Hicran GÖZE

Avukat - Yazar

Nâzım Hikmet’in Dramı

Bu günlerde televizyonlar ve pek çok gazete Nâzım Hikmet çığlıklarıyla dolu. Maksatları modası geçmiş,  hüküm sürdüğü yerleri virâneye çevirmiş bir ideolojiyi diriltmek… Hem de o çarpık ideolojinin tek temsilcisi zannettikleri zavallı Nâzım’ın sırtından…  Nâzım Hikmet’in son nefesine kadar yaşadığı büyük dramı ve aldanışı hiç hatırlamak istemiyorlar.  Olsun… Ben fakir ise zavallı Nâzımın, yaradılışında bulunan büyük şâir vasıflarına rağmen bir türlü “Vatan Şâiri” olamayan Nâzım Hikmet’in dramını yazayım dedim. Kimsenin umurunda olmayan dramını… Aslında bir kitap olabilecek dramını… 

Önce on altı, on yedi yaşlarından başlayalım, Delikanlılık devirlerinden ve o günlerde yazdığı şiirlerinden ve aşklarından… Mütarekenin en sıkıntılı günlerindeki Nâzım Hikmet’den, henüz Komünistlikten, solculuktan filan haberi olmayan Nâzım’dan… Hece vezniyle şiirler yazan Ziya Gökalp’in Türkçeyi güzelleştirenler arasında saydığı çok yakışıklı sarışın bir delikanlıdan… Onun, çok sıkıntılı günleri yaşayan diğer şâirlerle olan dostluğundan… “Biz ve Deniz şiirini “Büyük kardeşim Fâruk Nâfiz’e” diyerek 1920’de ona ithaf ediyor, gene aynı tarihte yazdığı “Mevlânâ” şiirinde ise “Bende mürîdinim, işte Mevlânâ” diye haykırıyor. Kendisinden yaşça büyük ağabeyleriyle Moda ve Şifa akşamlarına katılıyor, aşklarını şiirleştiriyor. Hâlit Fahri “Edebiyatçılar Geçiyor” kitabında onu istidatlı şâirler arasında görüyor… Delikanlı pek çok platonik aşkın yanı sıra millî duyguların tahrikiyle de “Her şaha kalktıkça Atlılarımız - Bin asi kölemiz geberecektir - Ölüm göğsümüzde bir al çiçektir – Ölüm bir içimlik bâdedir bize.” diyerek haykırıyor. Bu coşkun hislerle dolu vatansever delikanlı Kısa bir zaman sonra ise hiç beklemediği bir dâvet ile şaşkınlığın ve sevincin en müthişini yaşayacaktır. 

GENÇ ŞÂİR ANKARA YOLLARINDA: Nâzım’ın ve en yakın arkadaşı Vâ-Nu’nun ( Vâlâ Nurettin) Ankara’dan gönderilen bir miktar yol harçlığı ile öğretmenlik etmek üzere Atatürk’ün de isteğiyle Ankara’ya gelmeleri isteniyordu... İki çok samimi arkadaş çok sevinmişlerdi. Zaten bütün arzuları bu değil miydi? Yıl 1921’di Anadolu’ya silâh ve cephâne kaçıran bir gizli teşkilâtın yardımıyla bindikleri “Yeni Dünya” vapuru ile Anadolu mâcerâları başlayacaktı. Nâzım’ın Anadolu’ya geçişinden âilesinin haberi yoktu. Annesinin Yahyâ Kemal ile bir âile olmaya kadar giden yakınlaşması, babasının ayrı bir eve taşınması, annesinin ismi etrâfında yayılan dedikoduların delikanlıyı bunalıma sürüklediği açıktı. İki genci geçirmeye gelen bir yakınları kulaklarına eğilerek “Mustafa Kemal’in yolundan ayrılmayın” demişti. Ama bu iki yol arkadaşı daha sonra yönlerini değiştirerek Millî Mücâdeleye değil kan denizinde yüzen Moskova’ya gideceklerdi. Ankara’da Atatürk ile ve Mehmet Âkif’le tanışıp onlar tarafından çok iltifat ve yardım gördükleri hâlde…

