Ali DEMİREL

Yazar - Ziraat Mühendisi

Şeyh Şamil

Hemen her konuda olduğu gibi insanlarımızın çoğu Şeyh Şamil ile ilgili de; ya eksik bilgi sahibiler, ya yanlış bilgi sahibiler veya bunların ikisi birden! Bu konuda genel anlamda bilinenler şöyle: Şeyh Şamil diye bir kahraman çıkmış. Gözünü budaktan esirgemeyen bu yiğit, bazı bıçkın delikanlıları da yanına alarak Ruslara karşı çete savaşı yapmış. Pek çok kahramanlığının yanı sıra çok iyi Kafkas halk oyunu oynarmış. Sinema filmlerimizde olduğu gibi…

Oysa işin aslı pek de öyle değil. Söz konusu mücadeleyi irdelediğimizde şu gerçeklere ulaşırız: Bir kere Kafkas Türkleri tarafından verilen mücadele bir savunma hareketidir. Bu hareket Şeyh Şamil tarafından başlatılmadı ve ondan sonra da bitmedi. Şeyh Şamil’in kavgası da öyle Kafkas halk oyunları eşliğinde olmadı.  Şeyh Şamil; Kafkas Türklerinin asırlarca süren ve hâlâ da sürmekte olan kutsal mücadeledeki İmamlar (aynı zamanda başkan-komutan) zincirinin sadece bir (dördüncü) halkasıdır. Bu imamlar halkasının her biri büyük kahramandırlar. Ama içlerinden bazıları, kahramanlık tarifinin ötesine geçmişlerdir. Böylesi Alperenlerin en sonuncusu (şimdilik sonuncusu) Dudaların Cevher’dir, adının diğer bir söyleniş şekliyle Cahar Dudayev’dir… Ben bunları yazarken sakın Şeyh Şamil’i küçümsediğim veya basite indirgediğim gibi bir kanı uyanmasın. Onun nasıl bir Alperen olduğunu aşağıdaki satırlarda bulacaksınız.

Bu konu irdelenirken şu durum mutlaka göz önünde tutulmalıdır: Kafkas Türkleri Ruslara saldırmadı, onların haklarına tecavüz etmedi. Rus devletinin ekonomik ve siyasi çıkarlarını engellemedi. Savaşı da Türkler başlatmadığına göre, Rus devleti neden, görünürde hiçbir sebep yokken Kafkas Türklerine, bazen olanca gücüyle ve yıllarca saldırdı. Ve de hala bu saldırılar sürmekte. Neden?

Ruslar sıcak denizlere inmek istiyorlardı. Ekonomik ve siyasi etki alanlarını olabildiğince genişletmek, Rus devletinin temel amaçları arasındaydı. Ama bu sebepler Kafkas Türklerine saldırmayı gerektirmiyordu. Zaten Rus çarlarının böyle bir saldırı yapma düşünceleri de yoktu. Öyleyse yıllardır sürmekte olan acımasız saldırılar nasıl başladı? Hangi amaçla başladı?

