.’

Düşününüz: Ekmeğin, paranın lüzumuna inandığınız halde çalışmıyorsunuz; bu durumda bir şey kazanabilir misiniz?

Bir şeyin lüzumuna inandığınız zaman onu elde etmek için bir çaba göstermiyor musunuz? İşte, inancımızda da samimiysek, işin iman boyutuyla İslâm -yani eylem ve aksiyon- boyutunu bir arada gerçekleştirmemiz gerekir. Bunların arasını ayıranlar, ne imansız bir İslâm’ın, ne de İslâmsız bir imanın faydasını görebilmişlerdir. Ne yazık ki, İslâm âlemi bu iki değeri ayırmanın olumsuz sonuçlarını yaşamaktadır.

Çetinoğlu: Söyledikleriniz, sözde Müslüman değil, özde Müslüman olmak isteyenler için…

Elik: Nasılsa kelime-i şehadet getirdik, Müslüman’ız, Müslüman bir ebeveynden doğduk, Müslüman bir memleketteyiz; bu ülkeninn bütün mensupları -öncekiler, sonrakiler, ister doğru yolda ister eğri yolda gitsinler- hepsi Müslüman’dır.’ Bu doğrudur. Fakat bu doğrunun rehaveti bize çok pahalıya mal oldu. Müslümanlık; insanın adıyla, coğrafyasıyla, söylediğiyle alâkalı değil, hayatıyla alâkalıdır. Öyle diyor şair: ‘Yola baktım utandım; bütün işlerim eğri benim. Burada bir doğru yol var, bir de benim gittiğim yollar var.’ İşte gittiği yol doğru olan insanın adıdır özde Müslüman. Doğru yolu biliyor olmak, o yoldan gidilmediği takdirde sizi hedefe ulaştırabilir mi? İslâm'ın gereklerini yapmayanlar onun va'dettiklerinden yararlanabilirler mi?

Genel olarak Müslümanların İslâm'ı algılama biçimlerini, İslâm ile Müslümanlar arasındaki büyük çelişkileri ve Müslümanların dünya toplumları arasındaki konumlarını düşünmek, değerlendirmek, kendimizle hesaplaşmak zamanıdır.

Çetinoğlu: Müslümanlar bildiklerini uygulamıyorlar diyorsunuz.

Elik: Maalesef ‘uyguluyorlar’ demek mümkün değil. Genellikle, Müslüman toplumların İslâm'a olan ilgileri, ona ait bilgilerin önündedir. Söz konusu ilgi, onu övmek ve onunla övünmek şeklinde kendini göstermektedir. İslâm'ın, mensuplarına va'dettiği güzellikler ve olumlu sonuçlar ise, İslâm'a ilgi duymakla değil, ancak onun doğru bilinmesi ve uygulanmasıyla, yani Müslüman olmanın sorumluluğunun yerine getirilmesiyle elde edilir.

Çetinoğlu: Bu bilgilerin ışığı altında İslam’ı tanımlar mısınız?

Elik: Kur'ân'a göre İslâm;

1- İnsanın, ruhî-bedenî, ferdî ve sosyal, her alanda ve hayatın her boyutunda ahlâk kanunlarına uygun davranışlar sergilemesidir.

2- Bir başka ifadeyle İslâm, insanlığın gerekleridir. Yani, iyi insan olmak aynı zamanda iyi Müslüman olmaktır. Bir kimse ne kadar insan ise, o kadar Müslüman’dır.

Yani, yüce insanlık vasıfları demek olan İslâm; sözle değil, ancak eylemlerle gerçekleşen bir olgudur. Yani, ‘söz’ değil ‘iş’tir. İçinde bulunduğumuz dünya ve yaşadığımız hayat sözel değil, fiilî / amelî bir gerçeklik olup İslâm da bu hayatın içinde uygulanması gereken bir hayat projesidir. Konuya bu açıdan bakıldığında, denilebilir ki; olumlu, doğru, yararlı her davranış İslâm, aksi ise İslâm dışı bir tutumdur. Dolayısıyla, bazı insanlar Müslüman olduğunun, bazıları da Müslüman olmadığının farkında değildir.

