Atilla ÇİLİNGİR

Yazar

Mazide Kalan Türkiye… (4)

Takma Kirpikler:

Kadınlar; 60'lı yıllardan, 70'li yılların ortalarına kadar göz­lerinin üzerinde takma kirpikler taşıdılar. Çoğunlukla gece davet­lerinde kadınların peruk ve kirpik takma merakları 80'li yıllara ka­dar devam etmiştir. Kirpikler siyah renkli, upuzun ve uçları kıvrık olurdu. Takma oldukları uzaktan dahi anlaşılırdı Çok da itici olan bu kirpikler, küçücük suratlı kadınlarda fevkalade orantısız dururdu. Bu tür kirpikleri takan kadınlar, çevreden fark edilsinler diye sık ara­lıklarla gözlerini açıp kapatır, bu esnada takma kirpiklerinden birisi yere düşer ve çevresindeki insanlar bu takma kirpiği bulmak için o kadının etrafında pervane olurlardı. Bu durum aslında o kirpikleri takarak, şuh bir görüntüye kavuştuğunu sanan kadınların, karizma­sının da yere düşmesiydi!

Station (Steyşın) Ambulanslar:

1960 ve 1970'lerdeki, ambulanslar çoğunlukla Station va­gon otomobillerden oluşurdu. Hepsi beyaz renkli olan bu araçların kapılarının üzerinde ve dış tavanlarında kırmızı renkli büyükçe bir ay resmi bulunurdu. (Günümüzün tam donanımlı tıbbi ekipmanları olan, içinde doktorları bulunan ambulansları düşündükçe o dönemin ambulanslarının, hasta naklinden başka ne işe yaradığını sorgu­lamak gerekir diye düşünüyorum…)

Aracın tepesinde yanardöner uyarı lambaları ve canhıraş si­renleri bulunurdu. Ambulansın arka kapısı yukarıya doğru açılarak, sedye tavanı çok alçak olan arka bölümdeki raylar üzerinden sedye sökülüp çıkarılır ve hasta buraya yüklenirdi. Ambulansta bulunan hemşireler, bu bölümde hastanın yanında oturarak giderlerdi. Bu arada sedye, şoför mahalline kadar dayanırdı…

Halkalar:

O dönemde İstanbul halkı tarafından çok sevilen ve benim de ilkokul dönemimde koluma dizdiğim, hazır yiyeceklerden olan 'hal­kalar'; orta boy bir bilezik çapında ve parmak kalınlığında olurdu.

Benim de oturduğum Kumkapı semtinde üretilen meş­hur 'Kumkapı Simidinin' yapıldığı fırınlarda özellikle Kadırga İlkokulu'nda geçen ilköğretim yıllarımda, okul çıkışında tanesi 1 kuruştan aldığım o halkaların lezzeti hala damağımdadır. Fırınlar­da adet olarak satılan halkalar, kesekâğıdına doldurulur ve özellikle çayla birlikte çok iyi giderdi.

Yolculukların da vazgeçilmez ve doyurucu pratik gıdaların­dan olan halkalar daha çok; "Atikali, Aksaray, Malta, Eyüp, Beşiktaş Çarşı, 7-8 Hasan Paşa gibi Osmanlı tandanslı klasik fırınlarda üre­tilirdi…

Eski Plakalar:

1963 yılına kadar İstanbul'daki araçların plakaları, şimdiki­lerden çok farklıydı. Plakanın üzerinde şehir kodu olmaz, bunun yerine aracın ne tür olduğunu belli eden bir harf ile yanında 5 haneli sayı grubu bulunurdu. Bunun üzerinde de büyük harflerle 'İSTAN­BUL' yazılıydı. Araç özel ise; 'H' (Hususi) harfi, kamyon/kamyo­net ise; 'K' (Kamyon), otobüs ise; 'O' 8 Otobüs), taksi/dolmuş ise 'T' (Taksi), polis ise; 'A' (Asayiş) ibaresi eklenirdi. Bu sistem her şehirde aynı olup, sadece en üstündeki bağlı olduğu ilin ismi değişirdi. 1963'den sonra ise her ile bir plaka numarası verilerek, günümüzdeki plaka sistemine geçildi…

Ama 60'lı yılların bana göre unutulmaz o güzelliklerine, insanlarımızın yaşam biçimine anlam katan en önemli gerçeği; toplumu­muzda her dönem var olan insan ilişkilerindeki o doyumsuz sıcaklık, yardımlaşma, komşuluk, kardeşlik duygularının öne çıkışıydı… (Günümüzün Türkiye'sinde neredeyse yok olup gitmiş olan böylesi insan ilişkilerini hatırladığımda; içim ezilir, büyük bir üzün­tü duyarım. Değil aynı mahallede oturup da, aynı apartmanda otur­duğu halde birbirini tanımayan, selam dahi vermeyen günümüzün insanları, 50 yıl öncesinde böylesine mükemmel ilişkileri, duygu be­raberliklerini yaşamış olsalardı; eminim ki, o güzel günlerin tadını asla unutamazlardı…)