Bu mücadelenin özü dini inanca dayanmaktadır. Bunu iyi anlayabilmek için tarihe, o bölgeden ve de dini açıdan bir bakalım: Bizans İmparatorluğu zamanında, Hıristiyanlığın Ortodoks mezhebi devletin tek dini haline geldi. O zamanın misyonerleri yoğun çalışmalar sonunda Rusları Hıristiyan Ortodoks inancına bağladılar. Bu arada Türkler üzerinde de yoğun çalışmalar yapıldı. Tuna boylarından ta Baykal gölüne kadar olan sahadaki Kıpçak Türklerinin (Saka-İskit Türkleri) de Ortodoks Hıristiyan olmaları için çok yoğun çaba harcandı. Onca çabaya ve harcanan paraya karşın; Karadeniz’in güneyindeki (Trabzon ve yöresinde) bazı Kıpçak obaları Hıristiyanlaştırıldı ki bunların pek çoğu günümüzde Yunanistan’dadırlar. Bunun dışında, Karadeniz’in kuzeyinde bazı Tatar Türkü obalarından Hıristiyanlığı kabul edenler oldu. Bunların da bir kısmı günümüzde Yunanistan’da yaşamaktadırlar. Tabii bunların ne kadar Tatar ve Türk özellikleri kaldıysa!.. Sonuç olarak, o bölgelerin sahibi olan onca Türk’ten çok az bir kısmını kandırabilmişlerdi. Tek Tanrı inancında olan Türkler daha çok İslamiyet’i kendilerine yakın buluyorlardı. Hıristiyanlığı Türklere kabul ettirme çabalarının sonuçsuz kalması papazların çalışma şevklerini kırmıştı. Gerçi yine de boş durmuyorlardı ama misyonerlik faaliyetleri devam etmiş olsa da çok yoğun değildi. Ama, 1700 lü yıllardan itibaren Müslümanlığın Türkler arasında köklü ve bilinçli bir şekilde yerleşmeye başlamış olması Ortodoks din adamlarını (papazları) yeniden harekete geçirdi. Kendilerinin onca çabasına karşın din değiştirmeyen Türkler, söz konusu Müslümanlık olunca, hiçbir menfaat beklemeden, hatta pek çok engel ve zorluklara karşın İslamiyet’e sarılıyorlardı. Türklerin bu davranışı papazları daha çok sinirlendiriyordu. Daha önceleri ikna yolunu çok denemişlerdi. Sonunda, inanç aşılama ve manevi yönden, başarabilmelerinin mümkün olmadığını anlamışlardı. İşi kaba kuvvete dökmek istiyorlardı. İstiyorlardı ama kaba kuvvetle Türkleri kendi yollarına getirmeye güçleri yetmezdi. Bu durumda; Ruslar da Ortodoks Hıristiyan olduğuna göre Rus devleti bu zorbalık rolünü üstlenmeliydi. Çar üzerindeki dini otorite oldukça güçlüydü dolayısıyla Rus çarını ikna etmek zor olmazdı, olmadı da… Böylece Rus orduları Kafkas Türkleri üzerine saldırmaya başladılar.

Saldırılar başladığında Türkler bir an şaşkınlık geçirdiler çünkü beklemiyorlardı, ortada bir sebep yoktu. Saldırıların ardı arkası kesilmiyor, halka eza cefa ediliyor, İslamiyet’e hakaret ediliyor, karşı gelen olursa çeşitli şekillerde cezalandırılıyordu. Tabii ki karşılık verilmeliydi. Türk Ulusu’nun genlerinde olan hemen teşkilatlanma geleneği ile çalışmalar başlatıldı.

Başlatılan mücadelenin ilk önderi Şeyh Mansur’dur. Şeyh Mansur’dan sonra, o zamanda, o bölgedeki Müslümanların ileri gelenleri kendi aralarında görüştüler ve Gazi Muhammed’i İmam olarak seçtiler. İmamdan maksat sadece namaz kıldıran anlamında değil önder, komutan hatta devlet başkanı gibi görev yapan kişi. Gazi Muhammed dini yönden çok bilgili, ermiş ve veli kişi olarak kabul edilen biri olmanın yanı sıra tam bir teşkilatçı, savaşçı ve yöneticiydi. Askeri anlamda çete savaşı yapabilecek birlikler oluşturdu. Ruslara karşı yapılan saldırılarda pek çok başarı elde edildi. Burada hemen belirtmeliyim; Türkler Rusya içlerine gidip de Rus halkına saldırmıyor, Rus askerlerine saldırmıyor; Türk halkına saldırmak için Kafkasya’ya gelen ve halka sürekli eziyet eden Rus askerlerine karşı çıkıyor. Gazi Muhammed’in mücadelesinde nice kahramanların yanı sıra Şeyh Şamil de yanında yer almıştır.