“SPARTAKİSTLER”: Kader ağlarını örüyordu. Vapurda ve bir müddet kalacakları İnebolu’da Almanya’dan gelen oradaki komünist başkaldırısına katıldıkları için öldürülmekten korkarak Türkiye’ye kaçan bir grupla tanışacaklardı. “Spartakist”lerle…(Liderleri Yahudi Rosa Luxsenburg. Başarılı olamamış, hareketin Alman ordusu tarafından bastırılmasının akabinde diğer mensupları ile birlikte öldürülmüşlerdi.)  Spartakist denilen bu ihtilâl kaçağı ağabeylerin Marks’ı ve Lenin’i bilmedikleri için kendilerine “Cahiller” diye hitap etmelerinin tesirinde kalarak kendilerini gerçekten cahil hissetmeye başlayacaklardı. Bu ağabeylerin liderliğinde otel odalarında saatlerce süren Karl Marks seminerlerine katılacaklar kendilerini gitgide daha cahil hissedeceklerdi. Bunlardan biri olan Sâdık Ahi’nin çektiği nutuklar iki gencin kafasını allak bullak edecekti. Nâzım’a komünizm fikirlerini aşılayan Sâdık Ahi’nin boynuna sardığı kırmızı bir atkısı vardı. O kırmızı atkıyı Nâzıma çok yakıştırıyor,  yakışıklılığına ilâveten şâirliğiyle de Komünist ideolojinin yayılmasında çok faydalı olacağını düşünüyordu. Onun nutuklarıyla, konuşmalarıyla sarstığı iki delikanlıya acıyanlardan bâzı kişiler “Etme çocuklara” diyorlardı. Vâ-Nû o günkü bocalayışlarını “Bu Dünyadan Nazım Geçti” kitabında  bu satırlarla anlatır “İnançlarımız da büyük bir deprem oluyordu. Mânevî bir sarsıntı geçiriyorduk. İki kutup arsında bocalamaktaydık. Spartakistlerin aşıladığı fikirler ve o güne kadar fikirlerimizi yoğurmuş olan millîyetçi fikirler arasında”…  Spartakistlerin başarıya ulaşan telkinleriyle otel odalarında beyinleri iyice yıkanan Nâzım Hikmet ve Vâ-Nû’’nun son durakları Ankara ve Millî Mücâdele değil, “Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi” (KUTV) olmuştu. Vatan bir ölüm kalım kavgası içinde iken iki genç kanlı ihtilâlin  heyecanı ile dolu  olarak orada dört yıl Komünist ideolojiyi adeta ezberliyeceklerdi. Nâzım bunu daha sonra “Günde 24 saat Engels, 24 saat Marks, 24 saat  Lenin diyerek anlatacaktı. Vâ-Nû gene aynı kitapta “Spartakistler kimlerdi” diyerek bunların en meşhuru olan, Nâzım’a  çok tesir eden Sâdık Ahi’nin yanındaki spartakistleri de açıklar  “Sonradan Cumhuriyet Halk Partisi’nin Genel sekreteri olan Nâfiz Atuf Kansu, gene sonradan İstanbul Ticaret Odası Umûmî Kâtibi olan, İstanbul Ticâret Mektebi’nde hocalık yapan ve CHP’den milletvekili seçilen Vehbi Sarıdal, Almanya’da bulunmuş posbıyık bir  Spartakist ustabaşı… Sonradan iktisat Profesörü olan (Bıdıbıdı Servet)…”  Sâdık Ahi ise daha sonra Mehmet Eti ismini alacak ve Halk Partisi’nden  milletvekili olacaktı. Kendi kırmızı boyun atkısını göstererek  “Böyle bir boyun atkısı takıp ihtilâl nutukları söylemek, ihtilâl şiirleri okumak senin tipine ve mânevî bünyene ne kadar yakışacaktır Nâzım.”  diyerek onu sarstığı günler artık çok uzaklarda kalmıştı”            