Tabiidir ki, 60-70 yıl öncesinin gençliği sadece ülkenin siyasal çal­kantıları içerisinde kalmadı, yaşamadı! O dönemin gençliği gibi benim de hissettiğim, yaşadığım, paylaştığım ama bir daha asla geri dönmeyecek 'duygusallığa ve romantizme odaklı' bir yaşam biçimimiz de vardı…

Özellikle buluğ dönemini İstanbul, Ankara ve İzmir gibi bü­yük şehirlerimizde yaşayan gençlerimiz bu noktada biraz daha şanslı gibi görünse de; aslında Anadolu'nun diğer şehirlerinde, kırsalında yaşayan gençlerimiz, şehirlerde yaşayanlardan daha şanslıydılar. Çünkü onlar her şeyin doğallığını, insan ilişkilerinin mükemmelliğini, doğal güzellikleri gerçek tadında yaşarken, şehir hayatını paylaşanlar, aynı şeyleri büyük şehirlerin büyüyen sorunları arasında yaşıyorlardı…

İşte o duygu yoğunlukları, insan ilişkilerimizin mükem­melliği ve romantizmin ön plana çıktığı yaşam biçimimizden bazı örnekler:

Örneğin o yıllarda kız, erkek ilişkileri günümüzde ki gibi değildi! Olması da düşünülemezdi zaten. Zira dönemin toplumsal adabımuaşeret kuralları, günümüzdeki gibi değildi! Genç bir erkek ile genç bir kızı değil sarmaş dolaş; el, ele bile göremezdiniz.

Her şey öyle ulu orta yapılmazdı. Her şeyin bir adabı, her güzel duygunun, o duygudan taşan hareketlerin estetiği, yeri ve yordamı vardı…

Öyle yolun orta yerinde genç bir kızı, bir hanıme­fendiyi öpmek; ulu orta ondan hoşlandığını belirtmek, toplumun ayıp olarak vasıflandırdığı, hiç de hoşlanmadığı hareketlerin başında gelirdi. Zaten böylesi davranışları ulu orta sergilemek, dönemin romantizmine de uymazdı…

Bir de bu ilişkilerin mahalle ve aile tarafı vardı ki, hiç unuta­mam! Bir mahallenin genç kızına yan gözle bakmak, laf atmak; o mahallenin namus bekçiliğini yapan mahalle ağabeyleri tarafından asla affedilecek bir hareket değildi! Bu yüzden büyük şehirlerin pek çok mahallesinde kavgalar çıkardı…

Ayrıca bu mahalle ağabeylerinin; düşkünün, yardıma ihtiyacı olanların yanında olması, mahalleliden bu amaçla yardımlar topla­ması da o dönemin unutulmaz insan manzaraları arasındaydı…

Pekiyi 60'li yılların gençleri nasıl eğlenir? İçlerindeki gençlik ateşini nasıl söndürürlerdi?

O yıllarda; lise ve üniversite gençliğinin etkilendiği ve iliş­kilerini odakladığı daha ziyade müzik, dans, folklor ve futbol gibi etkinlikler öne çıkardı.

Tabii ki, çocukluğun ilk aşkları, gerçek anlamda yaşanan ve dillere destan olan nice aşklar da duyulur, kulaktan kulağa yayı­lırdı… Ama her şey dozunda ve toplumsal kurallara göreydi. Asla ve asla ne müptezel bir görüntü, ne de yadırganacak bir davranış biçimi güncel yaşamın içine yansımazdı. Çünkü böylesi duygular, gözlerden uzakta; öyle ulu orta kimseyi rahatsız etmeyecek şekilde yaşanırdı...

İstanbul'da âşıkların en çok tercih ettikleri yerlerin başında; Kalamış, Çamlıca tepesi, Boğaz'da Aşiyan sırtları, Kanlıca, Rumeli Hisarı, Küçüksu'ya yakın Sevda Tepesi ve tabii ki, adalar öne çıkar­dı…

Kalamış'ta yaşanan gün batımının, şarkılara söz olan o eşsiz görüntüsü, gerçekten de seyrine doyum olmaz bu manzara, sevgili­leri romantik duygulara sürüklerdi…

(Günümüzün Kalamış'ında ise o muhteşem koy görün­tüsünün yerini, taş yığınlarının oluşturduğu bir marina; yüz­lerce tekne ve atık sularıyla kirlenmiş bir deniz, sahilin hemen dibinden geçen iki şeritli asfalt yol almıştır. Hoyratça yok edi­len doğanın tüm güzelliklerinin üzerinden adeta bir buldozer geçmiş; 60'lı yıllarda ve öncesinde burada yaşanan tüm aşkla­­rın, sevgilerin izleri yok edilmiştir! O güzel koydan, o muhte­şem doğa görüntüsünden geriye; insanoğlunun erişemeyeceği, yok edemeyeceği, sadece güneşin batışında oluşan o harika gö­rüntü kaldı. Umarım bir gün, güneşin batışıyla oluşan o muhteşem görüntüyü de yok edip, tarihin derinliklerine gömmeyiz..! )