Şeyh Şamil’in çocukluk arkadaşı da olan bu ulu alperen İmam Gazi Muhammed; Gimri’de Ruslarla yapılan savaşta şehit olmadan önce aynen şöyle der: “Kardeşim Şamil! Bu savaşta şehit olsam gerektir. Benden sonra Hamzat (Hamza) imam olacak. Onun kısa süren imamlığından sonra sen başa geçecek senelerce Kafkasya’ya hükmedeceksin. Namın cihanı tutacak. Çar ordularını perişan edeceksin. Bu savaştan sonra Gimri’den gitsen bile yine kurtarıp mezarımı düşman çizmelerinin altında bırakmazsın inşallah.”  Çarpışmanın şiddetlendiği bir an İmam Gazi Muhammed şehit düştü. Buna çok üzülen Şeyh Şamil düşman üzerine amansızca saldırdı ve pek çok Rus askerini hemen oracıkta hakladı. Öyle saldırıyordu ki öldürdüğü düşman sayısı belirsizdi. Bu ara kendisi de çok ağır şekilde yaralandı. Şeyh Şamil’in yaralandığını gören Gimri Camii’nin müezzini Mehmet Ali, hemen yanına gitti ve onu savaş alanının dışına götürdü. Çok yaralı olduğunu daha yakından görünce onu bir mağaraya götürdü ve sakladı. Şeyh Şamil pek çok yerinden yaralanmış, kaburga kemiklerinden bir kısmı ve köprücük kemiği de kırılmıştı. Asıl büyük yaraları ise göğüs ve sırt kısmındaydı ve her yanı kan içindeydi… Kafkas Türklerinin bilge otacıları tarafından önce bulunduğu mağarada birkaç gün tedavi edildi. Sonra Unsokul köyüne götürülen Şeyh Şamil’in tedavisi orada devam etti. Tam yirmibeş gün kendine gelemeden baygın yattı.

1832 yılında şehit düşen İmam Gazi Muhammed’in yerine Hamzat Bey İmamlığa seçildi. 1835 yılında Hunzah Camii’inde bir Cuma günü şehit edilen İmam Hamzat’ın yerine İmamlık makamı için Şeyh Şamil’e teklif götürüldü. O, kendisinden daha ehliyetli kişilerin olduğunu söyleyerek teklifi geri çevirdi. Bunun üzerine Gohlok’ta toplanan Kafkas Türklerinin ileri gelenleri, Şeyh Şamil’in her türlü yetkiye haiz olacak şekilde İmamlığa getirilmesini kararlaştırdılar ve bunu Kabul etmesini sağladılar.

Haaa… Şimdi, İmam Şeyh Şamil atamızı, o ulu alpereni anlatmaya başlayabiliriz.

O 1797 yılında Dağıstan’ın Gimri köyünde doğdu. Babası Muhammed, doğduğunda ona Ali adını verdi. Küçük yaşta ağır bir hastalığa yakalanan Ali’ye töreye uyarak ‘Şamil’ adı da verildi. Ali Şamil’in Kafkasya’daki hangi Türk boyuna mensup olduğu (her boy kendisine mal ettiği için) pek açık değildir. Çeçen, Kumuk veya Avar olduğu iddia edilir. Onun hangi Türk boyundan olduğunun ne önemi var? Sonuçta o bir Türk Alperenidir… Daha çocukluk yıllarında ata binme, ok atma, koşu, güreş gibi becerilere sahip olmuştur. 15 yaşına geldiğinde kılıç kuşanarak bir savaşçı özelliğini kazanmıştır. Öyle bir savaşçı ki; iki metreden fazla boyu, bedeninde yağ birikintisi olmayan, sadece kaslı ve atletik yapılı, dimdik duran, heybetli ve yakışıklı bir genç…  O sadece maddi yönü mükemmel olan bir genç değildi, aynı zamanda bilgili ve inançlı biri olarak da yetiştirilmişti. İlk hocası Nakşibendi Şeyhi Cemalettin  Gazi Kumuki’dir. Şamil, 30 yaşına kadar; tefsir, hadis ve fıkıh okudu. Ayrıca; edebiyat, tarih ve fen bilimlerinde de dersler alarak, gerekli olan bütün maddi ve manevi ilimlerce donandı. İşte bu çok yönlü özelliklerini uygulamaya koymasından sonra, hem âlim bir kişi hem de gönül sahibi bir Veli olarak gelişimini tamamlamış oldu. Tam da böyle ‘VELİ’ birinin aynı zamanda mükemmel bir savaşçı yani ALP olması onun ALPEREN mertebesine erişmesi demektir.