Vâ-Nû’yu mu yâni Vâlâ Nurettin’imi soruyorsunuz? Yol arkadaşını yarı yolda bıraktı. Ankara yollarında yakalandıkları Komünizm büyüsünü ruhlarına üfleyen bu üfürükçülerin üfledikleri zehirlerden ruhunda bazı eserler kaldıysa da kurtuldu. Nâzım Hikmet ise onun ayrılmasına ünlü komünistlerden,  Nâzımın kadim dostu  Zekeriya Sertel’in  söylediğine göre güzel şiirlerinden biri olan “Salkım Söğüt’teki bu mısrâlarla ağlamıştı:

“ Birdenbire
Kuş gibi,
Vurulmuş gibi
Kanadından
Yaralı bir atlı yuvarlandı atından.”      

Nâzım acaba Rusya’ da aradığını buldu mu? Nâzım’ı büyük ümitlerle gittiği Moskova’daki karşılama da hayal kırıklığına uğratmıştı. Onu karşılayanlar arasında Sovyet Bolşevik Partisi’nden bir kişi bile yoktu. Günlerce hayran olduğu Stalin tarafından kabul edilmeyi beklemişti ama on gün sonra dâvet edildiği Kremlin de onu önemsiz bir kişi kabul etmişti. Çok istediği halde ne Parti’ye alınmış ne de siyâsete dâhil edilmişti. Komünizmin olmadığı ülkelerde, meselâ İsveç’te işçinin refahı ve nihâyet çok sevdiği, yakınlaşmak istediği Stalin’nin yaptıklarını, ölümünün ardından belgeleriyle Kruşçev’in ağzından duyuşu ona büyük bir şok yaşatmıştı. Stalin’in ölümünden duyduğu büyük üzüntüyü bu mısrâlarla anlatmıştı:  “5 Mart 1953- Önce kim kime ,- Metin ol kardeşim diyecek – İlk önce kim kime- Baş sağlığı dileyecek?- Hepimizimdi o,- Hepimizindir.- Yoldaşlarım acınızı duyuyorum- Sizin duyduğunuz gibi tıpkı.” Stalin’in yaptığı toplu katliamlar ve sürgünler açığa çıkınca ise kendisini teselli edercesine bütün bunları Stalin’in kusuru olarak görmüş, Bu sefer de  “ Ve kalktı göğsümüzden baskısı binlerce ton taşın tuncun alçının ve Kâadın” Diyerek Stalin’e nefretini ilân etmişti. Keşke Komünizmin tatbik edildiği ülkelerde, bu izmin hayâta  ilk geçirildiği yer olan Rusya’da yakından şâhit olduğu faciaları gördükten sonra kendisiyle aynı yanılgıyı yaşayan pek çok kişi gibi dönmeyi bilip,  Nikita Kruşçev’e 7 Aralık 1961’de Sovyet vatandaşlığına geçmek için yardımcı olmasını isteyen, daha doğrusu adeta yalvaran  bu mektubu yazmasaydı: (23 Aralık 1992’de Milliyet’te, Cenk başlamış ve Vladimir Jarov’un imzası ile çıkan “Sovyet Komünist Partisi belgelerinde Türkiye” adlı yazı dizisi”nden)       

“Saygıdeğer Nikita Sergeyeviç,

19 yaşından beri, yalnızca kalbim ve kafamla değil, geçmişimle de Sovyetler Birliği’ne bağlıyım.  Bolşevik Partisi’ne ilk olarak 1923 yılında üye oldum. Ardından 1924 yılında yine Moskova’da Türkiye Komünist Partisi’ne (TKP) üye oldum. 