O yıllarda İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük şehirlerimizin akşam saatlerinde, bazı semtlerin dü­ğün salonlarında, kardeş okulların düzenlediği 'çay toplantıları da' çok popülerdi. Bu toplantılara, katılan genç erkekler; kız arkadaşla­rıyla birlikte katılırlar bol, bol dönemin moda danslarını yaparlardı.

Buralarda genelde içki olarak 'Bol' adı verilen geniş kâse, ya da kadehlerle, çok hafif bir içki servisi yapılırdı. Bu içkiyi hazırlar­ken, genel olarak bir tek ana içki tercihen beyaz şarap, ilave olarak da limon, portakal, vişne veya ananas suyu konur; bazen de mevsim­sel meyve parçalarıyla lezzeti arttırılırdı.

60'lı yılların gençliği genelde rock and roll – twist – vals-tango - cha, cha ve samba gibi dansları yapmayı tercih ederlerdi.

(O yıllarda yaz tatillerimin geçtiği Heybeliada'da ünlü yorumcu rahmetli Erol Büyükburç'un verdiği konserlerde: Elvis vari söylediği rock'n roll parçalarını yorumlarken, or­taya çıkan müzik ziyafetini dinleyen genç kızların, neredeyse Erol Büyükbuç'un üstünü başını paralamak istediklerini daha dün gibi hatırlıyorum.  Heybeli'de Ayyıldız sinemasında verdiği konserlerde, Erol Büyükburç'un yorumladığı,'Little Lucy' isimli o ünlü par­çasını her gece defalarca söylediğinin en yakın tanığı olduğumu söylemeliyim…)

Tüm bu dansların yanı sıra okullarımızın pek çoğunda, Ana­dolu'muzun tüm ezgilerini içeren yöresel folklor grupları da çok revaçtaydı. Bu folklor grupları, gerek yurt içinde, gerekse yurt dı­şında katıldıkları yarışmalarda, dünya çapında mükemmel başarılara imza atmışlardır. Yine o dönemin sonunda 68-69 yıllarında Kumkapı - Yeni­kapı sahilleri boyunca uzanan salaş balıkçı meyhanelerinde kömür ateşinde ızgara yapılan o taptaze uskumruların, palamutların, lüfer­lerin mis kokularını, doyumsuz lezzetini unutmak mümkün müdür?

Genellikle üniversite gençliğinin bu sahil şeridinde akşam sa­atlerinden itibaren kızlı, erkekli arkadaş grupları ile dolan bu salaş balıkçı meyhanelerinde; gecenin ilerleyen saatlerine, kimi gruplarda gitar sesleri, kimilerinde yabancı şarkı güfteleri, kimilerinde ise Türk sanat musikisinin eşsiz besteleri eşlik ederdi…

(50'li yıllarda bu sahil şeridinin doldurulmasıyla oluşan sahil yolu; günümüzde balık hali ve Deniz Otobüsleri iskelesi v.d uygulamalı sahil işgalleri; o güzelim sahil sohbetlerini, dönemin unutulmaz lezzetlerini de beraberinde bitirmiştir.)

Yukarıda anlatmaya çalıştıklarım, ‘’Mazide Kalan Türkiye’’ manzarasında kalan gerçeklerin öne çıkanlarıdır. Günümüz Türkiye’sinde yaşadığımız sosyal hayatımızla, bu hayata anlam veren, renk katan bugünün gerçekleriyle hiçbir şekilde örtüşmemektedir.

Bugüne baktığımızda; giderek büyüyen, gelişen ülke görüntüsüyle günümüz dünyasında hak ettiği yeri alan, genç aktif nüfusu ile geleceğe damgasını vurmaya hazırlanan devletimiz; bir yarım asır sonra bugünleri de geride bırakmış, çok daha modern, çok daha aydınlık, refah seviyesi yüksek bir döneme adım atmış olacaktır.

Tabii ki geçmişe damgasını vuran ekonomik gelişmeleri, siyasi yaşanmışlıkları da unutmamak; günümüz Türkiye’sinde geldiğimiz ekonomik seviyeyi, yaşadığımız siyasi olayları da o dönemin gerçekleriyle mukayese etmek gerekir. Bu hususu bir başka yazı konusu yaparak, bu uzun anlatımı şu cümleyle noktalayalım.

"Ömrümüzün suretidir hatıralar! Onlar zamanı taşırlar. Ama ne hatıralar döner geri, ne de giden gemiler bir daha…"