Şeyh Şamil İmamlık makamına getirildikten sonra hummalı bir çalışma içine girdi. Bir taraftan, o çok içten ve etkili hitabet gücüyle Müslümanların inançlarını pekiştiriyor, mücadele azimlerini tazeliyordu. Diğer taraftan, mevcut şartlara göre yeniden teşkilatlanma çalışmalarını yapıyordu. Sürekli saldırılar yapmakta olan düşmanı çetelerle durdurmanın mümkün olmadığını anladı ve teşkilatlı ordu birlikleri oluşturmaya başladı. Sadece asker değil sivil yönetim için de yeni bir teşkilat oluşturdu. Buna örnek olarak: Ordunun başına güvendiği yetenekli komutanları koydu. Ve kendince il il ayırdığı yerlere, mülki idareci olarak naipler atadı. Çok değerli hizmetler veren ünlü naiplerden bazılarını burada anmayı görev bilirim. Bunlar: Şuayb Molla, Taşof Hacı, Duba, Hacı Sadu, Ahverdili Muhammed, Kabet Muhammed, Hitinav Musa, Nur Muhammed, Muhammed Emin, Hacı Murad… Böylece askeri ve idari teşkilatı kuran ve işler hale getiren İmam Şamil, bölgedeki Rus askeri birliklerine ani ve etkili saldırılar düzenliyor onları yıldırıyordu. Rus birlikleri ise İmam Şamil’in askerlerine ve düzenli birliklerine değil sivil halka saldırıyorlardı. Bu durum o hale gelmişti ki; İmam Şamil’in askerlerinden darbe yiyen Rus askeri birlikleri intikam için Müslüman köylere saldırıyorlardı, tam saldırı anında Şeyh Şamil’in askerleri birliklerinin üstlerine doğru geldiğini öğrendiklerinde kaçıyorlardı. Yine de çoğu kez onlara yetişen Müslüman askerler; öldürdüklerinin dışında pek çok esir, silah, cephane ve malzeme ele geçiriyorlardı. Fakat Rus askerlerinin Müslüman halk üzerindeki baskı ve işkenceleri aralıksız sürüyordu. Bu durum halkı çok çok bezdiriyordu ama yine de halkın büyük bir çoğunluğu İmam Şeyh Şamil’i ve askerlerini maddi ve manevi olarak sürekli destekliyordu. Halkın büyük bir çoğunluğu derken, kalan az bir kısmı Ruslardan bıkkınlıkları yüzünden sanki onlardanmış gibi görünüyor böylece o anki zulümden kurtuluyordu. Bu durumun nasıl bir şey olduğunu anlamak için yaşanmış bir olayı burada yazmak istiyorum: Bir Türk avılında (Köy gibi…) oldukça varlıklı bir ailenin başındaki kişi, Şeyh Şamil veya adamları avıla geldiğinde kurbanlar kesiyor, Kuran okutuyor ve konuklarını gereği gibi ağırlıyor. Aynı yere bir başka zaman Rus askerleri geldiğinde, damın altındaki mahzende sakladığı şaraplardan çıkarıp Rus askerlerine ikram ediyor…

Şeyh Şamil askeri yönden sadece teşkilatlanmakla kalmadı, silahlanma konusunda da önemli çalışmalar yaptı. Hiçbir İslam ülkesinden yardım gelmiyordu. Düşmandan satın alınan ve yine düşmandan ganimet olarak ele geçirilen silahlarla düşmanın yenilemeyeceğini iyi biliyordu. Özellikle top savaş alanında çok büyük üstünlük sağlıyordu.  Düşmandan ele geçirilen top sayısı çok azdı ve hemen hepsini de terk ederken bozuyor, kırıyor, kullanılamaz hale getiriyorlardı. Şeyh Şamil, bu işten anlayan bilgili Türkleri yanına getirtti. Kendisi de bu konularda bilgiliydi. Bir Rus topunu örnek alarak top üretimini başlattı! Anlaşılacağı gibi Şeyh Şamil Ata, mülki yönetimiyle, ordusuyla, genel siyasetiyle ve savaş sanayisi ile tam bir devlet oluşturma aşamasına gelmiştir. Durup dururken, hiçbir geçerli sebep yokken Rus devleti kendilerine saldırmıştı, öyleyse Rus devleti Rusların devletiydi Türklerin değil. Bu durumda bağımsız bir devlet kurma zorunluluğu ortadaydı.