1925 yılı başında,  Moskova’daki Doğu Emekçileri komünist Üniversite’sini bitirdim ve parti işleri için Türkiye’ye gittim. 1925 yılı sonunda Ankara’da yeraltı çalışmaları için gıyaben 15 yıl hapis cezasına çarptırıldım. Sonra yine Moskova’ya döndüm. 1928 yılında Türkiye’de parti işleri ile uğraştım. O zamandan 1950 yılına kadar toplam 56 yıl hapis cezasına çarptırılmama rağmen toplam 17 yıl cezaevinde kaldım. Başta Sovyet halkı olmak üzere, ilerici insanların mücâdelesi sonucu cezaevinden çıkarıldım. Ben sayılı komünit şâirlerdenim. Çok mutluyum çünkü büyük Ekim Devrimi’nin beşinci yıldönümünü Moskova’da kutladım, şiir yazdım, SBKP’nin (Sovyetler Birliği Komünist Partisi) 22. Kongresini kutladım bu nedenle de şiir yazdım. Artık on yıldır Moskova’da yaşıyorum. Âilemde yanımda, Bütün Sovyet halkı gibi buradaki hayâta alıştım.

Saygıdeğer Nikita Sergeyeviç, yardım edin, ben Sovyet vatandaşı olmak istiyorum.

En iyi dileklerimle    
Saygılarımla
Nâzım Hikmet
7 Aralık 1961

Kalemiyle, konuşmalarıyla hizmet ettiği “Ama sürgünde değil, gurbet ellerde değil, öleceğim rüyalarımın ülkesinde, beyaz şehrimde en güzel günlerimin” dediği  ülke bu mektuba rağmen onu Rusya vatandaşlığına lâyık görmeyecek, Moskova’da ve gezdiği dolaştığı Avrupa şehirlerinde olsun daima yanında “Gölgem” dediği bir ajan  onu çok rahatsız edecekti.

Nâzım arkasında. Kısa zamanda son bulmuş, katliamlarla, büyük facialarla dolu bir ideolojiyi işleyen bir yığın şiir bıraktı. Uğruna karısını ve tek oğlunu fedâ ettiği, eşinin kemiklerinin Türkiye’ye nakli için yüklü bir para isteyen, bolluk içinde yaşattığı, uğruna karısını ve tek oğlunu fedâ ettiği, yaşadığı çok serbest bir hayatla kendisini bitmez tükenmez kıskançlıklara sürükleyen Vera’yı da… Ve bir an önce Vera’ya kavuşmak için kendisini  bırakması karşılığı köşkünü ve otomobiline kadar  bütün eşyalarını bağışladığı, Vera’dan önce hem doktoru hem de sevgilisi olan Galina’yı da… Bir de  “ gurbet ellerde değil,- öleceğim rüyâlarımın memleketinde,-beyaz şehrinde en güzel günlerimin. Memet, yavrum, seni Türkiye Komünist Partisi’ne emânet ediyorum. Gidiyorum içim rahat. Sende bir hayli zaman- halkımızda ölümsüz devem edecek- bende tükenen hayat” diye seslendiği Memet diye değil, Mehmet diye çağırılmasını isteyen Mehmet’i… Kemiklerinin getirilmesi için kendisine müracaat edenlere “Daha fazla ısrar etmeyin. Babam ruble karşılığı şiir yazan bir adamdı. Hasta annemi ve henüz üç yaşındayken beni terk edip başka kadınlara gitmiş bir adam için kılımı kıpırdatmam” diyen Mehmet’i… Babasının tükenen hayâtının devamı olmayı ısrarla, inatla istemeyen Mehmet’i ve onun anasını… Bir zamanlar Kadıköy’de, Moda’da, Mühürdar’da yaşanmış ama Moskova’da çoktan unutulmuş talihsiz bir aşkın kahramanı olan Münevver Andaç’ı… Ve bir zamanlar güzel aşk ve vatan şiirleri yazan, Millî Mücâdele’ ye katılmak azmi ve aşkıyla dolu  vatansever, hassas bir delikanlının zor seçilen, tanınmaz hâle gelen silik görüntüsünü… O şimdi kendisini gurbette hissetmediği, rüyâlarının ülkesinde, en güzel günlerini geçirdiğini söylediği beyaz şehirde, Novodeviçiy Manastırının mezarlığında  son büyük aşkı Verası ile beraber yatıyor. Ne müthiş bir dram değil mi? Tabii âşık olup olup bir müddet sonra vaz geçtiği kadınların da dramı… O zarif genç kız Azize’nin, Piraye’nin, Münevverin…