Kur’ân-ı Kerîm’den derlenen insan hakları ile alâkalı hususlar, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Beyannâmesinden daha geniş ve daha şümullüdür, üstündür.
Kur’ân-ı Kerîm 600’lü yıllarda insanlığa armağan edildi. İnsan Hakları Evrensel Beyannâmesi ise 10 Aralık 1948’de yayınlandı. Aradan geçen 1300 yıla rağmen insanlığa, Kur’ân kadar imkân sağlayamamıştır. Üstelik İnsan Hakları Evrensel Beyannâmesi’nde yazılı hususların müeyyidesi de garantörü de yok gibidir. Sâdece bu gerçek bilinse ve kavransa, yalnızca Müslümanlar değil, Müslümanlık dışındaki semâvî dinlerin mensupları, beşerî inanç sistemlerine bağlanmış veya hiçbir inancı olmayan insanlar… hep birlikte Kur’ân-ı Kerîm’in sağladığı kuşatıcı, huzur verici ve bol nimetli hayatını tercih ederlerdi.
İslâm dünyasının içinde bulunduğu şartlar, İslâm’daki ve Kur’ân’daki eksikliğin değil, biz Müslümanlardaki gayretsizliğin neticesidir. ‘Çünkü Müslümanlar Kur’ân-ı Kerîm’i ağlamak için okudukları kadar anlamak ve hayatlarına tatbik etmek için okumuyorlar.’
Evet, İslâmiyet’i çok iyi bilen insanlarımız var. Onlar mükemmel birer mü’mindir. Fakat mükemmel mü’min olmak yetmez. Mükemmel mü’minin ancak kendisine faydası vardır. Yaşayışı ile görünüşü ve davranışlarıyla, ahlâkı ve dürüstlüğüyle çevresindeki insanlarda, ‘ne mükemmel insan, ben de onun gibi olayım, ben de Müslüman olayım’ düşüncesinin oluşmasına ve tahakkukuna katkısı olmuyorsa, vazifesini yapamamış demektir. Sözü edilen düşüncenin oluşmasını ve fiiliyata dönüşmesini sağlamak, her Müslüman için farz-ı kifâye değil, ‘farz- ayn’dır. Çünkü ‘Müslüman’ım diyen herkes, Cenâb-ı Allah’ın yeryüzündeki halifesidir, temsilcisidir. Emirlerini tebliğ ile vazifelidir.
Burada dikkat edilecek husus şudur: Değil şiddete… baskıya bile tevessül edilmeyecek. Çünkü İslâmiyet tehdit dini değildir. Tebliğ dinidir. Tebliğ, incitici olmayacak. En mükemmeli de örnek olunacak.
Şimdi ey halifeler! Durup kendimize soralım: Çevremizde, kendimiz dâhil kaç kişi; ‘Bir elime Güneş’i öbür elime Ay’ı verseler, İslâm’ın emrettiği prensipleri öğrenmekten, öğrendikten sonra da o prensiplere göre yaşamaktan ve de yaşanmasına vesile olmaktan asla vazgeçmem’ diyebiliyor?
………………………..
*Mihenk taşı: Çok eski zamanlarda kuyumcuların, altın, gümüş ve benzeri kıymetli metallerin ayarını anlamak için kullandıkları bir tür taş. Ayarı bilinmeyen altın veya gümüş mihenk taşına sürtülür. Sonra ayarı bilinen taşlar da sürtülür. İzlerin eşit olduğu görüldüğünde, bilinmeyen ayar belirlenmiş olur. Bu usûl günümüzde kullanılmamaktadır.