Teşkilatlanma devam ederken Ruslarla savaş da ara vermeksizin sürmekteydi. Binlerce Rus askeri, bazı komutanları hatta generalleri öldürülmüş veya esir alınmıştı. Ele geçen malzemeler ise haddinden fazlaydı. Bütün bu mevzi yenilgilere karşın Ruslar asla durmuyor; yeni yeni askeri birlikler, silah ve cephane Kafkasya’ya sevk ediliyordu… Her çabaya karşın hiçbir önemli ve kalıcı başarı elde edemeyen Ruslar iyice yılmışlardı. Tek yapabildikleri şey sivil halka saldırmak ve zulüm etmekti. Bu durumu iyi tahlil eden Rus Çarı Nikola, Şeyh Şamil’i ve ordusunu savaşarak yenemeyeceğini anladı. Kafkaslardaki Müslüman direnişini de mutlaka kırmak istiyordu. Kendince bu işi sulh yoluyla halletmeyi denemeye karar verdi. Şayet Şeyh Şamil’i elde edebilirse sorunun ortadan kalkacağını sanıyordu. İşte bu amaçla bir teklif hazırladı: Eğer Şeyh Şamil Kafkasya’daki bütün Müslümanları bir bayrak altında toplama (bir devlet kurma) fikrinden vazgeçerse; kendisine en büyük makamların verileceğini, istediği en yüksek rütbenin verileceğini, kendisinin o bölgenin kralı gibi muamele göreceğini, çarlık hazinelerinden istediği kadarının tahsis edileceği… gibi vaatlerle hazırlanan şeytani teklif böyleydi. Bu teklifi kabul ettirebilmek için en güvendiği generallerinden Kluk Von Klugenav’ı görevlendirdi. Bu barış teklifinin içinde Şeyh Şamil’i saraya davet de vardı… Çar’ın Generali Şeyh Şamil Ata’nın huzuruna çıkabilmek için araya itibarlı kişiler koymak zorunda kaldı!.. Şeyh Şamil Ata, Çar’ın gönderdiği elçiyi, mahiyetiyle birlikte Sulak Nehri civarında kabul ettiğinde takvimler 1837 yılını gösteriyordu. Çar’ının cafcaflı mektubunu ve o göz kamaştırıcı tekliflerini okuyan general, kendince cevap beklerken İmam Şamil olanca çevikliğiyle birden kalktı ve “namazım geçiyor” diyerek namaz kılmaya gitti. Namazdan geldikten sonra generale döndü ve aynen şöyle dedi: “General! O Nikola'ya git ve de ki: Senin yerinde şu anda kendisi olsa ve bu alçakca teklifleri bana bizzat yapmak  cesâretinde bulunsaydı, ona ilk ve son cevâbı şu kırbacım verirdi." Biraz duraksadıktan sonra devam etti: “Ona söyle! Kahraman tebeamın kalblerinde kök salan bu eşsiz zafer inancını kökünden kazımadıkça, bu mübârek vatan topraklarını en son kaya parçasına kadar karış karış müdâfaa etmekten bizi men edemeyeceksiniz. Dînim ve vatanım uğrunda, bütün çocuklarımı ve âilemi kılıçtan geçirseniz, zürriyetimi kurutsanız, en son tebeamı öldürseniz, tek başıma son nefesimi verinceye kadar sizinle savaş edeceğim. Nikola'yı tanımıyorum. Son cevâbım budur."

Şeyh Şamil Ata’nın bu manidar cevabı Çar Nikola’ya iletildiğinde bile o fikrinden caymamıştır. Bu defa Kafkas ordularının baş komutanı Genaral Feze’yi gönderir. Onun aldığı cebabı da bilmek istersiniz sanırım, aynen şöyle: "Ben, Kafkas müslümanlarının hürriyete kavuşmaları için silaha sarılan gâzilerin en aşağısı Şâmil! Allahü teâlânın himâyesini, Çar'ın efendiliğine fedâ etmemeye yemin eden, özü sözü doğru bir müslümanım. Daha önce Çar Birinci Nikola'yı tanımadığımı, emirlerinin bu dağlarda geçersiz olduğunu General Klugenav'a anlayacağı şekilde tekrar tekrar söylemiştim. Bu sözleri sanki taşa söylemişim gibi, Çar, hâlâ görüşmek için beni Tiflis'e dâvet ediyor. Bu dâvete icâbet etmeyeceğimi bu mektubumla son defâ size bildiriyorum. Bu yüzen fânî vücûdumun parça parça kıyılacağını ve sırtımı verdiğim şu vatan topraklarında taş üstünde taş bırakılmayacağını bilsem, bu kesin karârımı hiçbir zaman değiştirmeyeceğim. Cevâbım bundan ibârettir. Nikola'ya ve onun kölelerine böylece mâlûm ola!"