Hayatın dışında kalarak veya ona aykırı davranışlar sergileyerek Müslüman olmak ve böyle bir hayat biçimiyle hayata egemen olmak bizatihi hayatın kuralına aykırıdır. Hayatı yönlendiren sözler değil, davranışlardır. İyi sözler söyleyip kötü davranışlar sergileyerek iyi sonuçlar alınamaz. Allah bile kendisini yaptıklarıyla, yarattıklarıyla yani işleriyle tanıtmaktadır.

Çetinoğlu: Verdiğiniz bilgilerin ışığı altında bir de Kur’an tarifi olmalı…

Elik: Bu bağlamda Kur'ân, Allah'ın gerçekleştirdiklerine ve bunları kanıt göstererek va'dettiklerini gerçekleştireceğine yönelik sözüdür. Kendisini, yapıp-ettikleriyle fiilî, amelî bir gerçeklik olarak sunan yüce yaratıcı, insanı da söylediklerini uygulamaya çağırmaktadır.

Çetinoğlu: Hangi ayetlerle?

Elik: Sözgelimi: ‘Ey iman etmiş olanlar! Neden söyledikleriniz ile yapaklarınız birbirine uymuyor? Yapmadığınız şeyleri söylemeniz Allah nazarında çok kötü bir şeydir.’ (Saff 61/2-3) ayeti, sözü bırakıp çalışmaya, üretmeye;

İnsana uğrunda çaba gösterdiği şeylerin dışında bir şey verilmeyecek ve o ancak emeğinin karşılığını görecektir.’ (Necm 53/39-40) buyruğu da yaratıcı faaliyete katılmaya davet etmekte ve ‘Müslüman’ım’ diyenlerin değil, ‘Müslüman olanların’ başarılı olacağım belirtmektedir. (Ankebut 29/2)

İşte, bugün Müslüman toplumların İslâm'ı anlamaları ve onunla ilişkileri açısından temel sorunu bizce budur. Eğer bu toplumlar İslâm adına konuştuklarını hayata geçirmiş olsalardı, yani işi söze mahkûm etmeyip sözü işe dönüştürselerdi, kesinlikle bu durumda olmazlardı.

Çetinoğlu: Konuyu açar mısınız Hocam?

Elik: 1-İslâm'da çalışmanın öneminden söz ettikleri kadar çalışmış olsalardı, 2- İslâm'da bilginin önem ve değerinden söz ettikleri ölçüde bilim yapmış olsalardı, 3- Doğruluktan bahsettikleri ölçüde doğru olsalardı… Günümüzdeki problemlerin hiçbiri yaşanmazdı.

Ne yazık ki, çalışmanın öneminden söz etmek, neredeyse ‘çalışmak’ sanılmış, bilginin öneminden, bilgi çağından, bilgi toplumundan söz etmekle yetinilerek, en temel değer olan bilgi, hayata geçirilememiştir.

Buna karşılık, bazı toplumlar bunun tam tersini yaparak, laf değil iş üretmiş ve sonuçta kalkınmışlardır. İşte toplumlar arası kalkınmışlık farkı, aslında sözü işe dönüştürenlerle, işi söz haline getirenlerin farkı olup sonuçta konuşanlar değil çalışanlar kazanmıştır. Zira ‘yapılan her şeyin sonucunun alınacağı’ yüce yaratıcının hayata koyduğu bir ilahî kanundur: ‘En küçük bir iyilik yapan da, en küçük bir kötülük yapan da karşılığını mutlaka görecektir.’ (Zilzâl 99/7-8; ayrıca Necm 53/39-40)

Çetinoğlu: Çok kesin…

Elik: Her toplumun kalkınmışlık derecesi bu ilahî kanunları uygulamasıyla doğru orantılı olup bu gerçeği hiç kimse değiştiremez. Öyleyse, yüce Yaratıcı; fakirliği, zenginliği, geri kalmışlığı, kalkınmışlığı hiçbir topluma kader olarak yazmamıştır. Kader, toplumların ilahî kanunlara karşı tutum ve davranışlarının sonucu elde ettikleridir. Einstein'ın dediği gibi; ‘Kader hak edilendir.’ Dünya, imkân ve nimetlerini; konuşanlara değil, çalışanlara, kendisine uzaktan bakanlara değil, kendisiyle içli dışlı olanlara ve onu ciddiye alanlara sunmaktadır.

