Fahri YAĞLI

Eczacı - Öğretim Görevlisi

fahriyagli@gmail.com

Kültür ve Medeniyet İlişkisi

Kültür ve medeniyet ilişkisi bütün dünyada ve Türkiye’de oldukça dikkat çekmiş, incelenmiş ve işlenmiş bir konudur. Her ne kadar kültür ve medeniyeti birbirlerinden kesin sınırlarla ayırmak mümkün görünmese de tabiat karşısında insanın var olma mücadelesi ile ilişkili kavramlar oldukları açıktır. Bu anlamıyla medeniyetin temelinde kültür yatmaktadır. Kültürün gelişmesi, karmaşıklaşması ve oluştuğu tarih, coğrafya ve düzene göre kendisine özgü bir hal kazanması artık medeniyet aşamasına gelindiğinin göstergesi olmuştur. Böylece kültür ruh ise medeniyet de bu ruha beden olmuştur.

Medeniyet bir insanlık başarısıdır. İnsanoğlunun bir medeniyet kurabilmesi uzun ve yorucu hatta çoğunlukla ölüm pahasına elde ettiği tecrübelerin bir sonucudur. Medeniyetin birinci ve en temel şartı bilgi, beceri ve tecrübelerin hem korunup saklanması, hem de öğrenilip, öğretilip geliştirilmesi ve aktarılabilmesidir. Eğitim, öğretim ve bilginin aktarılması dil ile mümkündür. Öyleyse medeniyetin kurulup gelişmesi dil sayesinde olacağı söylenmektedir. Böylece medeniyet denilince akla gelen ya da gelmesi gereken pek çok husus daha yazıyı bulan ilk medeniyette karşımıza çıkmaktadır. Sümerologlar bu yüzden olsa gerek; “tarih Sümer’de başlar” demektedirler.

Medeniyetin kurucu unsurları yaklaşık olarak şöyle sıralanabilir: dil, din, sanat, bilim, felsefe, hukuk, iktisat, eğitim, askerlik, şehircilik, ahlâk, çevre… Dinî alanda doğru bir zihniyetin geliştirilmesi ve benimsenmesi; medeniyetimizin karşılaştığı bütün sorunların aşılmasında bir ivme kazandıracaktır. Dinî alandaki peşin hükümler hurafeler ve doğru zannedilen yanlışlar ancak doğru bir din algısıyla giderilebilir.

Türk düşünce hayatında, Tanzimat’tan beri kalkınma yolunda çaba sarf edildiği halde bir türlü başarı sağlanamıyorsa bunun bir sebebinin olması gerekir. “Şimdiye kadar ortaya birçok sebepler atılmıştır: Kötü idare, cehalet, taassup, istibdat, uyanmada çok gecikme, hedefe götürecek bir planın devlet siyaseti olarak devamlı bir halde geliştirilememesi gibi birçok sebepler gösterilmiştir.

Medeniyet meselesini ele alan düşünürlerden Mümtaz Turhan da medeniyete bu açıdan yaklaşarak, medeniyet kavramının kendisi üzerinden incelenebileceği kurumlara bir örnek teşkil etmesi bakımından üniversiteyi inceler. O, medeniyet konusunu bir bütün olarak bilimsel zihniyetle irdelemekten yanadır. Ona göre medeniyetin temelinde akıl ve bilim yatmaktadır. Akıl ve bilimi buluşturan kurum ise üniversitedir. Bir memlekette ilim, ilim zihniyeti ve ilmi araştırma olmadıkça, bunları temsil edecek birinci sınıf ilim, fikir ve teknik adamları kâfi miktarda bulunmadıkça hakiki, şümullü ve devamlı bir kalkınma mümkün değildir. Zira ilimsiz bir memleketin bu asırda kalkınabildiği ne görülmüş ne de işitilmiştir.

Nurettin Topçu da, tarih içerisinde değişik kültür ve medeniyetlerde, kendilerine mahsus uyanışların yaşandığını tespit ederek, önce bunların oluş şartlarını incelemekte ardından da kendi medeniyetimizde ihtiyaç duyulan Rönesans’ı ve onun doğuşu ve gelişiminin şartlarını göstermeye çalışmaktadır. Ona göre değişik çağlarda ve medeniyetlerde yaşanan “Rönesansların her birinde insanlığın aşkına ve dehasına sunulmuş bir irade barınmaktadır ve her biri, aşkımızın terkibine giren unsurlardan bir veya birkaçını yaşatır olmuştur. Çin’de hayat nizamı, eski Mısır’da fani varlıklara ebediliği kazıyan üslup ve ifade sanatı, Yunan’da an içinde yaşamak aşkı, İslam’da insanda temaşa edilen faniliğin Allah’a teslimi ideali,

Topçu’ya göre “Kâinatta her olayın sebeplerinin araştırılması, asırlık efsaneleri yıkmış, ilimlerle felsefeyi meydana çıkarmıştır.” Varlığımızın her sahasında gayeler araştırma, alet yapıcı insanlığı idealist insanlık mertebesine yükseltti. Tezatlardan sıyrılma ise insanlığın kalbinin kurtuluşudur, ahlâki oluşun müjdesi olmuştur.

Aklın bu üçlü saltanatı, her Rönesans devrinde kendi kahramanını dünyaya getirmiştir.” Topçu’nun burada saydığı kahramanlar ilim, ahlâk ve insanlık idealinin kahramanlarıdır. O, hepsinde akıl ve hikmetin yansımalarını görmekte, aklın yükseliş devirlerini, insanlığın hidayet ve Rönesans devirleri olarak yorumlamaktadır. Yine ona göre aklın mağlup olduğu devirler, “ilmin de idealin de ahlâkın da uçurumlara yuvarlandığı karanlık devirlerdir.”Topçu bu konudaki görüşlerini bir temenni ile bağlar: “Hakikatleri, idealleri ve kalbi yuvarlanmaktan koruyan tek kuvvete akla köle olmaktan

Mustafa Şekip’e göre, din, dil ve sanatta yaratıcılık ve özgünlük medeniyetin temeli ve dinamosudur. İlim, ahlâk ve hukuk arasında da ilişki kurar. Doğru severlik, insanî bir erdem olarak bütün insanlık başarılarının temelinde bulunur. Ona göre “ilim, bir bakıma, doğru severlikten doğduğu gibi doğru severliği de doğurur. İlmî durum olmadan, ilmî düşünce ile tamamlanmadan hiçbir doğru severlik olmaz.”

Türk medeniyetinin gelecek yıllardaki güzel ve estetik formlarını, işte bu buhranlı dönemin biçim duygusu şekillendirecektir. Muhakkak bu kafa karışıklığının emareleri sanat ürünlerine, gündelik yaşantımıza bugünkünden daha çarpıcı örneklerle yansıyacaktır. Bu, bizim Batı medeniyetiyle ilişkimizin beğenelim beğenmeyelim bir sonucu. Ama kuşkusuz medeniyetler durağan değildir.

Eğer “Yeniden Medeniyet” diyeceksek, bu ancak, bahsi geçen ‘öz’e, zor olana, ‘esas’a dönmekle ve daha önemlisi, toplumun tüm fertlerinin ahlâk, erdem, sanat ve bilim gibi kavramlar çerçevesinde kendisiyle gerçekten hesaplaşmasıyla mümkün olabilecektir.