Çar Nikola çok kızdı! Rus ordusunun en ünlü generallerini, Kafkasya için görevlendirdi. Generaller: Fraytag, Svarts, Klugenav ve Argutinski’dir. İşte bu savaş uzmanları 50.000 ( ellibin) kişilik seçkin bir ordu hazırladılar. Toplarıyla tüfekleriyle ve de bütün savaş imkanlarıyla Rus ordusu hızla harekete geçti… Sonuç ne mi oldu? Bir avuç sayılabilecek Müslüman Türk ordusu koca Rus ordusunu perişan etti! Rusların Kafkasya’da kurdukları 25 müstahkem mevkii ele geçirildi, binlerce Rus askeri öldürüldü, ikibinden fazla Rus askeri esir alındı, yıl 1843.

Çar Nikola’nın pes etmeye hiç niyeti yoktu, bu savaş kıyamete kadar sürse sürdürme niyetindeydi… Bu defa General Vorontsof’u görevlendirdi. Yeni görevine heyecanla sarılan general, başaracağından çok emin olarak hazırlıklara başladı… Yaklaşık 60.000 (atmışbin) kişilik bir orduyla hemen harekete geçti. Amacı, bütün Kafkasya’yı ele geçirmek ve Şeyh Şamil’i yakalayarak Çar Nikola’nın huzuruna çıkarmaktı… Tam birbuçuk ay saldırılarına devam etti. Sanki hayaletlerle savaşır gibiydi. Şöyle ki: Şeyh Şamil’in özellikle hazırlattığı sahte istihkamlara ve sahte hedeflere, boş siperlere günlerce ateş açtırdı, top gülleleri durmaksızın atıldı. Elinde cephane ve malzeme hatta askerin yiyeceği dahi kalmadı, çünkü Şeyh Şamil’in askerleri çoktan Rus ordusunun arkasına sarkmış ve ikmal yollarını kesmişti. Sonuçta Rus ordusu mevcudunun büyük bir kısmını ve üç generalini kaybetti, tabii ki savaşı da kaybetti.

Böyle bir-iki savaştan bahsettim diye bu mücadelenin bunlardan ibaret olduğu sanılmasın. Aynı tarihlerde bile daha nice savaşlar, mücadeleler oldu, burada bazı savaşlar ve bazı olaylar kısaca anlatılmaktadır o kadar.

Üst üste yenilgiler alan Ruslar işi tamamen insanlık dışı uygulamalara yönelttiler. Artık Şeyh şamil ve onun askerleriyle savaşmıyor, savunmasız olan yerlerdeki Müslüman Türk halkına zulüm ve işkence ediyor hatta katlediyordu. Bir taraftan da halka; biz barış için çok iyi teklifler götürüyoruz ama kabul edilmiyor, bu eziyetleri çekmeniz onların suçu, diyerek ikilik çıkarıyorlardı. Böylesi propagandaların etkisiyle bazıları Şeyh Şamil’e gelip, sulhu kabul etmesini, artık Rus zulümlerine tahammül edemediklerini söylüyorlardı. Bu tür sızlanmalar çoğalınca Şeyh Şamil, kim böyle bir teklif ve rica ile gelirse 100 kırbaç vurulacak, diye bir karar çıkardı. Çünkü o çok iyi biliyordu ki Ruslar sulhu sulh için istemiyorlardı. İşte tam o günlerde ilginç bir olay gelişti: Halk gerçekten bıkmıştı sadece eziyet değil, yakınları Ruslar tarafından gözlerinin önünde öldürülüyordu. İşte böylesi bir ortamda halk her şeyden medet bekliyordu. İki kişi, Rusların barış tekliflerini kabul etmesi için Şeyh Şamil yerine onun anasına gittiler. Kadını ikna ettiler. O da oğlu Şeyh Şamil’e giderek, halkın malından geçtiğini, artık canı gitmekte olduğunu, bu yüzden Rusların barış tekliflerini kabul etmesini söyledi! Bunu duyan hemen herkes toplandı, kalabalık büyüdü. Acaba ne olacaktı? İmam böyle bir teklifte bulunana 100 kırbaç demişti, annesi çok yaşlıydı ve buna dayanması mümkün değildi!.. Kalabalık çok beklemedi. Şeyh Şamil Ata karşılarına çıktı ve cezanın uygulanacağını söyledi. Kalabalıkta bir uğultudur başladı. O elini havaya kaldırdı ve, 100 kırbaç cezasını hak eden kadının çok yaşlı ve hasta olduğunu dolayısıyla bu cezayı oğlunun çekmesi gerektiğini söyleyiverdi! Hemen ardından da vücudunun belden üstünü soyundu. Bir askerin eline kırbacı verdi ve kırbacı vururken bir yavaşlama, yumuşama ve de ehvenlik sezersem aynı cezayı sana da veririm, dedi. Tam olarak 100 kırbacı hakkıyla kendisine vurdurdu. İşte Şeyh Şamil Ata böyle bir Alperen!