Çetinoğlu: Söyledikleriniz çok net ve kesin. Vurgulamak açısından ekleyecekleriniz var mı?

Elik: Hayatın gerçekleri apaçık göstermektedir ki; Müslüman toplumlar hayatın tabiî kuralları olan İslâm'ı konuşmakla veya onunla övünmekle değil, ancak onu uygulamakla sonuç alabilirler. Nitekim yüce Allah da insanların söylediklerine değil, yaptıklarına itibar etmektedir. Dinî hayatın önderleri olan peygamberler de söyledikleriyle değil, yaptıklarıyla toplumlarına örneklik etmişlerdir.

O halde, Müslümanlık söz değil, iştir; doğuştan aldığımız bir isim değil, hayat tarzımızla kazandığımız bir sıfattır. Bu bakımdan, bir insan ismiyle değil, yaptığı işlerin niteliğiyle, isim ve suret değiştirerek değil, sıfat ve sîret düzelterek Müslüman olur.

Ayrıca, çoğu kimsenin zannettiğinin aksine, Müslümanlık başlangıç değil, sonuçtur. Yani bir insanın Müslüman olup olmadığı veya hangi ölçüde Müslüman olduğu, Müslüman’ım dedikten sonra (sonuçta) neler yaptığına bakılarak anlaşılır.

Sonuç olarak; gereği gibi bilinmeyen ve uygulanmayan İslâm'ın, kendisinden bekleneni veremeyeceği açıktır. İyi işler yapmaya sevk etmeyen inanç sorgulanmalı, inancıyla iyilikler kazanıp, olumlu davranışlar sergilemeyen kişi, kendisini denetime tâbi tutmalıdır.

Prof. Dr. HASAN ELİK:

1949 yılında Tokat'ta doğdu. İlk, orta ve lise eğitimini İstanbul'da  bitirdikten sonra, 1976 yılında   İstanbul   İlahiyat  Fakültesi'nden mezun oldu.

1977 yılında ilmî araştırmalar yapmak üzere Suudi Arabistan'a gitti.

 King  Abdülaziz Üniversitesi Arap Dili Enstitüsü'nü Pekiyi dereceyle bitirdikten sonra, 1982 yılında “Nur suresinde toplumsal adab” isimli mastır tezini tamamladı.  Adı geçen üniversitede ‘Tahâvî'nin Müşkilu'l-âsâr’ adlı eserinin edisyon kritiğini yaparak 1989 yılında doktor unvanını aldı, 2007 yılında profesör oldu. 

Yayınlanmış eserleri:

01- DİNİ ÖZÜNDEN OKUMAK: Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayını.

02- KUR’AN’IN KORUNMUŞLUĞU ÜZERİNE:  Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayını

03- KUR’AN IŞIĞINDA FARKLI KONULAR, FARKLI YORUMLAR:  Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayını

04- İÇİMİZDEKİ ALLAH: İstanbul, 2007

05- MODEL İNSAN PEYGAMBER: İstanbul, 2007

06- EVRENSEL MESAJ / KUR’AN: İstanbul, 2007

07- İSLAM VE İNSAN: İstanbul, 2007

08- İSLAM VE HAYAT: İstanbul, 2007

09- YARATAN VE YARATILANLARLA İLETİŞİM BİÇİMİ OLARAK İBÂDET: İstanbul, 2008

10- İSLAM VE DENGE: İstanbul, 2008

11- İSLAM’IN VA’DETTİĞİ HUZUR: İstanbul,2008

12- BÜTÜN İNSANLAR HÜR VE TOK OLUNCAYA KADAR: İstanbul, 2009

13- KURULUŞ VE KURTULUŞUMUZDA İSLAM: İstanbul, 2009