Çar Nikola’dan sonra Rusya’nın başına geçen yeni Çar II Aleksandr, Rusya’nın bütün imkânlarıyla Kafkasya’ya saldırması gerektiğine karar verdi. Hazırlanan orduların başkomutanlığına bir prensi getirdi, Prens Baryatinski. Ordularına dedim çünkü bu saldırı için tam beş ordu hazırlandı. Bu ordulardan biri Şeyh Şamil’in karargahına, ikincisi Lezgi’ye, üçüncüsü Hazar Denizi tarafına, dördüncü ve beşinci ordu ise Çerkezistan’a saldırıya geçti. Böylece Şeyh Şamil ve ordusu her taraftan kuşatılmış olacak ve hiçbir bölgeden yardım da alamayacaktı.  Sadece Prensin başında bulunduğu orduda 50.000 asker ve 50 top vardı… Böylesi donanımlı beş orduya karşı Şeyh Şamil’in elinde 5000 (beşbin) kadar süvarisi vardı, hepsi bu kadar!.. Bu kadar dengesiz bir kuvvetle dahi Ruslar başarılı olamıyorlar ama saldırılarını da sürekli artırıyorlardı. Her ne kadar, Ruslara göre Şeyh Şamil’in askerleri az şehit verseler de sayıları sürekli azalıyordu. Üstelik hiçbir yönden yardım ve destek gelmiyordu, gelemiyordu. Rus prensi sürekli beyaz bayraklı elçiler yollayarak anlaşma teklif etmekteydi. Şeyh Şamil’in ordusu gerçekten çok zor durumdaydı ama onların pek çoğu, başta İmam Şamil olmak üzere, şehit olmayı çoktan göze almışlardı, ölebilirlerdi ama davadan dönmeyeceklerdi… Bir ara Şeyh Şamil’in komutanlarından biri; savaşa devam ederlerse bütün askerlerin ve imamın öleceğini, böyle bir sonun Kafkas Müslümanlarının geleceği için çok karanlık ve kötü bir tablo oluşturacağını, oysa anlaşma yapılırsa, en azından Müslümanlık ve Türklük adına bazı şeylerin kurtarılabileceği dile getirildi. Diğer bazı komutanlar da bu fikre katıldılar. Şeyh Şamil Ata bir süre düşündükten sonra, Rusların sözlerinde tam olarak durmayacaklarını belirttikten sonra her şeye rağmen uygun bir sulh anlaşmasına evet diyeceğini söyledi… Bunu üzerine Rus Prensinin elçileri ile oturulup konuşuldu ve bir barış anlaşması hazırlanarak imzalandı. Bu anlaşmaya göre:  "Türklerin dinlerine karışılmayacak, onlardan asker alınmayacak, vergi toplanmayacak, Türkler iç işlerinde serbest bir devlet olup, idârecilerini kendileri seçecekler. Şeyh Şâmil, âile efrâdı ve mevcut kırk kadar askeri ile, silâhları dahî ellerinden alınmadan Türkiye'ye gidebilecekti."

Bu anlaşma 1859 senesinde yapıldı. Şeyh Şamil, Rusların baş komutanının çadırına vardı. Baryatinski; anlaşma şartlarının geçersiz olduğunu, kendisinin ve aile efradının Çar II Aleksandr’ın esiri olduklarını ama misafir muamelesi göreceklerini söyleyiverdi! Rusların verdikleri sözlerin ancak bu kadar geçerli olacağını bu Ulu Alperen zaten biliyordu! Biliyordu ama onun için Kafkasya’daki kardeşleri çok daha önemliydi. O hiçbir zaman kendi istek ve arzuları için çalışmadı. O kendi halkı, Türk ve Müslüman halkı için canını ortaya koyarken bile kendini adadığı asıl amacı, yüce yaratanın rızasına yönelikti. Kendisi zorluk çekmiş, acı çekmiş, yorulmuş, yıpranmış, esir olmuş umurunda mı!!! O, ömrünün bir kısmını öğrenmeye, kalan kısmını da yüce yaratanın yolunda bitirmeye çoktan karar vermiş. Düşmanın topu, tüfeği, ordusu onu korkutabilir mi? Düşmanın tavır ve davranışı onun inancında ve davranışında hiçbir değişiklik yapamaz. En kötü ne olur? Ölür! İnanın Şeyh Şamil Ata için ölümden korkmak diye bir şey olamaz. Bakın şu davranışı onun nasıl bir Alperen olduğunu göstermeye yeter sanırım: Rus Çarı Şeyh Şamil’i şaşalı bir merasimle karşılar. Sarayında özel odalar ayırtır. Herkes onu görmek için can atmaktadır çünkü ünü her taraf yayılmıştır. Sadece ünü mü; iki metreden fazla boyu, boyuna çok uygun atletik vücudu, yakışıklılığı ve olanca heybetiyle o muhteşem bir insandır. Elbette başta Rus sarayı mensupları olmak üzere herkes onu yakından hatta uzaktan bile olsa görmek istiyor… Bir gün Çar II Aleksandr Şeyh Şamil’i yemeğe davet eder. Sarayın yemek solunu davetlilerle doludur. Şeyh Şamil kimseye aldırmadan gayet doğal bir davranışla, iştahlı bir şekilde yemeğini yemektedir. Bu durumu gözetleyen çar, yanındakilere dönerek, Şeyh Şamil’in de duyacağı bir ses tonuyla: “Korkarım bu adam birazdan bizi de yer” der. Bunu duyan Şeyh Şamil, herkesin duyabileceği bir ses tonuyla aynen şöyle karşılık verir: “Korkmayın bizim dinimizde domuz eti yemek haramdır!!!”  İşte Şeyh Şamil Ata bu!!!

Sn Petersburg’daki çarlık sarayında bir ay kadar kalan Şeyh Şamil, Kaluga’ya sürgün gönderilir.

Sürgünün onuncu yılında kendisini ziyarete gelen Çar’a Hacca gitmek istediğini söyler. İzin verilir ama oğlunu rehin bırakmak şartıyla. Hala ondan korkmaktadırlar!

Şeyh Şamil yanındaki adamlarıyla birlikte 1870 yılında İstanbul’a gelir. Padişah Abdülaziz onu ve mahiyetindekileri törenle karşılar, kendilerini misafir olarak ağırlar, sonra da hacca gitmeleri için özel bir gemi tahsis eder.

Cidde Limanı’nda Mekke Emiri, şehrin ileri gelenler ve büyük bir halk kalabalığı tarafından törenle karşılanırlar.

Hac sırasında onu görmek isteyenler izdiham yaratır. Mekke Emiri, Şeyh Şamil Ata’yı yüksek bir yere çıkararak bütün halkın onu görmesini sağlar.

Hac farizasını yerine getirdikten sonra Medine’ye geçer. Bir süre sonra Medine’de rahatsızlanır. Ve 4 Şubat 1871 yılında 74 yaşında Hakkın rahmetine kavuşur. Cenaze namazını Seyyid Rufai kıldırır ve Cennet-ül Baki mezarlığına defnedilir. Allah rahmet eylesin.

Ulu Alperenlerden olan Şeyh Şamil Ata’yı kısaca tanıtmaya çalıştım…